“Çıplak Ayaklıydı Gece”
Yeniden dövüşebilmek için kaçıyorduk
Devrimden söz edince ne gelir insanın aklına? Belki kayıplar, belki yenilgi ya da korku ama en çok da umut, daha güzel bir dünya hayali ve direniş. Ahmet Ümit’in her yaştan, her duygudan örülmüş devrimcileri, bir yandan kendi hikâyeleriyle hesaplaşırken bir yandan da Türkiye’nin yakın tarihine kendi ışığını tutuyor.
Bizim yüreklerimizde sınır yoktu
Polisiye romanların usta yazarı Ahmet Ümit, bu kez öykünün yoğun, çarpıcı ve keskin dilini kullanarak bazen şiirsel, bazen sorgulayıcı, bazen de yürek burkan “devrim” hikâyeleriyle okurun karşısına çıkıyor. Çıplak Ayaklıydı Gece’de bir araya gelen dokuz öykü, herkesi hem kişisel hem de ortak geçmişiyle yüzleşmeye çağırıyor.
İÇİNDEKİLER
78’linin Mektubu • 11
Bir Akdeniz Düşü • 17
Sığınak • 27
Ölümün Hükmü Yok! • 41
Pezevenk • 51
Gökyüzünde Yıldız Olmak • 91
Ay ışığında Klarnet Taksimi • 103
Beni Yine Hamama Götür Anne • 109
Yitik Kentin Kıyısında • 115
78’linin Mektubu
Sevgili Kardeşim Enver
Seni son gördüğümde o küçük parkın beton duvarına oturmuş, birileriyle sohbet ediyordun. Vakit akşamüzeriydi, kıştan kalma bir ikindi güneşi oturduğun parkın yapraksız ağaçlarını ısıtmaya çalışıyordu. Ben belediye otobüsündeydim. Okuldan çıkmıştım, evimiz faşistlerin kontrolünde olan bölgede bulunduğundan, önce bizim kontrolümüzdeki semte geliyor, sonra karanlık iyice bastırınca babaevinin kapısını çalabiliyordum. Neyse, ben otobüsteydim, sen parkın beton duvarına oturmuş, sohbet ediyordun. Birbirimize sadece el sallayabilmiştik. O günden sonra bir daha görüşemedik. Ertesi sabah ölüm haberini almıştım. Sabah namazına giden babam, evinizin önünden geçerken ağlama sesleri duymuş. Gelip bana haber verdi. İnanamadım. İnanmak güçtü. Her gün insanlarımızı teröre kurban versek de, hatta kayıpları artık kanıksamış olsak da, içimizden birinin ölümü, hele senin ölümün kolay kabullenilecek bir durum değildi. Belki de bu yüzden, bu kadar geç kaldım sana bu mektubu yazmakta. Öldüğüne hiçbir zaman tümüyle inanamadığım için. Ama biliyorum gerekçe değil bu, sana yazmakta epeyce geciktim. İşin kötüsü bu gecikmenin geçerli bir nedeni de yok. Biliyorum, ne coşkulu boykotlar, sokak çatışmaları, karanlık duvarlara yazılan renk renk yazılar, yüz binlerin katıldığı mitingler ne askeri darbe sonrası İstanbul’un gün görmüş sokaklarında gizli saklı yapılan görüşmeler, iki kişilik toplantılar, eylemler ne de yazma serüveninin getirdiği bir sürü ıvır zıvır… Seni toprağa verdiğimiz o ılık bahar gününden bu yana, sana yazmamamın nedeni olabilir.
Bu gecikme için beni affet. Eminim beni görsen tanıyamazsın. Bu doğal; aradan yıllar geçti. Ama benim söylemek istediğim başka. Başımızdan o kadar iş geçti ki, senden sonra, onlarca yıl değil, birkaç ömre sığabilecek kadar çok yaşadığımı hissediyorum. Belki yıllar önce asmaların buğulandığı çardakta oturup Tel Zaatar Kampı’ndakilere yardım için Filistin topraklarına gitmeye kalktığımız o sıcak yaz gününde olduğu gibi, bugün de intifadada direnenlere seve seve omuz vermeye gidebilirim.
Ama, inan ben çok değiştim. Önce, yıllar süren kanlı takipte, bütün kuşağımla birlikte av rolünde oldum. Sonra, daha nasıl olduğunu bile anlayamadan, o granit kadar sağlam sandığımız inançlarımızın temellerinden sarsıldığını gördüm. Her gün birileri televizyonda, gazetelerde: “Teknoloji sosyalizmi yendi” diye bangır bangır bağırırken epeyce geç kalmış bir yolcunun telaşıyla o kitaptan bu kitaba savrularak düşünsel bir histeriyi yaşamaya başladım. Sonra duruldum, sonra daha 14 yaşındayken atıldığımız devrimci serüvenin, o bir daha yaşanması imkânsız olağanüstü günlerin heyecanını düşündüm, o heyecanı var eden duyguyu. Bu duygu, iktidarı istememekti. Evet, iktidarı yıkıp işçi sınıfının iktidarını kurmaya çalışıyorduk ama bu gerçek değildi. Çünkü işçi sınıfı ya da halk bizden çok uzaktı. İşin gerçeği hep de öyle kaldı. Devrimci olan bizdik; bir avuç inanmış, idealist insan. Bizi güzel kılan yanımız, muhalif olmamızdı. Kaybeden taraf olmamız. Bana kalırsa, devrimciler hep muhalefette kalmalı, hep aykırı olmalı. İktidar, kirletiyor. İktidar, bize göre bir şey değil. Biz dünyanın dönüşümünü, iktidara gelmeden gerçekleştirmeliydik. Bunu yaptık da, 20. yüzyılın başında grev istediği için işçiler öldürülürken,düşünce özgürlüğünden bahseden aydınlar hapse atılırken, kadın hakları acımasızca çiğnenirken, barıştan söz edenler vatan haini sayılırken, o günün belgileri, bugün insanlığın vazgeçemediği evrensel değerler oldular. Yani biz yenilmedik, yani sen boşa ölmedin. Biliyorsun bizim kuşak, 68’liler kadar bile okumamıştı. Teksesli bir kültürden, daha demokrasinin “d”sini bile öğrenmeden sosyalizme gelmiştik. Otoriterlik atalarımızdan miras kalmıştı bize.
Savaşsız, sömürüsüz bir dünyayı kurmak için bir araya geldiğimiz örgütlerde de bu teksesli despotizmi bayrak haline getirdik. Soru sormak, kuşku duymak: İhanetti. Susmak, uyumlu olmak: Erdem. Böylesine kör, ortaçağvari bir bağlılık, yıllarca kapalı kalmış kapıların, pencerelerin ansızın açılıvermesiyle direnç bile gösteremeden çözülüverdi. Baskı döneminin yok edemediği bizler içeride, dışarıda, sürgünde içimizdeki fırtınalarla kalakaldık. Artık “biz” yoktu ama, “ben” de oluşmamıştı henüz. Sosyalizm, tarihin uzun koridorlarında kendi kimliğini bulmaya çabalarken, bizler de yıllarca uzak kaldığımız gündelik yaşam biçimlerinin kıvrımlarında gençliğimizi aramaya koyulduk. Anımsar mısın bilmem. Kapalı salon toplantılarından birinde, coşkulu bir kalabalığa yaptığın konuşmayı, “Dünya dönüyor, dünya emperyalizme, faşizme vura vura dönüyor” diyerek bitirmiştin. Evet Enverciğim, dünya hâlâ dönüyor.
Biraz yavaşlamış olsa da, çizdiği kavisler hafifçe titrese de dünya dönüyor. Ülkemizde olmasa bile yeryüzünde demokrasi bilinci gelişiyor. Bugün nükleer felaketten biraz daha uzağız. Sermayenin küresel saldırısına, ilerici insanlık küresel bir karşılık vermeye hazırlanıyor. Varsın Moskova’da McDonald’s’ın önündeki kuyruk, Lenin’in mozolesinin önündekinden daha uzun olsun. Varsın halka dayanmayan sosyalist yönetimler çöksün. Varsın çağı yakalayamayan devrimci partiler yıkılsın. Ben yine de insanlığın savaşsız, sömürüsüz bir dünyayı kuracağına inanıyorum. Uzaklarda bir yerlerde hiç yaşanmamış güzel günler, serüven duygusunu akılla birleştirebilecek insanları bekliyor. Don Kişot, Che ve sen, bence bu insanların öncülerindensiniz. Sizi düşündüğümde, yüzümü gölgeleyen endişe bulutları kayboluyor, sevinçle doluyorum. İnsanlık biraz daha güzel görünüyor gözüme. Seni tanımış olmak hayatımdaki en büyük ayrıcalıklardan biridir. Çünkü sen, yaşamı güzel kılan o ender insanlardan birisin. Hoşça kal benim hep genç kalacak yiğit arkadaşım.
BİR AKDENİZ DÜŞÜ
Göklere inanırdım eskiden, ama sen
denizilerin derinliğini gösterdin bana.
Yannis Ritsos,
çev. Cevat Çapan
…