Gölge Serisi 1: Yalanın Gölgesinde | Fatih Murat Arsal


Biten hayallerinin rüzgârında sürüklenen tehlikeli bir adam…
Bir daha sevemeyeceğini düşünen genç bir kadın…
Gizli hayatıyla ölüme meydan okuyan pervasız bir oğul…
Göz kamaştırıcı güzellikte inatçı bir genç kız…

Ve dördünü birleştiren karmaşık bir plan!
Yalanların gölgesinde filizlenip büyüyen çarpıcı güzellikte iki büyük aşk!

Aşkın her yaşta güzel olabileceğini keşfedeceğiniz, kalpler arasındaki engellenemez çekimin büyüsüne kapılacağınız bir FMArsal romanı daha!

*

1. BÖLÜM

7 Haziran Pazar… 15:41

Beyaz araba yolda adeta kayarcasına ilerliyordu. Haziran ayına gireli bir hafta olmuştu. Doğanın tüm güzellikleri, şov yapar gibi otoyol boyunca etrafa dizilmişti. Direksiyonun başındaki orta yaşlı adam otomobilini sakince sürerken, bu güzel manzarayı izlemekten de geri kalmıyordu. Yaprakları artık epeyce çoğalmış ağaçlar her ton yeşili sağa sola serpiştirmişti. O sene yağışlı geçtiği için papatyalar ve gelincikler her yerde görülebiliyordu. Öbek öbek olmuşlar, adeta birilerinin gelip fotoğraflarını çekmelerini bekliyorlardı.

Otomobilinin hızını kesip Alanya’ya giriş yaptı. Şimdi sol tarafında masmavi deniz, sağ tarafında ise güzel görünüşlü villalar, şık oteller yer alıyordu. Sahildeki yürüme yollarında ise pek çok kişi görünüyordu. Alçalmaya başlayan güneş hâlâ sıcaklığını koruyordu. Bu sıcak ilçenin insanları, günün en güzel saatinden faydalanmaya çalışıyor gibiydiler. Henüz turizm sezonu yeni başlamış olmasına rağmen, epeyce yabancı turist vardı. Çoğunun sarışın olmaları ve beyaz tenleri, tertemiz kaldırımlarda rahat kıyafetlerle acele etmeden gezmeleri turist olduklarını belli ediyordu.

Alanya’nın içindeki trafik ışıklarına uyarak sürmeye devam etti. Gözleri dalgındı. Çok sevdiği bir aile dostunun cenaze töreninden geliyordu. Anamur ilçesindeki tören epey sade olmuştu. Ölümün her an kapıda olduğunu bir daha hatırlamıştı. Ölmekten korkmasa da henüz yapacağı şeylerin varlığı, onu tedirgin etmişti.

Oğlu Boran’ın evlenişini görmek istiyordu mesela…

Kızı Mihrimah’ın da evlenme çağı gelmişti.

Sonrasında torun sahibi ihtiyar bir adam olarak sakin bir hayatı olsun istiyordu Torunlarına oyuncaklar alıp onları şımartacaktı. Emekliliğinde oyalanabileceği, gidip gelebileceği, kendisini sık sık ziyaret edecek kalabalık bir ailesinin olması ne güzel olurdu. Torunlarıyla havuzda şakalaşmak, çimlerin üzerinde top oynamak, bisikletle gezmek şu sıralar en büyük hayaliydi. Evin bahçesine bir çocuk parkı bile yaptırabilirdi.

Bu hayalin güzelliği ile hafifçe iç çekti. Ne yazık ki bunlar henüz uzak bir hayaldi. Boran’ın evlenmek gibi bir niyeti hiç yoktu. Mihrimah ise genç bir doktor olarak henüz kariyer yapma peşindeydi.

Rahmetli eşi aklına geldi. O erkenden çekip gitmişti bu dünyadan… Uzun yıllar geçmişti ölümünün üzerinden. En zor kısmını ona bırakmıştı. İki küçük çocuğa bakmak, genç bir adam için çok zor olmuştu. Onlar varken evlenmek hiç aklına gelmemişti ama artık büyümüşlerdi. Yakında kendi hayatlarına dalacaklar, arkalarında yalnız bıraktıkları babalarına ise arada sırada göz atacaklardı.

Yapılacak bir şey yoktu. Bunlar hayatın gerçekleriydi.

Bir gün elden ayaktan düştüğünde, kimseye muhtaç olmayacak kadar parası vardı. Köşesine çekilip sakince yaşayabilirdi. Diğer yandan, elden ayaktan düşeceği yaşı görüp göremeyeceğini de bilmiyordu. Uzun zamandır devlet için gizli işlerde çalışıyordu. Tehlikeli bir işi, tehlikeli bir hayatı vardı. Ölüm her an ona soğuk elini uzatabilirdi. Kim yaşlanıncaya kadar uzun bir yaşamı garantilemişti ki!

İçini saran sıkıntıyı atmak için camı açtı. Etrafını izlemeye devam ederken, radyonun sesini biraz kıstı. Kimseyi rahatsız etmek istemiyordu. Elele tutuşmuş genç çiftleri görünce bakışlarında yine bir özlem doğdu. Kendi haylaz çocukları daha ne bekliyorlardı ki? Kendisi onların yaşındayken, Boran da Mihrimah da çoktan doğmuştu. Eski geleneklere göre epey genç yaşta evlenmiş ve baba olmuştu.

Ne çabuk büyüdüklerine içerlerken eli yanındaki su şişesine gitti. Kaldırıp baktı. Sadece birkaç yudum suyu kalmıştı. Daha Antalya’ya kadar yüz kilometreden fazla yolu vardı. Uçağın kalkış saati de epey sonraydı. Kiralık arabayı bırakması fazla vaktini almazdı. Bu güzel havada en iyisi bir yerlerde biraz oyalanmaktı. Güzel bir restoranda durup yemek yer, su falan alırdı.

Alanya’yı geçtikten sonra, gözleri yol boyu dizilmiş turistik tesis ve otellerde gezindi. Yemek için çok kalabalık olmayan bir restoran bulmak niyetindeydi. Büyük otobüslerin durduğu veya dumanlar çıkararak et pişiren yerleri çok sevmezdi. Yavaş yavaş ilerlerken küçük bir tesis gözüne çarptı. Sevimli, sakin görünümlüydü. Benzinliği de vardı. Rengârenk çiçekler, restoran olarak kullanılan tek katlı binanın her yerini sarmıştı. Gerçekten insanın içini açan bir yerdi. Önündeki park yerinde birkaç araçtan başka bir şey yoktu. Bir de klasik Vespa motoruna benzin dolduran sarışın bir kadın görünüyordu.

Arabasını uygun bir yere park edip hafif bir nefes çekti. Gözleri dikiz aynasından kendi gözlerine kilitlendi. Kahverengi gözleri biraz yorgun bakıyordu. Bu normaldi. Dün gece neredeyse hiç uyumamıştı. Önceki hafta da yorucu bir iş için dünyanın öbür ucuna gitmişti. Diğer yandan kırk sekiz yaşında bir adam olduğunu da unutmamalıydı. Yaşlanıyordu artık!

Alnına dökülen gür saçlarını öylesine düzeltip arabadan indi. Gözlerini kısarak etrafına hızla baktı. Bu bir alışkanlıktı. Devlet için çalıştığı bu yıllar boyunca epeyce düşman edinmişti. Her an bir tehlikeye karşı hazırlıklı olmak artık doğasında vardı.

Bakışları farkında olmadan biraz ileride motoruna benzin alan sarışın kadına kaydı. Kadın küçük bir kahkaha atmıştı. Dikkatini çeken, bu kahkaha değildi. Çünkü öyle abartılı, şuh bir gülüş olmamıştı. İçten, üstünün başının kiriyle karşısındaki pompacı delikanlıya değer veren bir kadının gülüşüydü.

Belli ki seviye farkını önemsemeyen birisiydi. Belki de pompacının bir yakını veya akrabasıydı. Fakat öyle olmadığı kesindi. Çünkü çocuğun hitap şekli ılık ama yeterince de saygılıydı.

“Sen alacaklarını al, ben motoru bir kenara çekerim abla!” demişti çocuk.

Arkadan tam göremiyordu ama abla dediğine göre yaşı pompacı çocuktan fazla olmalıydı. Dar kot ve içine sokmuş olduğu gömleği ile hoş bir fiziği vardı. Uzun sarı saçlarını atkuyruğu yapmıştı. Çok anlamazdı ama saç rengi pek boyaya benzemiyordu. Güneş altında pırıl pırıldı.

Dönüp binaya doğru yürüdü. Gölgesindeki boş masalardan bir tanesine yerleşti. Rahat sandalyede arkasına yaslanırken hemen bir garson kendisine doğru yönelmişti.

“Hoş geldiniz efendim,” dedi temiz bir gülümseyişle. O da pompacı çocuk gibi gençti.

“Hoş bulduk!” dedi ona. “Yemek menüsü alabilir miyim?”

Garson hemen elinde tuttuğu küçük menüyü ona uzattı. “Buradakilerin haricinde, her türlüsünden ızgara et hazırlayabiliriz. Etlerimiz kendi besi hayvanlarımızdan elde edilir. Tamamen doğal. O yüzden pirzolamız ve mangal köftemiz çok ünlüdür.”

Onun bu dedikleri adamın fazla ilgisini çekmemişti. Elini uzatıp menüyü aldı. Restoranlarda bu türlü abartılara alışıktı. “Öyle mi?” dedi sakince.

O sırada sarışın kadın yanlarından geçmişti. “Kolay gelsin Ersin!” derken elini binanın kapısına atmıştı. Garson çocuk ona döndü.

“Hoş geldin, Della Abla!” dedi gülümseyerek.

O sırada menüye göz atıyor olan adam epey geniş seçenekler karşısında şaşırmıştı. Seçmekle uğraşamayacaktı. Başını kaldırdı. “Peki, senin dediğin gibi olsun. Bana karışık pirzola ve köfte getir. Yanında soğuk ayran olsun. Bir de çoban salata…”

Garson memnun bir şekilde gülümsedi. Masada oturan uzun boylu adamın etkileyici bir yanı vardı. Yaşına rağmen çok yakışıklı olması bir yana, insanı mesafeli ve saygılı olmaya iten keskin bakışlara sahipti. Böyle bir adamın kendisine güvenmesi ve önerisini dinlemesi gururunu okşamıştı.

Garson gidince, adamın gözleri yeniden pompacı delikanlıya kaydı. Motorun küçük deposuna yakıt doldurmayı bitirmişti. Kapağını kapatıp motoru gölgeli bir kenara çekti. Sonra kendi işine döndü.

Birkaç dakika içinde masasının üstü salata ve ikram olarak küçük meze tabaklarıyla donatılmıştı. Şalgamı da gelmişti. Serviste kullanılan çatal bıçak ise gayet temiz ve kaliteliydi. Umduğundan iyi bir yere denk gelmişti. İnşallah yemekleri de garson gencin övdüğü kadar iyi çıkardı.

Yemeklerinin gelmesi için birkaç dakika daha bekledi. Önüne sıcacık gelen köftesini ilk tattığında, memnuniyetle rahatladı. Gerçekten de tadı çok güzeldi. Dışı hafif kıtır, içi süngerimsi ve sulu… Tam sevdiği gibi! Önüne konan incecik pirzolalar da onu hayal kırıklığına uğratmadı. Yumuşacık ama iyi pişmişti.

Tesisin kapısı açıldı. Bakmasa da gözünün ucundan o sarışın kadının ve göbekli bir adamın çıktığını görebiliyordu. Az önceki garson çocuk da bir saniye sonra peşlerinden dışarıya çıkmıştı.

“Bunlar yetmezse yeniden bana et tedarik edebilirsin, değil mi?” diye sormuştu kadın. Konuşmasında bir farklılık vardı. İster istemez gözlerini biraz kaldırdı. Kadın her iki elinde de ağır görünen birer poşet tutuyordu. Garson çocuğun ellerinde de birer poşet görünüyordu.

Bir Türk gibi rahat görünüyordu ama şivesine bakılırsa yabancı kökenliydi. Alanya’da yirmi bine yakın Rus’un yaşadığını okumuştu. Bu kadın da bir Rus olabilir miydi? İsmi ne demişti pompacı çocuk? Della mı? Bu da onun bir Türk olmadığını, bu topraklarda yaşayan bir yabancı olduğunu ispatlıyordu.

“Tabii Della Hanım,” dedi şişman adam. Tesisin sahibi veya sorumlusu olmalıydı. “Bir gün önceden haber verirseniz biz hazır ederiz. Gelmenize de gerek yok. Ben yollarım.”

“Hava almak olsun işte!” dedi kadın değişik şivesiyle. Başını biraz çevirip gökyüzüne baktı. “Bugün hava çok güzeldi. Otelden çıkmak iyi geldi.”

Onun yüzünü hâlâ göremiyordu. Gevşekçe atkuyruğu yaptığı gür saçları buna engel oluyordu. Fakat sesinden yaşlı olmadığı açıktı. Zaten bu kadar ince ve dinç görünen bir vücut, yaşlı bir kadına ait olamazdı. Belki de çok gençti. Orta yaşlı bir adam olarak genç kızlar hiç ilgisini çekmezdi. Ruhundaki yorgunluk buna engeldi.

Zaman zaman olgun kadınlarla düzeyli ilişkileri olmuyor değildi elbette. Karısının ölümünden sonra tamamen hayattan kopmamıştı. Fakat ilişki kurmayı tercih ettiği kadınlar genel olarak kendisinden bir beklentisi olmayan, eğlenceyi tercih eden tiplerdi. Ondan fazlasını isteyemeyeceklerinin de bilincinde olan kadınlardı.

“Bu sezon herkes için biraz sıkıntılı olacak gibi,” diye konuştu şişman adam. “Piyasa kötü. İnşallah sizin işleriniz iyi gider.”

“Umarım. Bu hafta otel tam dolu. Sonra ne olur bilmem. Bazı yenilikler yaptık. Odalardaki eşyaları da yeniliyoruz.”

“Kocanız öldüğünde herkes sizin oteli satıp Almanya’ya döneceğinizi iddia etmişti. Siz hepimizi şaşırttınız. Gerçekten güzel idare ediyorsunuz.”

Demek kadın Alman’dı.

“Tek başıma değilim. Kızım da yardım ediyor. Kocamın işten iyi anlayan bir ekibi vardı. Kimse bizi terk etmedi. Bir şekilde götürüyoruz işte. Zaten bizimkisi çok büyük bir otel değil, biliyorsunuz.”

“Yanınızdaki arazi satılığa çıkmış diye duydum. Sahibi Mehmet, orası için küçük bir otel yapılır diyormuş.”

“İşte o zaman bizim için kötü olur!” dedi kadın gülümseyerek. “Neyse ben gideyim. Sizi meşgul etmeyeyim.” Motora doğru yönelmişti.

Köftesinden bir parça koparan adam elinde olmadan kadını izliyordu. Yürürken ince beli ve yuvarlak kalçaları ahenkli bir uyum içindeydi. Gömleğine rağmen narin sırtı hissediliyordu.

Neden kadını izlediğini bilmiyordu. Belki de bu adamların ona olan ilgisi merakını uyandırmıştı. Belki de sesindeki güzel ton hoşuna gitmişti. Yüzünü henüz görmemişti. Bir baykuş kadar çirkin de olabilirdi. Şu anda bu Alman kadını hakkında bildikleri, otel işletiyor olduğu, kocasının öldüğü ve bir kızı olduğuydu.

Kadın motorunun arkasındaki kapalı sepete et poşetlerini koydu. Yan dönmüştü ama poşetleri tutan garson yüzünden hâlâ çehresi görünmüyordu. İki poşeti de selenin altındaki geniş boşluğa koydu.

“İnşallah bu sıcakta bozulmadan götürürüm!” dedi gülümseyerek. Direksiyona takılı kaskına uzanmıştı. “On kilometre dayanır mı dersiniz?”

“Bir şey olmaz,” dedi adam. “Başka bir yerde oyalanmazsanız eğer, sepette ısınmaz bile…”

“Teşekkür ederim.”

Cebinden çıkardığı benzin parasını yanlarına gelen pompacıya uzattı. Paranın üstünü alıp cebine geri koydu. Sonra kaskını kaldırdı. O esnada garson çocuk kenara çekilmişti. Kadın sarı saçlarının kaska takılmamasına uğraşırken, dikkatle başına geçirdi. İşte o anda köftesini ağzına götürmeye niyetlenen adam, onun yüzünü ilk kez gördü.

Elinde çatal, bir an öylece kaldı.

Şimdi bu insanların kadına olan ilgisini anlayabiliyordu.

Fazlasıyla dikkat çekici bir kadındı. Klasik güzelliğin dışında, sevimli bir yüze sahipti. Kavisli kaşlarının altında, gülen gözleri parlıyordu. Galiba açık kahverengi veya yeşil gibi bir şeydi. Düz burnu gerçekten dikkat çekiciydi. Alman ırkının saf genetik özelliklerini taşıyordu adeta. Dolgun dudakları hafif bir rujla renklenmişse de yüzünde başka hiç makyaj yoktu. Evet, bu kadın güzelden öte, asil bir yüze sahipti. Doğal ve parlak…

Kaskını takan kadın incelendiğinin farkında olmadan motoruna bindi. Düğmesine basıp çalıştırdı.

“Hoşça kalın!” dedi gülümseyerek ve kaskının camını indirdi. Sonra kenara çekilen üç adamın arasından gaza basıp gitti. Otomatik vitesli motor, üzerindeki güzel varlığın keyfiyle hemen öne doğru atılmıştı. Yan tarafında ve taşıma sepetinin üstünde birer reklam yazısı vardı. Adamın keskin gözleri onun bir isim olduğunu hemen gördü.

Lavandel Otel…

Adam köftesini ağzına attı ama nedense eski tadı kalmamış gibiydi. Gözü kadının gittiği yöndeydi. Güzel yüzü hafızasına kazınmıştı adeta. Güzel gülümseyişinin içinde, anlayamadığı bir ifade hissetmişti. Biraz burukluk, biraz hüzün, biraz yalnızlık…

“Bir isteğiniz var mı efendim?”

Başını çevirdi. Garson yanına gelmiş, ona bakıyordu. Başını iki yana salladı. “Teşekkürler, yeterli…”

“Nasıl? Beğendiniz mi?”

“Çok güzeldi. Elinize sağlık.”

Garson memnun bir şekilde uzaklaştı. Adam kalan yemeğini de dalgın bir şekilde yedi. Saatine baktı. Daha çok vakti vardı.

Yemekten sonra gelen çayını yudumlarken gözleri yine kadının gittiği yöne çevrildi. Motoru olan, sarışın bir kadındı işte! O kadar kafaya takacak bir şey değildi. Ondan daha güzellerini de görmüştü.

Eliyle garsona işaret etti. Delikanlı hemen koşarak gelmişti. “Buyurun efendim!” dedi ona.

“Hesabı alabilir miyim?”

“Tabii efendim…”

Birkaç dakika sonra geri almadığı para üstüyle, arkasında gülümseyen bir garson bırakarak otomobiline yönelmişti. Akan trafiğe dikkat ederek yola çıktı. Yavaş yavaş gidiyordu. Masmavi deniz, yine solunda kalmıştı. Güzel görünümlü büyük oteller de ağırlıklı olarak denize yakın inşa edilmişti. Trafik Alanya’dan epey uzaklaştığında bile oldukça sıkışıktı. Bir süre gittikten sonra daha akıcı bir hale geldi. Yeşilliklerle çevrelenmiş otoyoldan giderken gözü sık sık deniz tarafına kayıyor, binaların arasından görünen güzel manzarayı keşfetmeye uğraşıyordu.

Öylece giderken, ağaçlıklı bir bölgede, çok şatafatlı olmayan bir tabela gözüne ilişti. Yolun karşı tarafında, deniz kenarındaki bir binanın önündeydi. Geçip gitmeden önce dikkatle baktı.

Lavandel Otel…

Elinde olmadan yavaşladı. Neden yaptığını bilmiyordu. Sonra arabasını yolun kenarındaki uygun bir boşluğa çekti. Motoru kapatmadan, öylece durdu. Gözü ön camdan ilerideydi. Geride kalan otele bir daha bakmadan, birkaç saniye sessizce oturdu. Kararsız bir hali vardı. Bir kilometre ötedeki kavşağı ve kırmızıya dönen trafik lambasının ışıklarını, dalgınlığına rağmen görebiliyordu.

Hafif bir nefes çekti. Arabasını yeniden hareket ettirdi. Dikkatle yola çıktı. Sol sinyalini verip kavşağa girdi. Geldiği yola, Alanya’ya doğru geri döndü. Bir dakika sonra arabasını yine yavaşlattı. Bu sefer sağ sinyalini verip sevimli görünümlü Lavandel otelin biraz ilerisinde durdu. Dikiz aynasından otelin adının bir kısmını görebiliyordu. Çeşitli ülkelerin bayraklarını dalgalandıran direklerden birisinin önünde beyaz renkli Vespa motor duruyordu.

Parmakları direksiyonda tıngırdadı. Boş bakan gözleri önüne çevrilmişti. Ne yapacağını bilemiyor gibiydi.

Ani bir kararla düğmeye basıp aracın motorunu kapattı. Arabadan çıktı. Otelin girişine doğru yöneldi. Müşteri araç girişi çok geniş değildi. Küçük bir levha, müşteri araçları için otoparkın arkada yer aldığını gösteriyordu. Gözleri binanın modern ön cephesinde gezindi bir an. Sonra yine bir kenarda duran beyaz motora doğru kaydı.

Kendisine kızdı. Ne yapıyordu ki burada? Saçmalıyordu! Geri dönse iyi olurdu. Hiç tanımadığı bir kadının peşinden buraya mı gelmişti şimdi? Hayatı boyunca böyle ahmakça bir şey yapmamıştı. Sebep neydi hiç bilmiyordu. Kırlaşmış saçlarından, elliye yaklaşmış yaşından utanmalıydı.

Ayakta dikilmiş öylece dururken, otelin kapısı açıldı.

Dışarıya çıkan, Della isimli sarışından başkası değildi. Motora doğru yönelmişti. Belli ki ya başka bir yere gidecek ya da motoru daha uygun bir yere çekecekti. Uzun ve ince bacaklarıyla merdivenlerden inerken gözü ayakta dikilen takım elbiseli adama takılmıştı. Kadın onun yüzündeki kararsızlığı gördü. Durakladı…

Sonra iyice adama verdi dikkatini. Ona doğru yürürken gülümsedi. “Buyurun beyefendi! Birisine mi bakmıştınız?”

Adamın durgun gözleri kadının üzerindeydi.

Della onun biraz önünde durdu. Uzun boyuna rağmen adamın yanında ufak tefek kalmıştı. Üstelik bu takım elbise ile fazlasıyla iri yapılı bir adam gibi duruyordu. İnsanı ürkütecek bakışlara, huzurunu kaçıracak bir sessizliğe sahipti. Genç kadının güzel dudaklarındaki gülümseme yavaşça soldu.

Adam yanlış anlaşılmamak için hemen kendisini toparladı. Kafası tıkır tıkır çalışıyordu. Acilen bir bahane bulması lazımdı.

“Hayır…” dedi yavaşça. “Arabam arıza yaptı.” Kadın dikkatle ona bakıyor, söyleyeceklerini merakla bekliyordu. “Biraz ileride…” dedi.

Della’nın gözleri sanki otomobili görecekmiş gibi etrafta gezindi. Gerçekten de biraz ileride lüks bir BMW duruyordu.

“Çok kötü bir zamanlama olmuş. Bugün pazar… Akşam da oldu üstelik!” dedi kadın düşünceli bir sesle. Yardımsever birisi olduğu, yüreğinin yumuşak olduğu çok açıktı. Yoksa kim tehlikeli görünen uzun boylu bir yabancıyla çekinmeksizin karşı karşıya durabilirdi? Kim ona yardım etmeye çalışabilirdi? “Yine de açıksa servisi arayabilirsiniz. Belki bizim Sedat’ın bir tanıdığı vardır. Araba işlerine çok meraklıdır o!” Gözü suskun duran adamdaydı. “Sedat bizim otelin teknik elemanıdır. Şimdi içeride… Onunla konuşmak ister misiniz? Telefonunuzun şarjı yoksa bizden de arayabilirsiniz.”

Adam hâlâ güzel kadını süzüyordu. Otuzlu yaşlarının ortasında gibiydi. “Evet, iyi olur…” dedi yavaşça. Kolundaki saate baktı. “İşin aslı, çok acelem yok. Aracım tamir oluncaya kadar, bu otelde dinlenirim diye düşünmüştüm. Bu gecelik otelde yeriniz var mı acaba?”

Kadın bir an düşünceli gözlerle durakladı. “Korkarım otel tamamen dolu…” Gözlerini park halindeki arabaya çevirdi. “Sadece eşiniz ve siz misiniz? Çocuklar?”

“Tek başımayım ben…” dedi adam duru sesiyle. Nihayet gülümsemeyi akıl edebilmişti. “Tek bir oda yeter.”

Adamın hafif gülümsemesi, Della’yı bir nebze rahatlattı. Nedense içine serin bir su dökülmüş gibi olmuştu. İçinin neden ısındığını da hiç bilmiyordu. Galiba onun etkileyici görünümü yüzündendi. Baharlık takım elbisesinin kalitesi hemen belli oluyordu. Kolundaki saat asla ucuz bir şey olamazdı. Park ettiği pahalı araba ise görüntüyü tamamlıyordu. Daha da önemlisi adamın ciddi halini bozan gülümseyişi, yakışıklılığını ikiye katlamıştı.

“Gidip bir soralım isterseniz. Tek bir oda vardır inşallah. Bugün kalabalık bir grup geldi de…” Tatlı bir şekilde gülümsemişti. Kadının beyaz dişleri göründü. Adeta daha da gençleşmişti. “Gelin, birlikte bakalım.”

Kadın önde adam arkada, otelden içeriye girdiler. Modern bir lobi karşılamıştı onları. Oldukça serindi. Bunu sağlayan, özel kesme taş duvarlar ve serin tutacak granit yer kaplamaları olabilirdi. Duvarlara içeriyi sevimli gösteren yağlı boya tablolar asılmıştı. Ağırlıklı olarak deniz manzarasına sahiptiler.

Kadın lobiye gitti. Orada genç bir kız ile yine genç bir oğlan duruyordu. İkisi de eğilmişler bir şeyle uğraşıyorlardı. Onların geldiğini fark eden kız başını kaldırdı. Güneşten açılmış sarı saçları, tepesinde topuz yapılmıştı. Bu ona olgun bir hava veriyor olsa da yaşı en çok yirmi civarındaydı.

“Belen… Beyefendinin aracı bozulmuş. Tamir oluncaya kadar bu gece otelimizde konaklamak istiyor. Yerimiz var mı?”

Kızın bal rengi gözleri adama çevrildi. Tatlı bir şekilde gülümsedi. “Sadece süit odamız boş… Evli bir çift gelecekti ama iptal ettirdiler.”

Adam başını eğdi. “Tamam, olur.”

“Biraz pahalıdır,” diye usulca ekledi kız. Soran gözlerle bakmıştı.

“Sorun değil.”

“Kimliğinizi rica edebilir miyim, o halde?”

Adam elini ceketinin iç cebine attı. Cüzdanını çıkarıp içinden kimliğini çekip aldı. Mermer bankoya koydu. Sarışın kız kimliğe bir an bakıp yanındaki genç delikanlıya uzattı. Delikanlı kayıt işiyle uğraşmaya başladı.

“Ahmet? Bizim Sedat burada mı?” diye sordu Della. “Daha gitmedi, değil mi?”

“Yok, burada henüz…” dedi resepsiyondaki çocuk. Saçları hafif seyrelmiş, zayıf birisiydi. Otelin ismini taşıyan bir tişört giyiyordu.

“İyi… Kayıt işleminden sonra onu bul da beyefendinin arabasına bir baksın. Belki bir şeyler yapabilir.”

Adam bakışlarını Della’ya çevirdi. “Gerek yok. Yarın bir servis çağırırsak onlar hallederler. Ben de bu ferah otelde dinlenmiş olurum.” Tatlı bir şekilde gülümsemişti. Della bu güzel gülümseme karşısında gözlerini kaçırmamak için zor tuttu.

“Yolunuz uzun muydu?”

“İstanbul’a gidiyorum.”

“Epey yolunuz varmış. Dinlenmek en iyisi olur.”

“Doğru…” Ona uçakla gideceğini söylemedi. Zaten uçağı kaçıracaktı.

Resepsiyoncu Ahmet kimliği geri uzattı. Bir de müşteri bilgi kartı koymuştu bankoya. “İşaretli yerleri doldurursanız her şey tamam olur, Deniz Bey! Valiziniz var mı?” Gözleri zemine çevrilmişti ama orada bir şey göremedi.

“Hayır! Sadece arabamda bir el çantam var.” Bankonun üzerine konan karta bilgilerini doldurup imza attı. “Onu sonra alırım.”

Ahmet yerinden çıktı. Elinde odanın anahtar kartı vardı. “Size odanızı göstereyim…”

Deniz anahtar kartını almak için elini uzattı. “Gerek yok. Ben bulurum. Bagajdan el çantamı almalıyım. Arabayı da kilitlememiştim.” Çantasında tıraş malzemeleri, diş fırçası gibi şahsi malzemelerinin haricinde birkaç acil durum giysisi bulunurdu. Beylik tabancası ise ceketinin altında saklı duruyordu.

Delikanlı oda kartı onun eline bıraktı.

“Yardımlarınız için teşekkür ederim,” dedi uzun boylu adam. Elini Della’ya doğru uzatmıştı. Ciddi gözlerindeki bakıştan ne düşündüğünü anlamak mümkün değildi.

“Rica ederim, Deniz Bey!” dedi kadın utangaç bir gülümsemeyle. Küçük elini adamın iri avucuna bıraktı. “Ben, Della!” Çok nazikçe tutsa da bu el, hanım evladı bir zenginin eli değildi. Takım elbise içindeyken bile adamın güçlü fiziği hemen fark edilebiliyordu. Kendi elini geri çekmek için nedense pek acele etmedi. “Bu da kızım Belen…” diye ekledi.

Benzer İçerikler

Eleanor Roosevelt – David Winner Online Kitap Oku

yakutlu

Kumrunun Gördüğü | Ahmet Büke

yakutlu

Ay Tutulduğu Gece

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy