Kör Baykuş | Sadık Hidayet


Bir kalemdan ressamının mektubudur bu satırlar;  gölgesiyle dertleşmeye çabalar… Yalnızdır, yorgundur, herkesten ve her şeyden uzaktadır.  Sevdalıdır ama karısına mı kalemdanlar üzerine çizdiği latife mi? Yoksa ikisi de aynı kişi mi? Nefret eder ama karısının âşıklarından mı amcasından mı? Ya da belki hepsi tek bir kişi…

Kim kimdir bilemez, ne gerçektir ne hayaldir akıl sır erdiremez. Emin olduğu tek şey içine düştüğü ızdırap kuyusudur, oradan da bir türlü kurtulamaz.

Esaslı sanatçılar da böyledir işte, kendi bağrından yaratırlar şaheserlerini, der Sadık Hidayet Kör Baykuş’ta ve gerçekten kendi bağrından yaratır bu eserini. Bunalımları, ölüme duyduğu merakı ve meyli, korkuları, hayata ve insanlara bakışı bir kalemdan ressamının yüreğinden çıkıp gelir de bulur okuyucuyu. Yalnızca bir aşk değildir anlatılan; hayatı, ölümü ve maneviyatı da sorgulatır usta sanatçı bu kitabında.

BİRİNCİ BÖLÜM 

Yaralar vardır hayatta, öyle yaralardır ki ruhu o tenhalığında cüzzam gibi yavaş yavaş kemirip bitirir. Kimse dillendirmez bu yaraları çünkü âdettendir; ya nadir derler ya da sıra dışı şeyler bunlara. Çıkıp da söyleyiveren ya da yazan olursa böyle şeyleri… insanlar alayla ve kuşkulu tebessümlerle karşılarlar gördüklerini, hâlihazırdaki inançları olduğundan gerçekte kabul ettikleri. Nasıl inansınlar dermanı olmayan derde? Tek derman şarabın unutturmasında, belki de afyonun ya da diğer uyuşturucuların sahte uykusunda. Fakat bunlar da geçici ya. Dineceğine acılar şiddetlenirler az zaman sonra. Bir gün birileri bu doğaüstü olayların sırrına erip de insan ruhunun uyku ile uyanıklık arasında, bilincin olmadığı belirsizlikte ortaya çıkan gölgelerinin farkına varır mı acaba? Size başıma gelen böyle bir olayı anlatacağım.

Öyle sarsıcı bir şeydi ki aklımdan asla çıkmayacak; bende bıraktığı bu meşum iz ezelden kimsenin idrak edemeyeceği ebede dek zehrini akıtacak. Zehir dedim ya, siz ona bakmayın. Fani ömrümün kalanı boyunca taşıyacağım bir yaradır aslında… Her şeyi, olaylara dair hatırladığım her şeyi ve aklımda kaldığı kadarıyla aralarındaki ilişkiyi kâğıda dökmeye çalışacağım. Belki anlar o zaman biri başıma gelenleri; hayır, emin olmak istiyorum daha çok. Başkaları inanmış ya da inanmamış bir önemi yok.

Olur da ölürsem yarın, kendimi tanıyamadan veririm son nefesimi. Zaten esas korkutan da bu beni. Anladım ki diğer insanlarla koca bir uçurum var aramda, o yüzden sessiz kalmam ve kendime saklamam gerek düşüncelerimi. Şimdi karar verdiysem yazmaya, tek sebebi tanıtmaktır kendimi duvardan doğru eğilmiş de yazdıklarımı iştahla yutmaya çalışan iki büklüm olmuş gölgeme. Denemek istemem bu yüzden; belki daha iyi tanırız birbirimizi. Çok oldu el âlemle bağlarımı koparalı, içimdeki biraz da kendimi daha iyi tanımak arzusu. Ne beyhude düşünceler! Öyleler öyle olmasına ama her hakikatten daha çok azap veriyor hepsi. Bana benziyorlar işte; aynı şeylere ihtiyacımız var, heveslerimiz de arzularımız da bir görünüşte ama beni aldatmak için toplanmadı mı bu insanlar buraya? Benimle alay etsinler, beni kandırsınlar diye çıkmadılar mı ortaya? Hissettiysem de gördüysem de hesapladıysam da mevhum, hakikatten çok daha farklı şeyler değil mi her biri? Gel gör ki ben gölgem için yazıyorum; ışığın duvara düşürdüğü gölgem… Kendimi ona tanıtmam gerek.

Yoksulluk ve sefalet dolu bu alçak dünyada ömrümde ilk kez hayatıma gün ışığı doğmuştu ama heyhat! Gün ışığı denemezdi ya, daha ziyade geçici bir ışıktı, kadın ya da melek suretinde kayan bir yıldız gibiydi. Bir andı bu aydınlık ve ben o an bütün bedbahtlıklarımı görüp azametlerini kavradım. Gitti sonra yolu olan dipsiz karanlıklara, saklayamadım bu gelip geçen ışığı varlığıma. Kaybedeli üç ay mıydı…

hayır hayır iki ay dört gündü ama büyüleyici gözlerinin, gözlerindeki öldürücü cazibenin hatırası çıkmadı hayatımdan; nasıl çıksın böylesi bağlamışken yaşantımı ona? Adını anacak değilim elbet. Varsın hayatım ızdırap içinde eriyip bitsin ardından; o ince endam, o hayalî beden, kocaman, hayretle açılmış ışıl ışıl parlayan o iki göz olamaz ait bu aşağılık, alçak dünyaya. Hayır, kirletemem adını dünyevi ayniyatla. Onu gördüm ya el etek çektim insanlardan; kestim ahmaklarla ve talihlilerle sohbeti. Unutayım diye şaraba ve afyona sığındım. Adım atmadım odamdan o günden beri. Dört duvar arasındayım yani, zaten bütün hayatım öyle geçmedi mi? İşim gücüm kalemdan* yapmak, boyamaktır benim. Tüm zamanım kalem kutularının kapaklarına resim yapmakla, alkol ve afyon tüketmekle geçer.

Derdim kendimi meşgul edip vakit öldürmek ya hani, kalemdan resmi çizmek gibi saçma bir iş edinmişim. Evim şükürler olsun ki şehrin dışında, insanların gürültüsünden uzakta sessiz sakin bir yerde. Etraf terk edilmiş, etraf harabe. Yalnız hendeğin beriki yanı birkaç kerpiç evle dolu, şehir de hemen peşinde. Bilmem ki Nuh nebiden kalma şu evi hangi mecnun, hangi tabiatsız yapmış! Gözümü kapasam da köşesi bucağı hayalimde, yükü nasıl omuzlarımdaysa. Böylesini ancak nakkaşlar çizerdi eski kalemdanların kapaklarına. Yaşadıklarım hayal ürünü sanılmasın dedim ya, yazmalıyım o yüzden; açıklamalıyım gölgeme de. Evvelinde beni neşelendiren tek bir şey vardı o da odamın dört duvarı arasında kalemdanlara resim çizmekti; bu abes işle geçiriyordum vaktimi.

Ama o bir çift gözü gördüm ya, o gözlerin sahibini… her iş, her hareket amacını, anlamını yitirdi. İnanılır şey değil belki fakat gariptir çizdiğim ne resim varsa hepsinde aynı şekil, aynı sahne. Bir servi çiziyordum, hemen altında abasına sarınmış Hint fakiri bir ihtiyarın kambur omuzlarıyla bağdaş kurup oturduğu. Başında bir şal, işaret parmağı hayretini gösterircesine ağzında… Karşısındaki uzun, siyah elbiseli kız uzanmış da ona bir güngüzeli* sunuyordu.

Eğiliyordu çünkü bir oluk akıyordu ikisinin arasından. Bu sahneyi bir yerde görmüş müydüm yoksa ilham mı gelmişti rüyamda bilmem. Tek şey vardı bildiğim o da ne çizsem aynı sahne, aynı konu. Kendiliğinden gidiyordu ellerim bunu çizmeye; akıl almaz iş ama talipleri de vardı bu resimlerin. Kalemdanları amcamla Hindistan’a yolluyordum, o da orada satıp parasını bana gönderiyordu. Tam hatırımda desem yalan olacak; bir uzağımda bir yakınımda bu resim. Şimdi bir şey geldi aklıma ama. Hatırladıklarımı yazmam gerektiğini söylemiştim.

Fakat bu hadise çok daha sonra, konumuzla ilgisi yok. Esas mesele başka: Şu olayın ardından bıraktım kalemdan resimlerini de büsbütün; iki ay oldu muydu, hayır, iki ay dört gün… Sîzdehbeder* günüydü. Herkes kırlara çıkmıştı. Ben de rahat kafayla resim yapayım diye penceremi kapatmıştım.

Gurup vaktiydi, çalışmaya devam ettiğim sırada kapı açılıp da içeri amcam girdiğinde. Amcam dediysem kendisi öyle söylediğinden; yoksa hiç görmüşlüğüm yok. Delikanlılık zamanıymış uzak diyarlara gidip gelmeye başladığında, gemi kaptanı mı ne. İş konuşacak sandım, duyduğuma göre kaptan olduğu kadar tüccardı da. Neyse ne işte; kamburu çıkmış bir adamdı amcam. Kafasında başı gibi yüzünü de örten bir Hint şalı, omuzlarında sarı, hırpani bir aba. Açık bağrından göğsünün kılları görünüyor, yüzündeki şaldan seyrek sakalları sayılıyordu. Kızarık, damar damar gözleri vardı ve yarık dudakları. Uzak ve kepaze bir benzerlik vardı aramızda; bir portremdi sanki dev aynasında.

Babamı da hep böyle hayal etmiştim. Odaya girince köşeye gidip çöktü. Bir şeyler ikram edeyim, güzel ağırlayayım istedim; gittim odadaki gömme dolabın ışığını yaktım. Altını üstüne getirdim ama ihtiyar bir adama ikram edecek yiyeceğim, içeceğim kalmamıştı. Afyonla şarabı da bitirmiştim. Sonra aniden sanki hissetmiş gibi gözüm duvardaki rafa takıldı; bir şişe yıllanmış şarap vardı bende, aklıma geldi.

 

Benzer İçerikler

İbn Meymun Felsefesinde Tanrı

yakutlu

Kurt Seyt & Shura

yakutlu

Cagdas Islam Bilimine Giris

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy