Herkes biraz kötüdür.
Şeytan hepimizin içinde.
Asıl maharet varlığını kabul edip
onu dizginleyebilmekte…
Bir mezarlıkta yolları kesişen üç kişi… Annesine verdiği helalliği geri almak için yollara düşen Ahu, geçmişin atanamayan öğretmeni, şimdinin korsan taksicisi Osman ve amcasından kaçan on iki yaşında bir kız çocuğu: Küçük bir şeytan…
Çıktıkları tuhaf yolculukta ilişkileri ilmek ilmek örülürken gölgeli geçmişlerinin düğümleri de teker teker çözülmeye başlar. Şimdi kafalarında tek bir soru vardır.
Üzerlerine iki beden büyük gelen bu karanlık macerayı aslında hangisi başlatmıştır?
Aybike Ertürk, hayatımızı sinsice zehirleyen aile ilişkilerine dokunurken, kaybedenlerin, kaybettikçe zalimleşenlerin, sığınacak bir yer bulamayıp yollara düşenlerin, kaçanların; en çok da kendinden kaçanların dünyasına götürüyor bizleri.
KİBİRLİ PALMİYE, karanlık yanımızı sarıp sarmalayan, bir ölçü trajedi, bir çimdik de komediyle harmanlanmış kara bir yol hikâyesi
“Sahi kimdik biz?
Dışarıdan bakıldığında üç kurban,özümüzde kuyrukları birbirine dolanmış üç şeytan.”
Kibirli Palmiye
Süper ay tutulması diye yazdı gazeteler. Üstelik mavi ve de kanlıydı… Öylesine görkemli bir gökyüzü hareketiydi ki bu, dolunay tüm heybetiyle gök kubbedeki yerini almadan saatler önce manyetik gücünün etkisi kendini göstermiş, iyi kalpli insanların bin bir emek ve fedakârlıkla monte etmeye çalıştığı dünyanın çivisini hafifçe yerinden oynatıvermişti. Trafik kazalarındaki artış İstanbul trafiğini felç etmiş, otomobillerinde saatler geçirmek zorunda kalan şoförler cinnet getirmiş, karakollar ve hastaneler dolup taşmış, ambulans, polis ve itfaiye sirenleri gecenin sessizliğini bozarken kimsenin gözüne uyku girmemişti. Tesadüf müdür bilmem, benim de içimdeki şeytanla teşrikimesaiye girmem tam o güne denk gelmişti. Saat sabahın dördüydü. Cerrahpaşa Hastanesi’nin bahçesinde bir banka oturmuş, kucağımdaki ziynet eşyalarıyla dolu torbaya bakıyordum. Elmas bir kolye ucu, kolyenin takımı elmas sallantılı küpeler ve iki adet altın bilezik…
Saatler önce sahibinin buruşuk yaşlı bedenini süsleyen mücevherler, bu dünyadan göçüp giderken yanında bir çöp bile götüremeyeceğinin kanıtı olarak avuçlarımın içinde duruyordu şimdi. Kızartma yağını kavanozlara biriktirip ağda kıvamına gelene dek kullanan, küflenen reçellerin küfünü sıyırıp tekrar kaynatan, okul hayatım boyunca bana müsvedde niyetine gazeteden kestiği ölüm ilanlarındaki boş alanları kullandıran babaannem Naciye Keskin, sanki buhar olup havaya karışmış, zayıf ve kemikli bedeninden geriye sadece bir avuç değerli taş ve maden kalmıştı. Karbon monoksit zehirlenmesi dedi doktor. Alevler bizim kata ulaşmadan söndürmüşler yangını ama babaannem için artık çok geçmiş.
Vedalaşmam için yüzünü gösterdiklerinde bir yabancıya bakar gibi baktım ona. Dudaklarında hafif bir tebessüm vardı. İki kaşının tam ortasında, dünyaya olan hıncını eleveren derin çizgi de olmasa mutlu bir hayat yaşayıp huzur içerisinde öldüğünü dahi sanabilirdiniz. “Bir yakının var mı arayalım gelsin?” Ayağında Ceyo terlikleri karşımda dikilen kısa boylu, göbekli adama baktım. Bu az önce bana elimdeki torbayı tutuşturan morg görevlisiydi. Kısacık boyu, kocaman da bir göbeği vardı. Ölü bedenleri evirip çeviren şekilsiz ellerinden genzimi yakan, kesif bir çamaşır suyu kokusu yayılıyordu havaya. Kafamı iki yana salladım. Acil bir durumda arayacağım tek yakınımı da az önce paketlemişti kendisi. Zaten nüfusta, ailemize kayıtlı üç kişiydik sadece. Şimdiyse biri gitti kaldı iki. Ben ve varlığı yokluğundan beter annem…
Bakışlarımın adamın yüzünde asılı kaldığından habersiz kendi düşüncelerime boğulmuşken protez gözümün tekinsiz varlığı onu rahatsız etti. Zaten hep böyle olurdu. Benim kör gözüm bana bakanları da kör eder, onların da gözbebekleri tıpkı takma gözüm gibi boşalır ve nereye bakacaklarını bilemezlerdi. Gözlerini cebinden çıkardığı sigara paketine çevirip “İçer misin?” diye sordu.
İstediğim tek şey beni rahat bırakmasıydı ama nezaket kuralları gereği mesafemi koruyarak “Kullanmıyorum” dedim. Sonunda çok da hoşsohbet biri olmadığımı fark edip sigarasını yaktı ve yanımdan uzaklaştı. Bahçenin ortasında dikilen palmiye ağacının dibine uzandı. Yüzünde manasız bir gülümseme akıllı telefonundan bir video açıp kendi kendini eylemeye başladı. Ama ben gevrek gevrek gülen morg görevlisinden ziyade, bahçenin ortasında bir başına dikilmiş palmiye ağacına bakakalmıştım. Bakımsız, koca yaprakları seyrelmiş ve sararmış olsa da tüm heybetiyle gökyüzüne uzanmış “Ne işim var benim burada?” dercesine kibirli ve mesafeli bir bakış atıyordu biz zavallı fanilere. Kim bilir hangi romantik, hangi hayalperest alıp da dikmişti onu ait olmadığı bu toprak parçasına. Bu ağaç bana fena halde annemi hatırlatmıştı. Ama palmiyeye kıyasla annem şanslıydı çünkü onun kaçıp gitmek için kullanabileceği ayakları vardı.
Annem beni ilk terk ettiğinde altı yaşındaydım. O yaşlarda ona dair hatırladığım en belirgin detay her gün tazelediği kırmızı ojeleri ve dokunma daha kurumadı diyen hırçın sesiydi. Annemin benden pek de hazzetmediğini anlamam zor değildi. Eteğini buruşturmamalıydım. Kafamı göğsüne yaslayıp kirli ağzımla ipek gömleğini leke yapmamalıydım. Aslına bakarsanız ben hiç doğmamalıydım ama doğmuş ve altı yaşına gelmiştim bile. O gün, az sonra annem tarafından terk edileceğimden habersiz 23 Nisan gösterilerini izliyordum. Arjantin’den gelen çocukların kıyafetleri çok güzeldi. Üzeri payetli, upuzun kırmızı fırfırlı etekleri dans ederlerken öyle güzel uçuşuyordu ki sigara dumanından gözüm yanana kadar bakışlarımı televizyondan ayıramadım. Öksürerek anneme baktım ama annem beni duymuyor, gözlerini küçük bavuluna dikmiş, birini söndürmeden diğer sigarasını yakıyordu.
Son sigarasının belini büküp küllüğe söndürdükten sonra yanıma gelip elleriyle yüzümü tuttu. Alnıma bir öpücük kondurdu ve yanımdan kalktı. Annem, elinde bavulu salondan çıkarken uzaklaşan topuk seslerine spikerin coşku dolu sesi karıştı. Arjantinli çocuklar selam verip sahneyi terk ederken evin kapısı da tüm ağırlığıyla üzerime kapandı.
Hastanenin kapısında bir süre durup taksi bekledim. Aslında halihazırda kapıda bir taksi duruyordu ama koltuğunu sonuna kadar yatırmış, nefesinin sıcağından camlarına çiy yağmış taksinin şoförünü uyandırmak istemedim. Bir umut bir araba geçer diye sağa sola bakınırken perişan halde hastaneden çıkan Osman’ı gördüm. Kendimi bildim bileli bizim mahallede otururdu Osman. Sessiz sakin bir tipti ve gördüğüm kadarıyla birilerinden fena dayak yemişti. Gömleğinin üst düğmeleri kopmuştu. Burnunda tampon, tek kaşında da dikiş vardı. Gözü aldığı darbenin etkisiyle simsiyah olmuş, kapanmıştı.
Hayatım göz hastanelerinde geçmesine rağmen böylesine şişmiş ve morarmış bir gözle daha önce hiç karşılaşmamıştım. İkimiz de gören gözlerimizle bir süre bakıştıktan sonra Osman, hiçbir şey söylemeden bindi arabasına. Her ne yaşadıysa belli ki ne birini görmek ne de bu konu hakkında konuşmak istiyordu. Çaresiz bir halde tekrar yoldan geçen arabalara bakıyordum ki Osman dörtlülerini yakıp geri geri geldi ve önümde durdu. Eğilip arabanın kapısını açtıktan sonra başıyla nazikçe binmem için koltuğu işaret etti. Koltuğa oturup kapıyı kapattım. Derin bir nefes aldıktan sonra Osman’ın yüzüne baktım. “Babaannem… Öldü.”
Altın Sırmalı Kefen
Sokağın başına geldiğimizde Osman arabayı durdurdu. Polis bizim evin sokağını kapatmıştı. İkimiz de hiç konuşmadan bir süre öylece baktık sokağa. Sahibi olduğumuz iki katlı binanın çatısı tamamen yanmış, üst katta oturan kiracımız emlakçı Ali’nin dairesi ise resmen küle dönmüştü. Babaannemin daha iki gün önce bana yıkatıp astırdığı sakız gibi beyaz tüllerimiz isten simsiyah olmuş, patlayan camlardan, bağırsak gibi dışarı sarkmıştı. Yangın sadece binanın formunu değil, ruhunu ve bende uyandırdığı duyguları da bozmuştu.
“Üşüdüysen arkada ceketim var giyebilirsin.”
Osman’ın sesiyle irkildiğimde fark ettim zangır zangır titrediğimi.
“Hayır. İyiyim…” dedikten sonra Osman yorgun bir ifadeyle
bana baktı.
“Kusura bakma ama benim artık gitmem lazım.”
Yüzü kireç gibi bembeyazdı. Belli ki canı yanıyordu. Üstelik sadece fiziksel bir acı değildi bu. Gözlerinden, kaybetmiş bir adamın hayal kırıklığı okunuyordu.
“Getirdiğin için teşekkür ederim.”
“Tekrar başın sağ olsun.”
“Sağ ol. Sana da geçmiş olsun.”
Arabadan inip apartmana doğru ilerlemeye başladım.
“Bayan sokağa giriş yasak” diyen polise apartmanda oturduğumu söylediğimde polis, kordonu açıp geçmeme izin verdi. Adımlarını hızlandırarak apartmanın girişinde, üzerinde siyah takımı, uykulu gözlerle bakan adamın yanına gitti. Benim de duyabileceğim bir tonda, “Savcı bey bayan bu apartmanda ikamet ediyormuş” diyerek beni işaret etti. Uzun boylu, sağlıksız denecek kadar zayıf bir adam olan savcı, kemikli elini bana uzatarak, “Geçmiş olsun. Ben Savcı Celal Doğu. Yangının çıkış nedenini araştırıyoruz. Memur arkadaşlar ifadenize başvuracaklar…” dedi. “Şimdi mi?” “Dilerseniz şimdi dilerseniz de daha sonra savcılığa gelip…” diye devam edecekken araya girip “Şimdi halledelim lütfen” diye kestim sözünü. Savcı başıyla yanında duran memura işaret ettikten sonra yanımdan uzaklaşıp beni kırk yaşlarındaki irikıyım polis memuruyla baş başa bıraktı.
“İsim nedir?”
“Ahu… Ahu Keskin. İkinci katta oturuyoruz.”
Tartarak baktı bana…
“Yaşlı bayan neyin olur?”
“Babaannem.
“Hastaneye kaldırılmış. Durumu nasıl?”
“Öldü. Hastaneye getirildikten hemen sonra kalbi durmuş.”
Kısa bir sessizlik oldu. Memur, duygu yoksunu bir ifadeyle beni süzdükten sonra, “Başın sağ olsun” dedi ve notunu alarak sorularına devam etti.
“Burada oturuyorum demişsin. Peki yangın çıktığında neredeydin? Evde yaşlı bayandan başka kimse yokmuş.”
“Gece babaannemin tansiyonu yükseldi. Dilaltı verecektim ama bir yere saklamış yine, bulamadık.”
O sırada apartmanın içinde bir hareketlenme oldu. Sağlık görevlileri sedye üzerinde bir ceset torbası indirdiler aşağıya. Bir anda başım döndü. Memur fenalaştığımı anlamış olacak ki, “İyi misin?” diyerek kolumdan tuttu.
“Tansiyonum düştü herhalde.” Ekip arabasına yaslanmış duran polislerden birine seslendi: “Oğlum bayana bir su getirin arabadan.” Bacaklarım tutmuyordu. Apartman girişindeki merdivenlere oturdum. “O çıkarttıkları Ali mi?” diye sordum sesimin titremesine engel olmaya çalışarak. “Kimlik tespiti yapılmadı henüz. Ama otuz yaşlarında bir erkek.” Gözüm hâlâ Ali’nin içinde bulunduğu siyah ceset torbasındaydı. Sağlık görevlileri sedyeyi ambulansa yüklemeye çalışırken sedyenin ayakları sıkıştı. İki görevli büyük bir güç sarf ederek sedyeyi tekrar ambulansa ittiler ama nafile. Bir iki denemenin ardından irikıyım bir polis memuru, sağlık görevlilerinin yanına gelip “Hadi bismillah!” diyerek sedyenin ayaklarını öyle kuvvetli vurdu ki ambulansa, Ali’nin bedeni yavaşça kayıverdi sedyeden.
…