Son Fasıl | Nedim Gürsel


Nedim Gürsel bu kitapta Van Gogh, Leonardo da Vinci, Rubens, Tolstoy, Rilke, Sartre, Semprun, Nâzım Hikmet gibi büyük ustaların yapıtlarını etkilemiş kentleri ve coğrafyaları anlatırken onların son yıllarına da ışık tutuyor. Son nefesini verirken “Yaşamayı öğrendiğimi sanıyordum, meğer ölmeyi öğreniyormuşum” diyen da Vinci’nin tablolarında, Van Gogh’un aklın sınırlarını zorlayan dünyasında, Tolstoy’un bir istasyonda ölümle buluşmak üzere terk ettiği Yasnaya Polyana’da, Semprun’un eşsiz üslubuyla dile getir- diği Buchenwald Toplama Kampı’nda ve Nâzım Hikmet’in sürgün yaşadığı kentlerde unutulmaz bir yolculuğa çıkarıyor okuru.

“Beni etkilemiş yazar ve sanatçıların ‘son fasıl’larının izini bizzat yerinde sürmemin nedeni kendi ‘son faslımı’ yaşıyor olmam sanırım. Azrail zamandan çaldığı akrep ve yelkovanla kapıya dayandığında ‘Hoş geldin ama biraz bekle, vakit var daha!’ diyemem. Bundan sonrası bilinmez değil, bir bilene sormaya da gerek yok. Öncesi ardımda kaldı, sonrası önümde, yokluğa beş kala. Hepsi bu işte.”

İçindekiler

Son Fasıl………………………………………………………………… 11
Dağların Kuytusunda……………………………………………… 16
Van Gogh’un Son Günleri………………………………………… 29
Leonardo da Vinci’nin Evinde………………………………….. 54
Chambord’da Sürek Avı ve “Büyük Mamamuşi”……….. 67
Uzes İtalya’da Olsaydı…………………………………………….. 77
Manş Denizi Kıyısında Bir Balıkçı Köyü,
Paul Signac ve Deniz Feneri……………………………………. 85
Le Havre, Claude Monet ve Jean-Paul Sartre…………… 94
Anvers, Dil Savaşları ve Rubens ……………………………. 102
Buchenwald’a Yolculuk………………………………………….. 109
Adam Mickiewicz’in Yalnız Yüreği………………………….. 123
Varşova’nın Orta Yeri Gökdelen……………………………… 135
Prag’da Nâzım Hikmet’le ……………………………………… 144
Yasnaya Polyana ve Tolstoy …………………………………… 152
Tiran’a Dönüş……………………………………………………….. 165
Bursa’da Ölüm ……………………………………………………… 173
Çöl Gelini Yezd ve Kerbelâ…………………………………….. 181

Son Fasıl 

Tobler çikolatalarına merakım sayesinde daha çocukken hayatıma girmişti bu ülke. Şimdi Bern’de, bir zamanlar o çikolataların üretildiği uçuk mavi badanalı, modern yapıda ders veriyorum. Bir yandan da aradan geçen zamanı ölçmeye çalışıyorum belleğimde. Balıkesir’den Bern’e uzanan zaman düz bir çizgi izlemiyor.

Ama İsviçre’nin başkentindeki eski saat kulesinde rutubetli, isli taş duvara yapışmış akreple yelkovanın yarışı sürüyor hâlâ. Kimin kazanacağı henüz belli değil, sonunda yenilenin ben olacağımsa kesin. Nedense, Galatasaray Lisesi’nde yatılı öğrenciyken pek de umursamadan, hatta hiç sevmeden, müfredat programında olduğu için ezberlemek zorunda kaldığım Yahya Kemal’in dizeleri düşüyor aklıma: “Dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç / Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç!” Beni etkilemiş yazar ve sanatçıların “son fasıl”larının izini sürmemin nedeni de, kendi “son faslı”mı yaşıyor olmam sanırım. Azrail elinde orağıyla değil Zytglogge’nin akrep ve yelkovanıyla kapıya dayandığında “Hoş geldin ama biraz bekle, vakit var daha” diyemem. “Başkaları ne güne duruyor, git onların kapısını aşındır biraz da!” hiç diyemem. Buradan az ötede Rilke’nin son beş yılını yaşadığı, dağların kuytusundaki Sierre, Van Gogh’un karnına ilk ve son kurşunu sıktığı Auvers-sur-Oise’daki buğday tarlası, Leonardo da Vinci’nin resim yapmadan son üç yılını geçirdiği Amboise, Nâzım Hikmet’in “zor zenaat” olarak adlandırdığı sürgün yıllarının ve barok mimarinin merkezindeki Prag, Tolstoy’un “son istasyon”da son nefesini vermeden önce sığındığı Yasnaya Polyana, bu “son fasıl” güzergâhının belli başlı uğraklarını oluşturuyor.

Peki ya Bern? Bu kent de benim “son faslım”ın mekânı, ama Robert Walser kapatıldığı deliler evinden karlı bir günde yola çıkarak ölüme yürüdüğünde bu kentten hareket etmişti. Onun izini de sürerim belki bir gün, “mikrogram” adını verdiği itiş kakış elyazmalarını aydınlatmak için kolları sıvayanların arasına katılırım. Ama şu an Zytglogge’nin gölgesinde kendimleyim. Kendimle biniyorum upuzun, rayların üzerinden birer hayal gibi kayıp giden nar rengi tramvaylara. Aar’ın kıyısında uzun yürüyüşlere çıkıyorum. Nâzım bir şiirinde, ölümün kendi gelmeden önce ona yalnızlığını gönderdiğini söylüyordu. “Son Otobüs”te yorgun ve kederliydi. Yüreği hasretten delik deşikti. “Yürek değil be, çarıkmış bu, manda gönünden!” diye övünüyordu yaşlı gövdesine kan pompalayan, can dağıtan kalbiyle, “teper ha babam teper yolları!” Çok değil birkaç yıl sonra durdu yüreği ve bir daha hiç ama hiç çarpmadı. Ne sevdiği son kadın ne de hasretine doyamadığı ülkesi için.

Karşımda dikilen saat kulesi 13. yüzyıldan beri var ama, onu inşa etmeden önce de zamanı ölçmeye çalışmış bu kentin sakinleri. Güneşe, aya, yıldızlara bakarak yıllara, aylara, haftalara, günlere bölmüşler hayatı, bununla da yetinmeyerek günleri saatlere, saatleri dakikalara, dakikaları saniyelere dilimlemişler, derken tıkır tıkır işleyen, saniye şaşmayan saatler yapmışlar. Kuledeki takvim saati gezegenlerin devinimini ölçe dursun, her saat başında yuvalarından çıkan küçük heykelcikler dönmeye başlıyor; kırmızı ibikli horoz doğan günü haber verirken sabahın seher vaktinde seyrana çıkıyor yavru ayılar, kentin zangoca özenen delisiyse çan çalıyor Kronos’un ters çevirdiği kum saati boşalırken.

Ve insanoğlu yakalamak, hapsedip tutmak istiyor geçen zamanı. Benimse “Koyver gitsin!” demek geliyor içimden, ama kime? Kronos’a mı, ismi var cismi yok Allah’a mı yoksa? En iyisi kabullenmek ölüm gerçeğini, ondan öte başka durak, başka köy olmadığını, bir gün hepimizin tahtalıköyde karar kılacağını, bir kez daha tekrarlayarak yazmak. İşte yazıyorum, Alpler’in yamacında bir ilkyaz öğlesinde, yıllardan 2019 aylardan Mart iken, bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde iken ve ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken. Evet, bu kuleden önce de yürüyordu zaman, ama şimdi her saat başı anımsatıyor kendini.

“Ben ölüm! Geliyorum!” dercesine çalıyor her saat başında. Bu kule kentin bağrına paslı bir hançer gibi saplanmadan önce de zaman vardı. Aar Irmağı’nın akışında, ayıların kış uykusunda, çeşmelerden havuza boşalan kar sularının kıpırdayışındaydı. Geçen günlerde, geçer gibi yapıp da bir türlü geçmeyen sıkıntının ortasındaydı. Artık ayva sarı, nar kırmızı olmasa da sonbahardaydı. Geride kalan sonbaharda. Şimdi ilkyaz. Ayılar inlerinden düze çıktılar, dallara su yürüdü, ağaçlar çiçeğe durdu. Irmak yarların arasından mavi-yeşil, tertemiz akıyor.

Bir taş atsam sürükleyip götürecek, öylesine akışı hızlı bir ırmak. Kemerli, taş köprülerin suda sureti çıkıyor. Beyaz, akça pakça evlerin dik çatıları da vuruyor suya, katedralin gölgesi de. “Aynı ırmakta yıkanılmaz iki kez.” Doğru yıkanılmaz, her defasında başka sular akar üzerinizden. Ve dünya değişir, doğa hep aynı kalsa da. Bir kez olsun yıkanmadım bu ırmakta ama girdiğim başka ırmaklar oldu. Gediz, Sipil Dağı’nın eteklerinden akar giderdi Ege Denizi’ne doğru. Onun günbatımında denize kavuştuğunu hayal ederdim, bir gün benim de özlediklerime kavuşacağımı düşleyerek. Ayrılıklar çocukluğumda başlamıştı, gidip bir daha dönmemeler, ölümler de. Gediz kıvrıla büküle akar giderdi bağların arasından. Çakır gözlü mandalar çamura yatar, geceleyin lüks lambasının ışığında köylüler tütün kırardı. İnsan kırımı henüz başlamamıştı hayatımda ama ölüm hep vardı. Sela verilirken de vardı, selam edilirken de.

Paris yıllarımda Seine’le, kuşatma altındaki Saraybosna’da Milyaska’yla tanıştım, Mostar’da, köprü yıkılmadan önce Neretva’yla tanıştığım gibi. Tuna’nın içinden geçtiği kentlerin hemen hepsine yolum düştü. Loire’ın ışığına hayran kaldığım da oldu, Po’nun melankolisine kapıldığım da. İsfahan ve Brüksel gibi ırmağını yitirmiş kupkuru kentler de gördüm şu ahir ömrümde. Gördüm de ne oldu? Geçip giden hayatı duyumsadım gövdemde, o kadar. Saraybosna’da bir keskin nişancının, Paris’te Marie Köprüsü’nün altında tutkuyla sarıldığım genç kadının elinden olabilirdi ölümüm. Çok şükür, “ulu orta” da olsa yaşadım diyebilirim. Burada, Bern’i çepeçevre kuşatan, akışıyla başımı döndüren Aar’ın kıyısında ilkyazla birlikte “son fasıl”a dek. Bundan sonrası bilinmez değil, bir bilene sormaya da gerek yok. Öncesi ardımda kaldı, sonrası önümde, yokluğa beş kala. Hepsi bu işte.

Dağların Kuytusunda 

Yazın da dorukları karlı dağlar üzerime çöktü. Daraldığımı, soluk almakta güçlük çektiğimi duyumsadım. İzini sürdüğüm şair Rainer Maria Rilke’nin bir şiiri, hatta ilk ikisini buradan çok da uzak olmayan bir coğrafyada yazdığı Duino Ağıtları’nın tümü üzerimde böyle bir etki yaratabilirdi ancak. Dağlar, Leman Gölü kıyısı boyunca ilerlerken karşımdaydılar. Uzak, mavi ve görkemli. Trenin penceresinden bakıldığında sanki bir rüyaydılar. Gölde kuğular yüzüyordu. Uzun bacalı, eski zamanlardan kalmış bembeyaz bir vapur dalgın suyun üzerinde süzülüyordu.

Solda kat kat, düzenli bağlar, yemyeşil tepeler, tepelerin yamacında evler ve inekler vardı. İsviçre geçiyordu camdan, artık kanıksadığım ama yine de gönlüme ferahlık veren manzara, vadiye girince değişti. Üzerime gelmeye başladı sarp yamaçlar. Yamaçlara serpilmiş ahşap evlerin, kütüklerin, çayıra yayılmış ineklerin yerini fabrikalar aldı. Le Valais’nin içlerine doğru ilerledikçe göl ve bağlar ardımızda kaldı; vadi boyunca, bu yöreden doğan, Fransa’nın güneyinde Akdeniz’e dökülmeden önce Leman Gölü de dahil boydan boya İsviçre’yi kat eden Rhône Irmağı’nın suladığı verimli topraklardan geçtik.

Sierre küçük bir yerleşim merkezi. Benzerlerine çok sık rastlanan, sanayiye teslim olmadan doğasını koruyabilmiş ender İsviçre kasabalarından. Benzerlerinden tek farkı Rilke’nin hayatının son beş yılını burada yaşamış, buraya gömülmüş olması. Rilke Vakfı’nın yöneticisi Brigitte Duvilard’dan şairin son yılları hakkında bilgi almadan önce adını taşıyan müzeyi geziyorum. Kitaplarının ilk basımlarıyla mektuplarından bazı örnekler ve fotoğrafları sergileniyor.

Bu fotoğraflarından birinde üzerinde takım elbise, boynunda kravat, başında fötr şapkasıyla çevreye aykırı bir duruşu, şaşırtıcı bir görünümü var. Bağ ve bahçelerin arasında yolunu yitirmiş bir aylak gezere ya da tam tersi, dalgın ve hayalperest bir kentli aristokrata benziyor. Sanki birini bekler gibi. Aslında kimseyi beklediği yok. Ne Duino Ağıtları’nda çağırdığı, “Haykırsam kim duyar sesimi melekler katından!” diye seslendiği melek var görünürde, ne bir tren. Fransızca yazdığı “Bekleyiş” şiirinden iki dize yankılanıyor zihnimde. “Tren yolda kalmış / istasyon uzakta.” Rilke’nin yüce dağların gölgesindeki bekleyişi çok sürmedi. Bir türlü doğru teşhis konulamayan hastalığı, aylarca çektiği çileden kurtararak, yalnızca Duino Ağıtları’ndaki meleklere değil, Hz. Muhammed’in Hira Dağı’ndaki mağarada Cebrail ile ilk karşılaşmasını İslam inancına uygun biçimde ve kendine özgü, gizem dolu üslubuyla dile getirdiği şiirdeki “Korkunç Melek”e de kavuşturdu onu. “Ağıtlardaki meleğin, Hristiyanlığın meleğiyle hiçbir ilgisi yoktur; o daha çok, İslam’ın meleklerine yakındır…

Bizim yapmakta olduğumuz, görünürü görünmeyene çevirme işi, Ağıtlar’ın meleğinde tamamlanmış gibidir artık… Ağıtlar’ın meleği, görünmeyende daha yüksek bir gerçeklik derecesinin tanınmasına tanıklık eden varlıktır. Bu yüzden ‘ürkünç’ gelir bize, çünkü biz, onu sevenler ve değiştirenler, görünüre sığınmaktayız” diye yazıyor bir mektubunda. Şair Duino Ağıtları’nın ilk metnini Thurn ve Taxis Hohenlohe prensesi Marie’nin, Trieste’ye yakın şatosunda fırtınalı bir gecede yazmıştı, görünmez dünyadan bir ses duyduğunu sanarak.

Belki de bir yanılsama değil gerçekti bu ses. Şairin, meleklerinkiyle örtüşen iç sesi ya da kabaran, kayalara vurdukça köpürüp coşan dalgaların uğultusuydu. “Haykırsam kim duyar sesimi melekler katından / İçlerinden biri bağrına bassa kaybederim kendimi / onun güçlü varlığında.” Bu dizeleri yeri geldikçe, özellikle de yalnız günlerimde mırıldandığım çok oldu. Meleklere inandığım için değil, varoluşun yükü ağır bastığından. Bir melekle karşılaşmanın bir dağla kucaklaşmak gibi insanı sarsabileceğini hayal ettiğim, İslam peygamberinin Hira Dağı’ndaki mağarada Cebrail’le ilk karşılaşmasından yola çıkarak bir öykü yazmayı tasarladığım günlerdi.

“Her melek korkunçtur” diyordu Rilke, bu dize öykünün başlığı olacaktı. Ne var ki sonu gelmedi bu tasarının; buna karşılık, yıllar sonra, Peygamberin İkinci Hayatı’nda, Rilke ve İslam konusuna bir bölüm ayırdım. Ve şairin İslam geleneğinden yola çıkarak yazdığı “Muhammed’in Çağrısı” adlı şiirin kaynaklarını araştırıp metni bu bağlamda çözümlemeye çalıştım. Şair, Duino Ağıtları’nın ilkini fırtınalı bir denizin kıyısındaki şatoda yazmıştı: 1913’te başlayıp yarım bıraktığı “Altıncı Ağıt”ın son dizelerini neredeyse on yıl sonra burada, dağların kuytusundaki, şato benzeri bir evde tamamladı. “Yedinci”, “Sekizinci”, “Dokuzuncu” ve “Onuncu” ağıtları da bir çırpıda, sanki o fırtına kendi içinde kopmuş gibi, ard arda burada yazdı. Yılların birikimi taşmıştı sonunda; bu coğrafyada, “Muzot” adıyla bilinen, pencereleri mazgal deliklerini andıran, bahçesinde yediveren gülleri açan bu iki katlı ev, şairin karmaşık iç dünyasındaki fırtınayı, yaratma gücünü depreştirmişti.

“Ağıtlar”la yetinmeyerek Orpheus’a Soneler’in yirmi beş tanesini de yine bir çırpıda Sierre’de yazdı. Bir aydan daha az bir sürede, yemeden içmeden, kimseyi görmeden iki başyapıt koydu ortaya. Dorukları karlı dağların eteklerine inen sis miydi şairi bu hummalı çalışmaya yönelten, yoksa ölüm dürtüsü mü? Kuşkusuz her ikisi de. Bu dürtünün yol açtığı “kurtuluş”u, sevgilisi Klossowska’ya yazdığı bir mektubunda şöyle dile getiriyor: “Merline, kurtuldum sonunda. Ağırlığını taşıdığım, beni bunaltan yükten kurtulduğumu sanıyorum. Birkaç gün sürdü ama hiçbir zaman, evet hiçbir zaman, böylesine bir zihin ve yürek kasırgası yaşamamıştım. Hâlâ titremeler içindeyim. Şu yaşlı ‘Muzot’yu ay ışığında okşamak için dışarıya attım kendimi.” Ağıtlar’ın temel izleği hayat ile ölümün aslında aynı şey olduğudur. Birini öteki olmadan düşünemeyiz.

Benzer İçerikler

Günümüzde Psikoterapi – Saffet Murat Tura Online Kitap Oku

yakutlu

Leyl Işıkları

yakutlu

Hırçın Güzel – Melanie Milburne – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy