Bir acı ne kadar sürer?
Hiç çocuk olamamış bir kalbin yası kaç günde biter?
Karya Eşsiz, çocukluğu ve yetişkinliği arasında sıkışmış, yaralı bir kızdır. Hayatın ona biçtiği değerle onun kendine biçtiği değer arasında kalmış ince bir çizgi, koca bir boşluktur. Bu boşluktan kurtulmak ve tenine kazınan cinayetin izlerinden temizlenmek için yeni bir şehre ayak basar. Burada huzura kavuşup her şeye sil baştan başlayacağını düşünürken karşısında geçmişinden bir adam, aynı cehennemde yanıp küle dönmüş hasta bir kalp bulur. Korkulan olmuş ve süveydasındaki sır, yarım umutlarla ektiği tohumların filizlenmesine fırsat vermeden çıkagelmiştir.
Onun çocuk kalbi, büyüme savaşı verdiği bu acımasız meydandan sağ çıkabilecek midir? Bir tarafta ona salıncaklarla yıldızları toplamayı vadeden aşkı, diğer tarafta ise o salıncakların demirlerine bulaşan pasların zalim sahibi vardır.
Peki, Karya hangisine yenik düşecektir?
“Süveyda, kalbin tam ortasında bulunan kapkara bir lekedir.
Kimine göre gizli günahlar saklıdır o lekenin içinde, kimine göreyse varoluşumuz.”
*
“Sevgili çocukluğum,
Sana hayal kırıklıklarını hediye ediyorum.
Bu kitap senin için…
Artık büyüdün.”
Çocukluğundan yara almış herkese…
“Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar:
Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.”
Lev Tolstoy
Bölüm 1
Beş Kırk Beş Vapuru
Uyan. Gözlerin açık ama sen hâlâ uyuyorsun. Zihnin kapalı ama biliyorsun. Uyan. Hayatının iplerini kendi eline al. Çünkü senden başka kimse sana acımayacak.
Uyan…
İçimde yarattığım kız, kulaklarıma ulaşan hoş sedayla büyük bir uyum içerisinde; zihnimin kurak, kararmış topraklarında rengârenk tüllerle uçuşuyordu. Kanat çırptıkça çırpıyor, gözlerime yeni bir renk cümbüşü hediye ediyordu. Kalbimin zeminindeki cam kırıklarının üzerinde, parmak uçlarında yükselerek narince yürüyen o kız bendim. Benim geçmişimdi. Yıllar boyu ölmemesi adına inatla benliğimde yaşatmaya çalıştığım o ruhtu. Kendimden artakalan yanımdı. Her şeyimi kaybettiğim çocukluğumdan kalan tek hatıramdı ve kaldıkça daha da acı veriyordu. Lakin ondan vazgeçemiyordum. Onu yaşatmalıydım çünkü.
Hem olmaması gereken hem de olmazsa olmaz şeyler olur ya… Acısı bile sevilen şeyler… O kız, benim için öyleydi. Nimet gibiydi, kutsaldı. Bana verilen son bir şanstı. Çünkü tenimde gezinmesini istediğim ellerin değdiği son beden, o kızdı. Ona aitti. Bense şimdi bambaşka biriydim. Ondan oldukça uzak ama ne kadar uzağa giderse gitsin, her yakarışın onun kulaklarında yankılanacağı kadar da yakın…
Koca bir labirentin içinde sarmaşıktan duvarlara çarpa çarpa koşuyordum şimdi. Onu arıyordum delicesine; her bir karışında, her bir metresinde. Sonuçsa hep hüsran, hep çıkmaz sokak, hep yanlış yoldu. Bir türlü bulamıyordum onu ama pes etmeyecektim. Hayatım boyunca hep koşacaktım. Niye mi? Ciğerlerime emarelerini bırakan o yangının soluk tenini, o kıza ulaştırmak için… Ulaştırmak ve ciğerlerimden söküp atmak için…
Koşacağım bu yüzden; adımlarım, onun cennetine varana kadar…
Sıkıca tuttuğum süt kupasına daha da sarıldı parmaklarım, o kızın avuçları arasında tuttuğu tüllere sarıldığı gibi. Çeşit çeşit renkli tüller, ev sahipliği yapıyordu bedenine ve bu, muazzam bir görüntüydü. Güzeldi, çok güzel. Gökyüzüne bakıyor ve o tüllerle kendine bir intihar ipi yaratıyordu. Hiçbir ölüm, bu kadar renkli olmamıştı içimde. Hiçbir zaman bu kadar güzel olamamıştım ruh-u beşerimde. Ben, ölümdüm. Ama buna rağmen onu öldürmeyecektim. Onunla yaşamayı öğrenmiştim. Onunla baş etmeyi, okuma yazmayı söker gibi zamanla sökmüş ve unutmamıştım. Sadece geçinemediğim şeyler vardı. Baş edemediğim, kaçtığım şeyler… Onların kokusu gibi…
Şimdi ise, yeni bir şehirde, başka bir gökyüzüne bakıyordum. Bu şehir, onların kokusunu barındırmıyordu. Tertemizdi… Ama yine de kaçamıyordum. Zihnimde yarattığım dünya, köşe bucak kaçsam da önünde sonunda beni buluyordu. Bu benim kaderimdi. Kaçınılmaz sonumdu.
İrislerim bir adım ötemdeki gerçek hayatın üzerinde dolaştı. Kalabalık caddeler, koşuşturan insanlar, ıslanıp umursamayan bedenler, her şeyden öte korkusuzca adım atabilen varlıklar… Bunların hepsi gerçekti. Peki ya ben? Ben benzemiyordum onlara, hem de hiçbirine. Bu şehir, bu kocaman şehir, acır mıydı bana? Yoksa yutar mıydı beni?
Sıcaklığından dolayı dumanlar yükselen beyaz kupanın içindeki süte indi bakışlarım. Üzerinde kaymak oluşmasını engellemek adına aceleci ama dilimin haşlanmamasına da özen gösteren bir tavırla küçük bir yudum aldım. Parmaklarımın hepsini etrafına sarmıştım, ısınıyordum bu sayede. Dışarıda yoğun bir tipi vardı, kar yağıyordu yeryüzüne. Bense hiç bilmediğim bir kafenin ahşap penceresinin kenarında oturmuş, alışmaya çalıştığım şehri izliyordum. Bu şehirdeki her şey, herkes yabancıydı bana. Keza ben de onlara…
İçerisi sıcacıktı. Çok insan yoktu, sakindi. Hafif notalar geziniyordu etrafta, ardından kulaklarıma ulaşıyor ve dudağıma koca bir tebessüm kondurmama sebep oluyordu. Ahşap zemin, içeri giren insanların botlarından sızan kar suyu nedeniyle ıslaktı. Kapının girişinde bir çan, kasada ise sipariş hazır olduğunda basılan bir zil vardı. Kafenin genel havası bana İngiliz filmlerindeki kasabaların sakin ve herkesin birbirini tanıdığı o sıcaklığı anımsatmıştı. Koyu renkler ama rengârenk insanlar…
Masaların arasında kızıl saçlı bir kadın ve kıvırcık saçlı bir adam dolaşıyordu, müşterilerin ihtiyaçlarını soruyorlardı. Yüzlerinde kocaman bir gülümseme vardı; arada birbirlerine takılıyor, sonra yeniden işlerine koyuluyorlardı. İnsanlara baktım sonra, kimi arkadaşıyla harıl harıl sohbet ediyor, kimi kitabını okurken çayını yudumluyordu. Herkes kendi derdindeydi; kimse kimseye karışmıyor, etlisine sütlüsüne bulaşmıyordu.
Olağan hayat bu olmalı, diye geçirdim içimden. Alışacaktım.
Bu düşünce karmaşasıyla mücadele ederken gözlerimi çektim insanlardan ve parmaklarımı sardığım süt kupasını dikkatle masadan alarak dudaklarıma götürdüm. Sıcacık süt dudaklarım ile buluştu, boğazıma doğru bir yol çizdi kendine. Bu, aldığım son yudumdu. Artık kalkmam gerektiğinin farkına vararak ayaklandım ve bedenimi ahşap sandalyeden ayırarak masa ile arasından çıktım. Ardından tekrar sandalyeye davranarak yerine yerleştirdim. Babamdan öğrendiğim görgü kurallarından sadece birisiydi.
“Haydi bakalım,” diyerek sessiz bir şekilde yönlendirdim kendi kendimi.
Masanın yanındaki aynanın karşısına geçip yansımama baktım ve gülümsedim. Giydiğim kahverengi ve dizlerimde biten pilili eteğimi uzun, diz kapaklarımın hemen altında biten, turuncumsu; uçlarında yatay, beyaz çizgileri olan çoraplar tamamlıyordu. Bacaklarımın sadece iki parmaklık kısmının açıkta kaldığını göz önünde bulundurursak, çok üşüyeceğimi sanmıyordum. En azından bunu diledim. Gerçi üşüyeceksem de bunu göze almıştım. Doyasıya üşümek… Bunu bile tatmak istiyordum.
Siyah botlarımı hafifçe yere vurarak altındaki suları bırakmasını sağladım. Ardından uzun ve ince parmaklarım, kazağımın boğaz kısmına gitti. Hafif kenara kaymıştı, daha iyi görünmek için boynumu yukarı kaldırıp özenle düzelttim. İşaret parmağımın birinci kemiğinin tam ortasında bulunan uzun yüzüğü de düzeltip hazır olduğuma kanaat getirerek arkamı döndüm, sandalyeye asılı paltomu alarak üzerime geçirdim. Paltoyu tamamen giydiğimde göğüs kısmından yalnızca üç düğmeyi iliklemiştim. Böylece paltonun ön tarafından belim ve aşağısı, arkasından ise paltonun uzunluğundan dolayı eteğimin yaklaşık bir karış kadarı gözüküyordu.
Daha fazla kendimi izleyerek vaktimi geçirmek istemedim. Bu yüzden yeniden oturduğum masaya döndüm ve turuncu beremi alıp başıma geçirdim. Saçlarımı açıkta bırakmış, omuzlarıma doğru yatırmıştım. Askılı çantamı da boynumdan geçirip çapraz bir şekilde konumlandırdığımda gitmeye hazırdım.
Elimi, oturduğum sandalyenin arkasına yerleştirdiğim siyah renkteki valize attığım sırada yanı başımda bir gölge belirdi. Kocaman bir beden… Tüylerim yavaş yavaş kabarırken ben daha ne olduğunu anlayamadan ani bir ses girişti dünyama. “Hesabı getirmemi ister misiniz, hanımefendi?” diye sordu. İnceltilmiş, zarif bir sesti. Buna rağmen valize attığım elim gerildi, parmaklarım gerilmiş bir yay misali birbirinden uzaklaşmaya başladı. Tek omzumu kaldırdım, başımı sürttüm hafifçe. Gözlerim bir açılıyor bir kapanıyordu.
“Hanımefendi?” diye seslendi garson yeniden. Yavaşça ona doğru döndüm, bakışlarım yerdeyken başımı kaldırmadan ona bakmaya çabaladım. Az önce gördüğüm kıvırcık saçlı adamdı. “İyi misiniz? Hesabı burada mı ödemek istersiniz yoksa kasada mı diye soracaktım?” dediğinde eliyle, sağ çaprazımda bulunan kasayı işaret etmişti. Gözlerim bir saniyeliğine kasaya kaysa da dikkat edemedim.
“Kas-kasada ödeyeceğim,” diyerek sessizce konuştuğumda garson, hâlimden şüphelenmiş olacak ki bir eliyle bana doğru davrandı. Ondan uzaklaşmak adına, çığlık çığlığa arkaya doğru savrulurken, onun dudaklarından dökülen tek cümle, “İyi misiniz?” olmuştu.
“D-dokunma!” diye bağırabildim yalnızca. “Dokunma!” Bu sırada havaya kalkan ellerimle başımdaki bereyi avuçlarımın arasına almış, sıkmaya başlamıştım.
Ben insanlardan korkuyordum. Ben, bu hayatta hiçbir şeyden korkmadığım kadar insanlardan korkuyordum. Bu yüzden, bu yaşıma kadar tek bir arkadaşım dahi olmamıştı. On dokuz yaşımdaydım. Ve göz rengini bildiğim iki insan vardı bu hayatta. Annem ve babam. Diğer insanların gözlerine bakabilecek kadar yakınlarında bulunmamıştım hiçbir zaman.
“Hanımefendi,” diye yineledi garson. Israrcıydı. “Bir sorun mu var? D-dokunmuyorum. Sakin olun.” Ses tonundan gerildiğini anlamıştım. “Kusura bakmayın, sizi korkutmak istememiştim.”
Başımı öne eğdim ve ellerimi çene ucumdan indirip ceplerime soktum. Kaç lira çıkarttığıma bakmadan bulduğum parayı hızla masaya koyup valizimi aldım ve arkamı dönüp ilerlemeye başladım. Tam bu sırada, etrafımda cirit atan cellatlarım, olduğum yere mıh gibi saplanmamı sağladı. İşte, gelmişlerdi. İleri doğru adım atmaya çalışırken atamamam, yerimde sendelememe sebep olmuştu. Bu hamleyle saçlarım, rüzgârda uçuşur gibi öne savrulmuştu.
“Sakin,” diye fısıldadım göğsüme doğru. “Lütfen…” diye yalvardım, kime ve neye yalvardığımı bilmeden.
Kaldıramıyordum. Bunca şeyi, bunca zorluğu kaldıramıyordum. Etrafımda dönen ve halkalar oluşturan o gri varlıkları hissediyordum. Tenimi okşuyordu ateşleri. Nefesleri bir lağım gibi sokuluyordu burun deliklerimden içeri ve zehirlemeye başlıyordu beni. Başım hâlâ önde, göğsüme doğru kapanmış bir şekilde bekliyordum. Gözlerim kapalıydı.
Kulaklarımda yankılanan, “İyi misiniz?” soruları birer uğultuya dönüşmüş ve yönünü şaşırmıştı. Nereden geliyorlardı sahi? Sağımdan, solumdan yahut arkamdan veya önümden? Bilmiyordum. Pes etmişlik hissiyle başımı iki yana salladım. Ellerimi eteğime indirdim ve tırnaklarımı kumaşa geçirip sıkmaya başladım. Ayak parmaklarımı kasıyor, botumun içinde öne doğru hafifçe büküyordum. Diz kapaklarımı birbirine yaslamıştım.
Tüm gözler üzerimdeydi, hissediyordum. Herkes beni izliyordu. Onlar da dâhil… Kahkahaları kulaklarıma ulaşmaya başladığında, ellerimle kapatmak yerine başımı yana doğru eğip omuzlarımı kulaklarıma sürttüm. Nefeslerim sık ve boğucuydu. Nefes alırken göğüs kafesimdeki boşlukta boğuluyormuş gibi hissediyordum, göğsüm âdeta içe göçmüştü.
Gözlerimi açmaya yeltendiğim an, yine halkalar belirdi etrafımda. Halkaların izinde dönen karanlıklar… Kocaman bir girdabın içine hapsediyorlardı beni. Ellerimi eteğimden çekip başıma götürdüm ve saçlarımın arasından sıkıca kavradım. Derimi soyarcasına kaşıyor ve başımı iki yana sallayarak onlara yenilmeyi reddediyordum.
“Hayır…” dedim çaresizlikle. Onları benden başka kimse göremezdi, biliyordum. Gözlerimle yalvarırcasına merhamet dilenirken diğer insanlar, onlara baktığımı sanıyordu. “Hayır, hayır, lütfen… Lütfen gidin, lütfen gelmeyin. Korkuyorum.”
Çocukluğum, o derin uykusundan uyanmıştı.
Garson, “İyi misiniz, hanımefendi?” diye seslendiği an, cümleleri zihnimde tekrarlanmaya başladı. Bir, on, yüz… Yüzlerce defa tekrarlanıyordu. İyi miydim sahi? Gerçekten merak ediyor muydu bunu? Sanmıyorum. Endişesi, onun merak duygusundan değil; başına bela olmamamı istemesindendi.
En sonunda sağ omzumda kocaman bir elin varlığını hissettim. Beni yakalamışçasına sıkıyordu. Parmakları sıkıca bedenimi kavradığında o parmakların ucundan sarmaşıkların da tüm bedenimi ele geçirmeye başladığını hissediyordum. Alacaklı bir yılan gibi tenimde süzülüyordu sinsi sinsi.
“Hayır!” diye bağırarak karşı çıktım o yılana ve omzuma dokunan elin sahibine. Arkama dönmeden hırçın bir şekilde, koca bir hışımla taarruza geçtim. İçi elbiselerim ve kitaplarımla dolu olan valizimi tüm gücümle kaldırmış, arkamdaki bedene çığlıklar eşliğinde savurmuştum.
“Hayır!” diye bağırdım yeniden. Dilimin döndüğü tek kelime buymuşçasına sadece ‘hayır’ kelimesini sayıklıyordum. Gerçi bunu diyebilmek bile bir lütuftu.
“Bırak beni! Dokunma!”
Korku tüm bedenimde gezinmeye başladığında ayaklarım da geri geri yalpalıyordu. Az önce parmaklarımın esareti altından kurtulan valiz, garsonun kafasına çarpmıştı. Başımı hızla iki yana sallamaya başladığımda görüş alanım bulanıklaşmış, sadece insan silüetleri kalmıştı. Delirdiğimi düşünüyor olmalılardı. Valizi fırlatırken oluşan hava akımıyla saçlarım yüzüme doğru savrulmuş, gözlerimin önüne birer ip gibi sıralanmıştı.
…