ELVEDA HAZİRAN-SARAH JIO

İyi Geceler Aydede’yı ilk okuduğunuz anı hatırlıyor musunuz? Birçoğu bu kitabı çocukluğunda keşfetmişken (1947 yılında ilk kez basıldığından beri dünya çapında sayısız çocuğu eğlendirmiş, on dört milyondan fazla satmış bir kitap), doğum öncesi partisinde bana hediye edilene dek hikâyesine pek aşina değildim. Onu büyük oğlum Carson’a bebekken okuduğum ilk anı hatırlıyorum. İkimiz de uyumaya giden küçük bir tavşan hakkındaki masaldan -daha doğrusu ninniden- anında büyülenmiştik. Her günün sonunda o sayfaları çevirmeyi (ki çok geçmeden onları ezberlemiştim) oldukça huzur verici buluyordum. Her gece o ‘büyük yeşil oda’ya dönmek huzur vericiydi.

Sonraları her geceki okumalarımıza iki küçük oğlum da katıldı. Üçünün de favori bir sayfası vardı ve fareyi aramaya bayılıyorlardı. Yıllar geçtikçe bu hikâyeyi Aydede Kitabı diye adlandırmaya başlamıştık. (En küçük oğlum, Colby, kitap diyemediği için ona bambaşka bir isim takmıştı.) Ve İyi Geceler Aydede’nin kalbimizde olduğu kadar evimizde de yeri doldurulamaz olduğunu söylemek yanlış olmazdı.

Bir keresinde Ebeveynler için İyi Geceler Aydede’nin bir parodisini yazmıştım ve derginin internet sitesinde en popüler sayfalardan biri olmuştu. Görünen o ki yarım asırdan fazla bir süre sonra bile İyi Geceler Aydede bizimle konuşmaya devam ediyor.

Bir kitabı sevdiğimde, onun yazarı hakkında bilgi edinmek isterim. Bu yüzden Margaret Wise Brown’un hayatı hakkında araştırmalara koyuldum. 1952’de, henüz kırk iki yaşındayken gelen zamansız ölümünden önce yüzden fazla hikâyeyi kaleme alan bu neşeli ve güzel çocuk kitabı yazarı hakkında daha fazla şey öğrenmek istiyordum.

Margaret hakkında bulabildiğim her şeyi okudum ve araştırmalarım sonucunda pek çok ortak yönümüz

olduğunu keşfettim. Tıpkı benim gibi tez canlı ve hedefe yönelik biriydi (bunlar üretken fakat ara sıra işkence çeken bir yazarın iki özelliğiydi). O da benim gibi bir hayalperestti. Maine’deki evinin yakınlarındaki küçük bir adaya yaptığı kano gezisinin yepyeni bir seriye ilham kaynağı olması gibi gökyüzündeki tavşana benzeyen bulut da yeni bir kitaba ilham verebilirdi.

Margaret son derece yaratıcıydı. Onun hayatını okurken, Margaret’ın da tıpkı benim gibi yaratıcılığın insan doğasının bir gereği olduğunu hissettiğini biliyordum. Her yönden hikâyeler yazıyordu. Bazı sabahlar uyanır uyanmaz yeni bir kitapla ilgili fikirlerini not alıyor ve gece boyunca onu düşlüyordu.

Beyniniz bu şekilde çalıştığında, bu hem heyecan verici hem de deli edici olabilirdi. (Bir romanın ilk taslağının ortalarına geldiğiniz sırada, yeni bir kitabın karakterlerinin durmadan kulağınıza fısıldadığını hayal edin – işte benim hayatım.) Bir yazar ve aynı zamanda doktor olan arkadaşım Carol Cas-sella (fazla başarılı, değil mi?), bu durumu biraz da şakayla karışık ‘kronik hastalık’ olarak adlandırıyordu. İyi ya da kötü, bu Margaret ile ortak bir noktamız gibi görünüyordu.

Aşk konusunda bir kedi yavrusu gibi hassas olan Margaret, yayıncılıkta kendi çıkarlarıyla birlikte çizer arkadaşlannınkini de gözeten zeki ve becerikli bir iş kadınıydı. Asla en iyisinden başkasına razı olmuyordu.

Bu yönünü sevmiştim. Cesur ve azimli olmasının yanı sıra, yumuşak bir mizacı vardı ve vefalı bir arkadaştı. Margaret hakkında okuduğum favori hikâyelerimden birinde, bir telif hakları ödemesinin tamamını yüzlerce çiçeğe harcadığı anlatılmıştı. New York City caddesinde satılan bir araba dolusu çiçeği satın almıştı ve evini o çiçeklerle süsleyip, arkadaşları için bir parti vermişti.

Margaret Wise Brown’un dünya üzerinde böyle bir etki bırakmasına şaşmamalı. Fakat ani ölümüyle birlikte ardında sırlar da bıraktı. Kimse İyi Geceler Ay dede’ nin gerçek ilham kaynağını tam olarak bilmiyor. Margaret’ın bu hikâyeyi New York City’deki evinde, bir sabahlık sürede yazdığına inanılıyor. Bu yüzden, bu iz bırakan çocuk kitabına ilham kaynağı olabilecek şeyi hayal etmeye başladım ve tıpkı Margaret gibi kendimi hayal gücümün akışına bıraktım.

Çok geçmeden karakterlerim fısıldamaya başlamıştı bile. New York City’de bir bankacı olan ve riskli işi yüzünden sağlığı zarar gören, otuz beş yaşında June Andersen adlı bir kadın hayal ediyordum. Ve Seattle’daki hayatının işini, efsanevi çocuk kitapçısı Mavi Kuş Kitabevi’ni sevgili yeğenine bırakan büyük teyze Ruby. Sırlarla dolu olan bu kitabevinde, June, teyzesi ile rahmetli Margaret Wise Brown’un mektuplarını buluyordu. Yazar üzerinde derin bir etki bırakmış olabile-

cek, güzel bir arkadaşlığın ayrıntılarını gösteren mektuplardı bunlar.

Fakat her ne kadar bunun Margaret’m hayatmdan ve onun sanatsal dehasından esinlenilmiş bir hikâye olmasını istesem de, ön planda June karakterimin yer almasını istiyordum. Ne de olsa bu, onun yolculuğuydu. Hassas ve savunmasız olmak, zorlu bir geçmişle yüzleşmek, yeniden başlamayı ve yeniden sevmeyi denemek cesaret isteyen bir işti. June bunu başarıp başaramayacağını görmek zorunda kalacaktı. Ve Ruby’nin kıymetli Mavi Kuş Kitabevi’nin kaderi June’un ellerinde olacaktı. Kitabevini ve içindeki sırlan kurtarabilecek miydi? Peki ya kendini?

Margaret Wise Brown, ben doğmadan yirmi altı yıl önce bu dünyadan ayrılmıştı. Yollarımız hiç kesişmemiş olsa da sık sık onunla tanışmanın, oturup bir fincan kahve (ya da Margaret’ın sevdiği gibi, öğle arası bir kokteyl) içmenin, ponpon kuyruklu tavşan ve sandalyelerde oturan üç küçük ayıcık hakkında konuşmanın nasıl bir şey olacağını düşünüyordum. Hepsini. Ona yazdığım bu romandan bahseder ve beğenmesini umardım. Birbirimizle hikâyeler paylaşıp gülerdik ve ona dört yaşındaki oğlum Russell’ın, Denizci Köpek adlı kitabını ne kadar çok sevdiğini anlatırdım. Dijital çağdaki kitap dükkânlarının durumundan ve televizyon, video oyunları ve diğer tüm parlak, yeni şeyler bu kadar büyüleyiciyken, çocuklara edebiyatı sevdirmenin zorluğu hakkında konuşurduk. Çiçeklerle verdiği parti konusunda onu tebrik eder (keşke ben de öyle bir şey yapacak kadar cesur olsaydım) ve böylesine bir ilham kaynağı olduğu için ona teşekkür ederdim.

Kısacası, sırf onunla karşı karşıya olmak bile beni mutluluktan havalara uçururdu.

-SJ

iBirinci cBöfüm

Dfeuj yort %ity 3 [Mayıs 2005

Herkesin ona mutluluk veren, gözlerini kapattığında gördüğü, zihninin onu o rahat, güvenli ve sıcak köşeye sürüklediği bir yeri vardır. Benim için bu yer, zümrüt yeşili duvarları ve geceleri gökyüzünde parlayan yıldızları çevreleyen büyük pencereleri olan kitabeviydi. Şömine ateşi batmakta olan bir güneşin turunculuğuyla yanarken, büyük, beıjer bir koltukta oturup örtüme sarınarak kitabımı okuyordum.

“June?”

Hızla gözlerimi açtım. Hastane yatağımın karşısındaki bembeyaz duvarlar beni yeniden gerçek dünyaya döndürmüştü. Üzerimdeki defalarca çamaşır suyuyla yıkanmış olan ince çarşaf, sertti ve kaşındırıyordu. Hemşire buz gibi elleriyle bileğimi tutarken ürperdim.

“Uyandırmak istememiştim, tatlım,” dedi tansiyon aletini koluma bağlarken.

Hemşire siyah pompayı sıkarken, kolundaki pembe ve mor detayları olan kelebek dövmesine baktım. Bir keresinde az kalsın ayak bileğime yaptıracağım o yunus dövmesini yaptırmadığım için on yedi yaşındaki halime teşekkür ettim.

Hemşire biraz sonra kolumdaki cırt cırtlı bandı açarak kaşlarını çattı. “Yüksek,” dedi. “Senin yaşındaki bir kadın için fazla yüksek. Doktor Cater seninle bu konu hakkında konuşmak isteyecektir.

Hemşirenin gözlerindeki hoşnutsuz bakışı gördüğümde, “Ben bir vejetaryenim! Maraton koşuyorum! İki yıldır tek bir tatlı bile yemedim!” demek istedim. Tam o sırada vızıldayan telefonuma baktım. Patronum Arthur’dan bir mesaj gelmişti.

‘Neredesin? Bu gece raporların ikinci çeyreği üzerinde çalışacağını sanıyordum?’

Kalp atışlarımın hızlandığını hissederek derin bir nefes aldım. Elbette hastanede olduğumu bilmiyordu. Kimse bilmiyordu. Ve kimse de bilmeyecekti. Hemşire konuşmaya başladığında elimi kaldırarak sessiz olmasını işaret ettim. Sonra da kendimi toparlayıp doğrularak Cevapla tuşuna bastım. ‘Başka bir projeyle uğraşmak zorunda kaldım,’ yazdım. ‘En kısa zamanda hazırlayacağım.’ Sözünü ettiğim proje, elbette baş belası sağlık durumumdu. Keşke bedenim de benimle işbirliği içinde olabilseydi. Duvardaki saate baktığımda sekizi geçtiğini gördüm. Yüksek tansiyon yüzünden -acil servisteki doktorun dediğine göre tehlikeli derecede yüksekti- hastaneye yatırıldığımda öğle vaktiydi. “Kalp krizi mi geçiriyorum?” diye sormuştum. En az bir aydır bunun belirtilerini yaşıyordum, fakat bugünkü bir iş yemeği sırasında -ben ve takım elbiseli on bir adam- izin isteyip ayrılmak zorunda kalmıştım. Başımın döndüğünü, midemin bulandığını hissediyordum. Ellerim titriyordu. Beni o şekilde görmelerine izin veremezdim, bu yüzden ofise dönüp bir sorunla ilgilenmem gerektiğine dair yalan söyledim. Ancak ofise dönmedim. Bir taksiye atladığım gibi acil servise gittim.

Koluma bağlı olan ve kan basıncımı yavaşça düzenleyen serumu kurcaladım. Henüz otuz beş yaşındayken bunları yaşamamalıydım. Odanın diğer ucundaki sandalyede asılı duran çantama huzursuzca göz gezdirdim. Buradan çıkmam gerek.

Ayağa kalktığım sırada açılan kapıda beyaz önlüklü, yaş-lıca bir adam belirdi. Kaşlarını çatarak bana baktı. “Nereye gittiğinizi sanıyorsunuz, Bayan Andersen?”

Sanki adımı söylemek yerine bana ‘küçük hanım’ diyormuş gibi hayal ettim. Bir doktor oluşuna ve en büyük amacının hayatımı kurtarmak olmasına rağmen ses tonundan hoşlan-mamıştım. “Daha iyi hissediyorum,” dedim kolumdaki serum borusunu kurcalamaya devam ederek. “îşyerimde bitirmem gereken önemli bir proje var.”

Doktor yaklaşarak elindeki çizelgeyi başucumdaki masaya bıraktı. Beni taburcu etmek için acelesi olmadığı belliydi. “Ne gerekiyor?”

Şaşkın bir halde ona baktım. “Ne demek istiyorsunuz?” “Sizi yavaşlatmak için ne gerekiyor?”

“Yavaşlatmak mı?” Başımı iki yana salladım. “Neden bahsettiğinizi anlamadım.”

Doktor masadaki dosyayı işaret etti. “Çizelgenizi okudum.” Acil servisteki doktora sıradan bir günümün özetini vermiştim: Saat beşte kalk, yedide ofise git (tabii yaklaşık on kilometre koştuktan sonra), ardmdan akşam saat sekize, belki de dokuza kadar çalış, çalış, çalış (aslmda daha da sonrasına kadar).

Ne olmuş yani? Büyük bir bankanın, dünya çapında sekiz bin çalışanı olan Uluslararası Chase & Hanson Bankası’nm tarihindeki en genç müdür yardımcısıydım. Kendimi ispatlamak zorundaydım. Ayrıca yaptığım işte de gayet iyiydim. Belki de iyi yaptığım tek şey buydu.

“Dinleyin, Doktor…”

“Doktor Cater.”

“Doktor Cater,” dedim, müşterilerle görüşürken kullandığım alçak ve kendinden emin bir sesle. “Endişelerinizi anlıyorum, ama gerçekten iyi olacağım. Siz bana reçetemi verin, ben de ilaçlarımı alayım. İşte problem çözüldü.”

“O kadar basit değil,” dedi doktor. “Sizinki daha karmaşık bir vaka.”

Küçük bir kahkaha attım. “Sanırım teşekkür etmem gerek.” “Bayan Andersen, görüyorum ki zaman zaman ellerinizde uyuşukluk yaşıyorsunuz.”

“Evet,” dedim. “Çok fazla koşuyorum. New York gündo-ğumundan önce soğuk oluyor.”

“Bunun o tarz bir uyuşukluk olduğunu sanmıyorum,” dedi Doktor Cater. “Sizde panik atak olduğuna inanıyorum.” “Affedersiniz… Ne atak?”

“Panik,” diye yanıtladı Doktor Cater. “Sanırım bedeniniz büyük stres altında ve bir bakıma sistemi kapatarak durumu dengeliyor diyebiliriz.”

“Hayır,” dedim, serum borusunu koluma yapıştıran bandı açarak. “Neyi ima ettiğinizi biliyorum. Deli olduğumu düşünüyorsunuz. Ben deli değilim. Ailemdeki diğer kişiler, evet, onlar olabilir. Ama ben değilim.” Başımı iki yana salladım. “Bakın, şunu kolumdan alacak mısınız yoksa ben mi çekip çıkarayım?”

Doktor Cater uzunca bir süre bana baktıktan sonra bir iç çekti. “Gitmekte ısrarcıysanız sizi burada tutamayız,” dedi. “Ama lütfen, bana en azından temponuzu biraz düşürmeyi düşüneceğinize dair söz verin. Kendinizi mahvedeceksiniz.”

Cep telefonum tekrar vızıldadı. Bu adam benim hakkımda ııc İtiliyordu ki? Hiçbir şey. Omzumu silktim. “Buradan çıkmak içiıı ne söylemem gerekiyorsa öyle olsun.”

I )oklor Cater serumu isteksizce kolumdan çıkardıktan son-ııı diınc bir kâğıt tutuşturdu. “Beta blokerler için bir reçete, geıginliğe neden olan hormonların salgılanmasını engellemeye yararlar,” dedi. “En azından önümüzdeki birkaç ay boyunca bu ilaçları almanızı ve mutlaka yükünüzü hafifletmenizi isliyorum. Belki biraz daha az egzersiz yapıp, iş yükünü biraz azaltabilirsiniz. Mesela bir tatile çıkın.”

(¡iilmemek için kendimi tuttum. Benim düzeyimdeki kimse i/.ııe ayrılmazdı. Dokuzuncu kattaki yeni müdür yardımcısı I isa Melton düğününden sonra bir haftalık izne çıkmıştı ve bu bile hoş karşılanmamıştı. Finans dünyasında, işle yatıp kalktığınız takdirde başarıyı yakalayacağınıza dair mutlak bir beklenti vardı. İzin günleri, boğulmak istemediğiniz sürece asla dalmayı düşünmeyeceğiniz bir göl gibiydi. İşler tam da bu şekilde yürüyordu. “Endişelerinizi anlıyorum,” dedim tekrar, paltomu ve çantamı alarak. “Ama gitmem gerek.”

“Nihayet geldin,” dedi Arthur hafifçe sırıtarak. “Seni kaybettiğimizi sanmıştım.” Patronum kurnaz, açıkgözlü bir adamdı. Ama derinlerde bir yerde bir kalbi ya da en azından ona benzer bir şeyi olduğunu biliyordum. Bu yüzden bir keresinde ona şimdiye dek tanıdığım en iyi pislik olduğunu söylemiştim. Şirketteki yirminci yıldönümünde de ona üzerinde bu kelimelerin yazılı olduğu altın bir plaket yaptırmıştım.

“Affedersin, bugünkü yemekten ayrılmak zorunda kaldım,” dedim. “Ben… benim… benim bir işim çıktı.”

“Kadınsal bir iş mi?”

“Hayır, hayır,” dedim suratımı asarak. Erkekler. “Öyle bir şey değil.” Hiç vakit kaybetmeden iş moduna girdim. “Dinle, özür dilerim. İşte geldim, buradayım. Bir daha olmayacak.” Arthur gözlerini kıstı. “Ne giydin sen öyle?”

Son sekiz saati hastanede geçirdikten sonra ilk kez nasıl göründüğümü fark ettim. Darmadağınık saçlar. Yüzüme bulaşmış göz makyajı. Üzerimde hâlâ açık mavi hastane önlüğünün olduğunu fark edince yün paltomun boğazını çabucak kapattım. “Evden geliyorum, şey, üzerimi değiştirmeye vaktim olmadı.” Arthur omzunu silkti. “Tamam. Her neyse. Haydi, çalışalım.” Konferans odasındaki masaya oturduğumuzda, Arthur bir yığın dosya çıkardı. “Bunların her biri borçlu,” dedi. “Önce hangisinin peşine düşelim?”

Masaya eğilip üzerinde SAMANTHA’NIN ÖRGÜ EVİ yazan dosyayı aldım. İki yakasını bir araya getiremeyen küçük esnaflar için üzülmeyi bırakalı uzun zaman olmuştu. Önceleri bu gibi küçük aile işlerine son vermek oldukça zordu. İlk görevimi hiç unutamıyordum. New Orleans’ta yüzyılın başından beri iş yapmakta olan bir kafeye haciz kararını teslim ederken ağlamıştım. Süslü demir parmaklıkları ve yeşil-beyaz çizgili tentesiyle en eski mekânlardan biriydi. Tabii ki şehirdeki herkes tarafından sevilen bir yerdi. Kapıdan içeri girdiğimde kafenin sahibi olan yaşlı bir kadın tarafından karşılanmıştım. Kafe babasından kalmaydı. John F. Kennedy 1959’da burada öğle yemeği yemişti. Duvarda Ella Fitzgerald, Judy Garland ve Louis Armstrong’un imzalı fotoğrafları asılıydı. Kadın bana bir fincan kahve ve bir tabak şekerli çörek getirmişti. Ve ailesinin bu gurur kaynağını sonsuza dek kapatacak olan zarfı ona uzatırken ellerim titremişti.

Sonralan çok daha kolaylaşmıştı. Zamanla her meseleyi bir cerrahın soğukkanlılığıyla ele almayı öğrenmiştim. Gir ve çık. Duygularını katma. Temel prensibim şuydu: Bu bir iş, kişisel bir şey değil. İşinizin ne kadar sevimli, güzel, ilginç olduğuyla ya da onu ne kadar sevdiğinizle ilgilenmiyordum. Papa’nın burada doğması ya da babanızın bu vitrinin önünde diz çökerek annenize evlenme teklif etmiş olması umurumda değildi. Tek bir gerçek vardı, eğer faturalarınızı ödeyemezseniz banka, yani ben, gelip malvarlığınıza el koyar ve onları satardım. İşte bu kadar basitti.

Arthur’un beni danışman olarak seçtiğini çünkü bende bir kıvılcım, diğer genç bankacıların hiçbirinde olmayan bir yetenek gördüğünü düşünmek hoşuma gidiyordu. Ama hayır, Arthur’un bana baktığında aslında kolayca şekillendirilebilir bir hamur gördüğünü biliyordum. İş dışında bir hayatım yoktu. Kendimi işime adamıştım. Rahatça işlenebilirdim.

Arthur bankacılıkla ilgili yeteneklerimi geliştirmeme yardımcı oldu. Herkes ona ‘balta adam’ derdi çünkü beklenen performansı göstermeyen bir işyerini kapatmakta ve değerli eşyaları açık arttırmaya çıkarmakta tereddüt etmez, vicdan azabı duymazdı. Kahrolmuş müşterilerinin karşısında kılı bile kıpırdamazdı. Tek gördüğü kâr ve zarar tablosuydu. Ve beni de bunu göreceğim şekilde eğitmişti. Beni onun ‘balta kadını’ olarak şekillendirmişti ve birlikte bankanın en yüksek performans gösteren departmanı haline gelmiştik. Fazlalıklardan kurtuluyorduk ve bunun neticesini alıyorduk.

Elbette her mesele bizzat orayı ziyaret etmemizi gerektirmiyordu. Çoğu zaman belgeleri uzaktan imzalatabiliyorduk. Genellikle insanlar işbirliğinde bulunuyorlardı. Ama bazıları bunu yapmıyordu. Onlar kaçınılmaz sonu ertelemek istediklerinden, gönderdiğimiz mektupların masalarında yığılmasına göz yumuyor, telefonlarımızı duymazdan geliyorlardı. Başarısızlığınızla yüzleşmek zordu. Bunu anlayabiliyordum. Ama hayat böy leydi.

Samantha’nm Örgü Evi’ne ait dosyayı alıp, içindeki kâğıtlara göz gezdirmeye başladım. Kredi başvuru formunda gördüğüm kadarıyla Samantha benimle aynı yıl, yani 1970’te doğmuştu ve yedi aydır ödeme yapmıyordu. İletişim günlüğüne göz attığımda, departmanımızın telefonlarını ve mektuplarını görmezden geldiğini gördüm.

“Görünen o ki birilerinin Bayan Samantha’yı ziyaret etmesi gerek,” dedi Arthur. Aradığı kişiyi bulmuş ve az sonra onu yakalayacağını bilen bir dedektif gibi gözleri parlıyordu.

“Evet,” dedim dalgın bir şekilde. Parmaklarım yine uyuşmaya başlamıştı. Başımın bir bovling topu gibi ağırlaştığını ve boynumun bu ağırlığın altında ezildiğini hissediyordum. Neyim vardı benim böyle? Ardından kafa derimin karıncalanmaya başladığını hissettim. Ağırlık hissi tüm bedenime yayılıyordu ve başım, bedenimin üzerinde süzülen bir balon gibiydi. Arthur’un söylediklerine cevap vermem gerekiyordu. Masadaki dosyalara her zamanki hevesimle yaklaşmam gerekiyordu. Öyleyse neden yapamıyordum? Kalp atışlarımın hızlandığını fark edince sandalyemin koluna sıkıca yapıştım. Parmaklarımdaki uyuşukluk elime yayıldığından, avucumun içini neredeyse hissetmiyordum. İşte yine oluyor.

Kapıya göz atarak, “Arthur,” dedim. “Sanırım yediğim bir şey dokundu.” İnandırıcı olması için elimi kamıma bastırdım. “İznini istesem iyi olacak.”

Arthur omzunu silktikten sonra dosyalan toparlayarak bana uzattı. “Pekâlâ, zaten geç oldu. Onlan bu hafta sonu gözden geçirebilirsin. Özel June Andersen dokunuşu gerektirenleri işaretledim.”

Zorla gülümsedim. “Tamam. Olur.”

Taksi beni apartmanın önünde bıraktığında biraz olsun kontrolümü sağlamıştım. Sol serçe parmağımdaki karıncalanma hissini saymazsak, elimin uyuşukluğu geçmişti. Antredeki posta kutumu kontrol ettikten sonra asansörle yedinci kata çıktım ve anahtarı 703 numaralı dairemin kilidine yerleştirdim.

Bir an için lise üçüncü sınıftaki korkunç biyoloji öğretmenimi hatırladım. Notlarım her ne kadar iyi olsa da fen bilgisinde daima zorlanırdım. Bir sınavda kalmamın ardından beni masasına çağırmış ve “Biliyorsun, annen de benim öğrencim-di,” demişti. “O da fen bilgisinde iyi değildi. Eğer sıkı çalışmazsan, sen de aynı onun gibi olursun. Ömrünü bir market kasasında çalışarak geçirmek ister misin?” Yüzündeki o küçümseyici, ukala ifadeden nefret etmiştim. Gözyaşları gözlerimi yaksa da ona beni ağlarken görme zevkini tattırmamıştım. Bunu daha sonraya saklamıştım. Keşke Bay Clark beni şimdi görebilseydi, diye geçirdim içimden. Keşke kariyerimi, sahip olduğum daireyi (tamamen ipotekli olsa da tapuda benim adım yazıyordu) görebilseydi.

Evet, bir eşim, çocuklarım, köpeğim yoktu. Ama otuz beş yaşındaki kaç kişi Manhattan’dan iki yatak odalı, parke döşemeli, bir şef mutfağı ve Central Park’a tepeden bakan manzarası olan bir daire satın alabilirdi ki?

Paltomu girişteki kanepeye atıp -al bakalım, Bay Clark-

anahtarlanmı duvara dayalı olan cam masaya bıraktım. Dekoratör bu masa için çok ısrar etmişti ve anahtarlann cam yüzeyde çıkardığı sesi her duyduğumda ondan daha çok nefret ediyordum. Ardından postalanmı gözden geçirmeye başladım. En üstteki mektupta yazan elyazısım tanıdığımda istemsizce yüzümü buruşturdum. Neden yine benimle iletişime geçiyordu kil Ona söyleyecek hiçbir şeyim yoktu. Mutfağa gidip, zarfı açmaksızın çöp kovasına attım. Artık özür dilemek için çok geçti.

Kanepeye gömülüp diğer postalara göz attım: Faturalar, birkaç dergi ve Seattle’daki eski dostum Claire’den bir kartpostal. Onu kocası Ethan ve minik oğulları Daniel ile birlikte Disneyland’den göndermişti. “Sindrella’nın şatosundan sevgiler,” diye yazıyordu. “Sana bolca neşe yolluyoruz! Öpüldün.”

Bu elbette çok hoştu. Ama dürüst olmam gerekirse, mutlu arkadaşlardan gelen haberler sadece yüreğime saplanan hançerler gibiydi. Artık düğünlere gitmeyi bırakmış, bebek parti-lerineyse sadece hediye gönderir olmuştum. Asistanım onları benim yerime güzelce paketleyip, kurdelelerle süslüyordu. Dostlukları uzaktan sürdürmek böyle daha kolaydı. Kimse incinmiyordu, özellikle de ben. İş dışında görüştüğüm tek kişi, muhasebeci arkadaşım Peter’dı. Zeki nazik ve yakışıklı biri olmasının yanı sıra eşcinsel olduğunu da eklemem gerekirdi. Ancak arayıp soran hep Peter olduğundan, arkadaşlığımızdan kendime pay çıkarmam pek mümkün değildi.

Bir iç çektim. Bir Victoria’s Secret katalogunun altında Sherman&Wills Hukuk Bürosu’na ait büyük bir zarf duruyordu. Resmi bir şey gibi görünüyordu. Resmi belgelere göz atarken hep yaptığım gibi zarfın kenarını dikkatlice yırtarak

ııçlıın. İçinde küçük bir yığın kâğıt, en üstte de zımbalanmış bir mektup vardı:

Sherman&Wills Hukuk Bürosu 567 Madison Seattle,WA 98101

KİME: June Andersen KONU: Ruby Crain’in Mirası

Sevgili Bayan Andersen,

Şimdiye dek büyük teyzeniz Ruby Crain’in vefat haberini aldığınızdan eminim. Size en içten başsağlığı dileklerimi iletmek isterim.

Duraklayarak elimi kalbime bastırdım. Ruby? Ölmüş müydü?

Ruby Crainin mirasını bölüştürmekle görevli biri olarak, teyzenizin Seattle’daki çocuk kitapçısı Mavi Kuş Kitabevi de dahil tüm mirasını size bıraktığını bildirmekten mutluluk duyarım. Ekte ilgili belgeleri bulacaksınız. Lütfen işaretli olanları imzalayıp asistanım Libby’ye gönderin. Daha ayrıntılı görüşmek için Seattle’a gelmeyi düşünebilirsiniz. Kuşkusuz Bayan Crainin vefatından önceki aylarını hasta olarak geçirdiğinden haberiniz vardır. Her ne olursa olsun, tıpkı Ruby gibi sizin de o kitabevinin sahibi olmaktan büyük mutluluk duyacağınıza hiç şüphem yok. Herhangi bir yardımım dokunacaksa lütfen aramaktan çekinmeyin.

Saygılarımla, Avukat Jim Sherman

Mektubu sehpaya bırakarak başımı iki yana salladım. Ruby öldü mü? Nasıl haberim olmadı? Gözyaşları gözlerimi yakarken ansızın öfkelendiğimi hissettim. Annem neden bana hiçbir şey söylememişti? Muhtemelen yeni erkek arkadaşıyla bana bundan bahsetmeyi akıl edemeyecek kadar meşguldü. Öte yandan asıl öfkelendiğim kişinin kendim olduğunu da fark ettim. Ruby’ye mektup yazabilirdim. Onu ziyaret edebilirdim. Ama daima çok meşguldüm. Şimdiyse çok geçti. O artık yoktu.

Gözlerimi hayretle belgelere diktim. Elbette, hiç değilse ben küçük bir kızken birbirimize oldukça yakındık. Fakat Ruby’nin annemi, hatta kız kardeşim Amy’yi bile yok sayarak beni mirasçısı seçeceğini hiç düşünmemiştim. Amy. Acaba bunu öğrendiğinde ne hissedecekti? Telefonu elime alıp onu arayamamak hâlâ tuhaf hissettiriyordu. Çocukluğumuzda onunla her şeyimizi paylaşmıştık (bir baba dışında her şeyi, çünkü ne Amy’ninki ne de benimki ortalardaydı). Amy’nin yüzünü, tıpkı annemizinkine benzeyen sarı saçlarını, erkekleri daima çılgına çeviren dolgun, biçimli dudaklarını ve gök mavisi gözlerini düşündüm. O olayın üzerinden beş yıl geçmesine rağmen hatırası hâlâ canımı yakıyordu. Bu yüzden olanları düşünmek yerine geçmişe, Amy ile al yanaklı küçük birer kız olduğumuz ve Yeşil Göl’de sekerek

yürüdüğümüz yıllara döndüm.

Aynadaki yansımama şöyle bir göz attıktan sonra bu kez daha dikkatli baktım. Bana ne olmuştu böyle? Bunu kabullenmekten nefret etsem de, sarı saç örgüleri olan ve başını kitaplardan kaldırmayan o küçük kız, kitaplar şöyle dursun ailesi için bile vakti olmayan bir kadına dönüşmüştü. Zihnimi toparlayıp Ruby ile konuştuğum son anı hatırlamaya çalıştım.

O an Ruby’nin sesini kulağımda duyuverdim. Bir önceki yıl Noel’de aramıştı. Kitapçıda bir Noel yemeği ayarlamıştı. Yemekte fırında kızarmış hindi ve bir tabak dolusu şekerli kurabiye olacaktı. Tıpkı eski günlerdeki gibi. Ben yapamamıştım ama o yine de beni aramıştı. Annem ve Amy oradaydı. Onların arka plandaki gülüşmelerini duymak beni germişti. Ruby ise bunu hissetmişti.

“Her şey yolunda mı, June?” diye sormuştu Ruby.

“Evet,” diye yalan söylemiştim. “Her şey yolunda.”

“New York’ta fazlasıyla meşgul olduğunu biliyorum, June,” demişti. Sesindeki kırgınlığı duyabiliyordum. Hâlâ duyuyordum. “Ama gerçekten gelebileceğini umuyordum.”

“Bu yıl kaçamadım, üzgünüm,” demiştim Noel süslemelerinden yoksun ve ıssız daireme göz gezdirerek. Noel’i yalnız geçirecek biri için bir yılbaşı ağacı almak, boşa masraf etmek olurdu.

“Bir ara eve gelecek misin, June?” diye sormuştu Ruby. Sesi kulağa her zamankinden yaşlı geliyordu. Eskisinden daha cansız ve yer yer çatallaşan bir sesle konuşuyordu. Bu beni korkutmuştu. Geçip giden zaman beni daima korkuturdu, ama bilhassa o an daha çok korkutmuştu.

“Bilmiyorum, Ruby,” demiştim dürüstçe, gözümden süzülen bir damla yaşı silerek. Doğrusu bir gün eve, Seattle’a gidebileceğimden emin değildim. Evi düşünmeyeli uzun zaman olmuştu. Oradan ayrıldığımda, bir daha dönmemek üzere ayrılmıştım. “Ev, kelimelerin en güzelidir,” demişti Laura Ingalls Wilder. Ancak yıllar geçtikçe bu cümlenin bana hitap etmediğini hissetmeye başlamıştım.

Hep Seattle’da yaşamış olmamıza rağmen, ben çocukken üç kişilik küçük ailemiz evden eve taşınıp durmuştu. Annem,

Amy ve ben. Annem iş bulma konusunda iyi olsa da onları elde tutma konusunda pek iyi sayılmazdı. Garsonluk yapmış, bir benzin istasyonunda gece mesaisinde çalışmış, bir sinemada bilet kontrolü yapmıştı. Ama bütün işleri kısa sürmüştü. Sık sık hasta olduğunu söyleyip işe gitmezdi, mesaisini unuturdu, geç kalırdı ya da herhangi bir şey olurdu. En sonunda caddenin aşağısındaki bir markette iş buldu. Patronu gerçekten iyi biri miydi yoksa annem hatalarından ders mi almıştı, bilmiyordum ama bir daha işsiz kalmadı. Yaz günleri Amy ile marketin önündeki kaldırıma oturup ay çekirdeği yerdik. Kabukları dişlerimizle açtıktan sonra altımızdaki mazgala atardık. Her beş dakikada bir marketin otomatik kapısı açılıp kapanır, içerideki klimanın buz gibi havası tenimize çarpardı. O havanın kokusunu hâlâ hatırlayabiliyordum. Olgunlaşmış muz kabuğu ve temizlik malzemesi karışımını andıran, hafif tatlı bir kokuydu.

Annem markette oldukça yoğun çalışır, izinli olduğu günlerde ise kendini ağırdan satardı. Marc, Rick ya da Mac adlarında ardı arkası kesilmeyen bir erkek arkadaş listesi vardı. Çoğu gitar çalardı ve annem kasabadaki barlarda onları dinlemek için sürekli dışarı çıkardı. Kız kardeşim ve ben banyo kapısının önünde dikilir, annemin uzun, san saçlanna şekil verişini seyrederdik. Saç maşasını bir uzman gibi kullanır, perçemlerine kalın bukleler verdikten sonra saçlannı mercan yeşili tarağıyla kabartırdı. Görüntüsünü bolca saç spreyiyle tamamlamasının ardından gözkapaklarına yeşil bir far, elmacık kemiklerine de pembe bir allık sürerdi. Güzel bir kadındı ve bunu biliyordu. Jean Nate marka parfümünden bir fıs sıktıktan sonra kapıdan çıkmış olurdu.

Annem gittikten sonra onun limoni, hoş kokusu saatlerce evde kalırdı. Dışarıda fırtına olduğunda ya da arka kapı rüzgârda gıcırdadığında bu tamdık kokuyla avunurdum. Sekiz yaşında olsam da ağlamamam gerektiğini bilirdim. Küçük kardeşime göz kulak olmak benim görevimdi. Amy sadece dört yaşındaydı.

Ocağa yetişmek için taburenin üzerine çıkar, güçlükle bir konserve ya da bir kutu peynirli makama açardım. İkincisini nasıl yapacağımı bilemediğimden tahmin yürütür, makarnaları toz halindeki peynirli sosla birlikte haşlardım. Bir keresinde dolapta bulduğum büyük bir dilim çedar peynirini de onlarla birlikte tencereye attığımı hatırlıyordum. Sonuç çorba gibi, vıcık vıcık bir şey olmuştu ama yine de Amy ile onu yemiştik. Genellikle yemeğimizi büyük, kulplu bardaklara koyardım çünkü tabaklar her zaman kirli ve lavaboya yığılmış bir halde olurdu. Sonrasında Amy’nin uykusu gelene kadar televizyon izlerdik. Pijamalarını giymesine yardım edip yatağına yatırır ve ona bir hikâye okurdum. Çok fazla eşyamız yoktu, ama bize kutular dolusu kitap getiren Ruby teyze sayesinde kitabımız hiç eksik olmazdı. Yine onun sayesinde, renksiz ve kasvetli dairemizin duvarları ardındaki dünyayı öğrenirdik. Paris sokaklarında Madeline’ı takip eder, Küçük Ev’de Laura ve Ma ile balkabağı turtası pişirirdik. Ve her gece Amy’ye en sevdiği kitap olan İyi Geceler Aydede’yi okurdum.

O, benim de en sevdiğim kitaptı. Yeşil duvarları, çizgili perdeleri olan çocuk odasının yansıttığı sevgi ve sıcaklığı seviyordum. Yaşlı kadın (o bir anne miydi, büyükanne miydi yoksa Ruby gibi büyük teyze miydi?) yatağında uyuyan çocuğun yanı başında otururdu. Annemin bizi bıraktığı gibi çocuğunu yalnız bırakmazdı. Hava yavaşça kararıp yıldızlar parlarken onun yanında kalır, çocuk uyurken o da sallanan sandalyesinde örgü örerdi. Benim için bu, sevginin ta kendisiydi.

Ruby, annemizin bizi büyütme şeklinden nefret ederdi. Kaldı ki yıllarca nasıl yaşadığımızdan bile haberi yoktu. Annem ona farklı bir hikâye anlatırdı. Ruby’nin okul kıyafetlerimiz ve ihtiyaçlarımız için ona verdiği parayı da çarçur ederdi. Bugünün standartlarına göre varlıklı sayılmasa da Ruby oldukça cömertti ve biz onun tek ailesiydik. Bir keresinde annem bu parayla kendine içki ve gökkuşağının her renginden bluz almıştı. Bir akşamüstü Ruby çıkageldiğinde, evimizi darmadağın haliyle gördü. Annem yatak odasında sızıp kalmıştı. Amy ve ben televizyon izliyorduk. Ruby yaşlı gözlerle elimden tutup, Amy’yi kucağına aldı. “Haydi, kızlar,” dedi. “Benimle geliyorsunuz. Böyle yaşamanıza izin vermem. Artık olmaz.”

O akşam kitabevinin üst katındaki dairesinde bize ılık bir banyo yaptırdı. Annem iki gün sonra ayık ve mahcup bir şekilde çıkageldi. Birlikte alt kata indiler. Amy ile birlikte bolca bağırış çağırış duyduk. Sonrasındaysa işler farklı yürümeye başladı. Biraz. Annem eve geldiğinde artık bizimle daha fazla ilgileniyordu. Bir keresinde bizi hayvanat bahçesine bile götürmüştü. Artık kitabevinde Ruby ile de daha fazla vakit geçirir olmuştuk. Bütün hafta sonu onunla oluyor, haftada birkaç gece de onun evinde kalıyorduk. Ruby’nin dairesi tavan arası tarzında, tuğlaları görünen duvarları ve yüksek tavanı olan bir yerdi. Ruby duvarlar arasında hapsolmaktan nefret ettiğini söylerdi. Bu yüzden küçük yatağı oturma odasında dururdu. Yatak odasını ise Amy ve benim için hazırlamıştı. İkimizin de kendine ait bir yatağı, temiz çarşafları ve büyük, rahat yorganları vardı.

Eve gitmekten nefret ediyordum. Ruby ile birlikte yaşayabilmemizi diliyordum.

Ruby bize saatlerce kitap okur, yemeğimizi şöminenin yanında yedirirdi. Şimdi Mavi Kuş Kitabevi’ni düşündüğümde, içimde tuhaf bir heyecan hissediyordum. 1940’ların ortalarında Ruby, Yeşil Göl’ün yalnızca birkaç blok uzağında, Sunny-side Bulvan’mn ilk çocuk kitapçısını açarak bir nevi öncülük yapmıştı.

Ayağa kalktım ve nedenini düşünmeksizin yatak odama gidip dolabımı açtım. Bir köşesinde, içinde çocukluğumdan yadigâr birkaç şeyin olduğu bir kutu duruyordu: On yaşından on iki yaşma kadar tuttuğum bir günlük, Jake Hadley’nin mezuniyet balosu gecesinde verdiği kurumuş çiçekler, annemin sadece iki sayfasını doldurma zahmetinde bulunduğu bebeklik günlüğüm ve Ruby teyzemden kalma bir yığın çocuk kitabı. Doğu Yakası’ndaki bir üniversiteye gitmek için Seattle’dan ayrıldığımda, elimde sadece bir valiz vardı. Kitaplarımın tümünü yanıma almak istiyordum. Ama ne annem onları göndermek için nakliye parası ödemeye hevesliydi ne de benim bunu yapacak param vardı. Bu yüzden içlerinden en sevdiklerimi seçip yanıma almıştım. Ve onların başında İyi Geceler Aydede geliyordu.

Kitabı elime alıp kutudan çıkardım. Günümüzdeki kitapçılarda satılan küçük, karton kapaklı kitaplardan değil, tam boyutlu, ciltli bir kitaptı. Sayfaları çevirmeye başladım. Amy’nin minik parmaklarıyla her sayfada saklanan fareyi gösterişini hatırlayınca kalbimin sıkıştığını hissettim. Bu en sevdiğimiz oyundu ve onu oynamaktan asla sıkılmazdık.

Yere oturup, sırtımı yatağımın kenarına yasladım. Dışarısı karanlıktı ve penceremin ardında tüm şehrin ışıklarını gölgede bırakan dolunayı görebiliyordum. İşi ya da yemek masasında onlarla ilgilenmemi gerektiren bir yığın dosyayı düşünmüyordum. Onun yerine Seattle’ı, Ruby’yi ve yıllar önce ardımda bıraktığım hayatı düşünüyordum.

Mavi Kuş Kitabevi’ni düşünüyordum.

Çitici cBöfüm

,:am telefonda. Ay gökyüzündeki yerini almıştı. Bense havalimanının yolunu tutmuş olan bir taksideydim. Birkaç saat içinde de Washington eyaletine doğru yol alan bir uçakta olacaktım.

4 4 ’reye gidiyorum dedin?” diye sordu Arthur ertesi ak-

“Seattle,” dedim patronuma gergin bir şekilde. “Biraz… ailevi ve acil bir durum.”

Söylediklerim öfkesini bir anlığına dindirmişti.

“Biraz mı? Biraz ailevi ve acil bir durum mu? Biri mi öldü? Çünkü biri ölmediyse bu hiç…”

“Biri öldü,” dedim.

Ah.”

“Dinle,” dedim, kalp atışlarımın hızlandığını hissediyordum. Yola çıkmadan önce eczaneden aldığım reçeteli hapları bulmak için çantamı karıştırdım. Ağzıma attığım mavi hapı, elimdeki şişeden aldığım bir yudum suyla birlikte yuttum. “Uzun sürmeyecek. En fazla bir hafta. Şey, halletmem gereken bazı şeyler var.”

Taksi trafikte şerit değiştirerek ilerliyordu. Her yerde kornalar çalıyordu. Şehrin ışıkları yüksek gökdelenlerden aşağı göz kırpıyordu. New York’un enerjisini özleyecektim. Ama tam da şu an, bu şehrin benim enerjimi tüketip tüketmediğini merak ediyordum.

“Dosyaları Janice’e bıraktım,” dedim.

“Tamam,” dedi Arthur. Bankadaki on bir yılım boyunca hiç böyle davranmamıştım. Ve bu yaptığımın, benim kadar Arthur’u da şaşırttığını tahmin edebiliyordum.

“Haberleşiriz,” dedim.

Arthur ben telefonu kapatmadan önce cevap veremeyecek kadar şaşkındı.

Uçak sarsıntıyla Sea-Tac Havalimam’na iniş yaptı. Pencereden uzun yıllar önce ardımda bıraktığım şehre göz gezdirdim. Güneş ufiık çizgisinin üzerinden bakıyor, aşina olduğum gri, yağmurla ıslanmış bulutları aydınlatıyordu.

Yanımda oturan orta yaşlı, mavi bir yelek ve çoraplı sandaletler giymiş olan adam, halinden hoşnut bir şekilde iç çekti. “Evde olmak güzel,” dedi.

“Evet,” dedim dudağımı gergin bir şekilde ısırarak. Doğrusu altı saatlik uçuşun tamamını, bu yolculuğu yaptığım için pişman olarak ve verdiğim kararı kafamda sürekli sorgulayarak geçirmiştim. Bir yanda Arthur’un becerilerimi gitgide kaybettiğimi söyleyen sesini duyuyordum. Diğer yanda ise hastanedeki adını hatırlamadığım doktor, “Yavaşla, bir tatile çık,” diyordu. Ve sonra Ruby’yi hatırladım. Elimi göğsüme koyup, kalp atışlarımın sesini bastırmaya çalıştım.

“Seattle’da mı yaşıyorsunuz?” diye sordu adam, beni iç dünyamda daldığım diyaloglardan çıkararak.

“Hayır,” diye karşı çıktım. “Yani, öyleydim. Uzun zaman önce.”

Adam anladığını belirtircesine başım salladıktan sonra önümüzdeki koltuğun altmda duran çantasına uzandı. “Dünyanın en güzel şehri,” diyerek derin bir iç çekti. “Hissediyor musunuz?”

“Neyi?” diye sordum şaşkın bir halde.

“Burada diğer şehirlerdeki o bunaltıcı his yok,” dedi. “Sakinliği ve huzuru hissedebiliyorsunuz.”

Kibarca başımı sallayarak onayladım. Uçaktan indikten sonra adamın söylediklerini neredeyse tamamen unutmuşum. Ta ki taksi beni Mavi Kuş Kitabevi’nin önünde bırakana dek. I )erin bir nefes aldım. O yabancı adamın tarif ettiği huzurun la kendisiyle dolmuştum. Belki de tansiyon ilacım nihayet etkisini göstermişti.

Dükkân tıpkı hatırladığım gibiydi. Ama aynı benim gibi onda da yaşlılık belirtileri görülüyordu. Binanın tuğla cephesinin sıvası dökülmeye başlamıştı. Büyük, beyaz çerçeveli pencerelerinin güzelce silinmeye ihtiyacı vardı. Yeşil kapısının üzerindeki tabela hâlâ gururla asılı duruyordu. Tabeladaki tanıdık yazıya göz gezdirdim:

Mavi Kuş Kitabevi 1946’dan Beri Çocukların Yeri

Çantamdan içinde anahtarın olduğu zarfı çıkardım. Avukat onu bana kargoyla gönderme nezaketinde bulunmuştu. Telefonda konuştuğumuzda, Ruby’nin ölmeden önce aylarca hasta yattığını söylemişti. Kitabevi en az altı ay, belki de daha fazla süre kapalı kalmıştı. “Ruby onunla ilgilenemedi,” demişti avukat. “Ama son ana kadar denedi.”

Söyledikleri yüreğimi burkmuştu. Parmaklarımdaki karıncalanma hissi yeniden başladı.

“Bayan Andersen,” demişti avukat. “İyi misiniz?”

“Evet,” demiştim çabucak, oturup bir hap daha içmek için çantamı karıştırırken.

Anahtarı eski, pirinç kilide yerleştirerek çevirdim. Çektiğim kapı hafif bir gıcırtı ve çan sesi eşliğinde açıldı. O an Ruby teyzemin kapı koluna bağladığı çanları hatırladım. Onlara Noel çanlan derdi. Ruby’nin sıradan şeyleri sıra dışı gösterebilmek gibi bir tarafı vardı. Gülümseyerek kapıyı ardımdan kapattım ve içeri adım atıp geçmişimin kokusunu içime çektim.

Topuklarım ahşap zeminde tıkırdarken, etrafı gözlerime dolan yaşlar yüzünden bulanık görüyordum. Ruby teyzenin dosya ve kâğıtlarla dolu masası her zamanki yerindeydi. Üst üste yığılmış kitapların üzerinde, Ruby’nin yenilemeyi reddettiği eski, siyah, çevirmeli telefon duruyordu. Çalışma masasının yanında Victoria tarzı oyuncak bebek evi yer alıyordu. Eğilerek, yere düşmüş olan minik kanepeyi elime aldım. Kız kardeşimle birlikte saatlerce burada oturup oyun oynar, kendi odalarımızın ve giysilerimizin olduğu ve bizi sürekli yalnız bırakan bir annemizin olmadığı bir dünya hayal ederdik. Oyuncak evin çatısındaki toz tabakasını üfleyip, çalışma odasındaki eşyaları her zaman hoşuma gittiği şekliyle yeniden düzenledim. Kanepeyi sağa, masayı sola koyup, yılbaşı ağacı için biraz yer ayırdım. Ruby öğütülmemiş karabiber tanelerini kırmızıya boyayarak minik süsler yapmış ve onları oyuncak ağacın dallarına yapıştırmıştı.

Ayağa kalkıp elimi kitabevinin zümrüt yeşili duvarlarında gezdirdim. Çam ağacı rengi, derdi Ruby her zaman. Boyası yer yer dökülmüş olsa da, duvarlar çerçevelenmiş sanat eserleriyle dolu olduğundan bunu fark etmek zordu. Ayın üzerinden atlayan bir inek resminin yanında, Roald Dahl’m imzalı, siyah beyaz bir fotoğrafı asılıydı. Fotoğrafının altına, “Mavi Kuş Kitabevi’nin tüm çocuklarına, hayal kurmaktan asla vazgeçmeyin,” diye yazmıştı.

Yeşil-sarı çizgili, rengi solmuş eski perdeleri açtım. Bir zamanlar dalga dalga ve gösterişliyken, şimdi tozlu, güneşten renkleri uçmuş ve etekleri yırtılmış bir haldeydiler. Ruby teyzemin bana perdeler için ilham aldığı turuncu-beyaz bir sirk çadırının fotoğrafını gösterişini hatırlayarak gülümsedim.

Düğmesine bastığım kristal avize etrafı belli belirsiz aydınlattı. Belki bir, belki de on iki ampulü eksikti. Onları yenilemeyi aklımın bir köşesine not ettim.

Arka merdivenlere yönelerek Ruby’nin üst kattaki dairesine çıktım. Daire küçüktü, ama yüksek tavanı ve tuğla duvarları her nasılsa onu daha geniş gösteriyordu. Ve Ruby’nin vefa-Iinin üzerinden aylar geçmiş olduğunu bilmeme rağmen, evde sanki daha bu sabah kızarmış ekmek ve yumurta pişirmiş, sonra da Yeşil Göl’de yürüyüşe çıkmış gibi bir his hâkimdi. Tost makinesinin fişi hala prizdeydi, çaydanlık küçük ocağın üzerinde hazır bekliyordu ve musluk lavaboya usulca su damlatıyordu.

Amy ile kaldığımız küçük odanın kapısmdan içeri göz atlım. Tek kişilik iki yatak ve küçük komodin hâlâ oradaydı. Püsküllü başlığı olan eski tip, porselen gece lambası, maun sehpanın üzerinde duruyordu. Türlü hatıralarla ve bazılan boyum kadar olan, üst üste yığılı kitaplarla dolu koridordan geçerek

Kuby’nin yatağının yanına gittim. Koyu kırmızı, kadife yatak örtüsü, Ruby’nin misafir beklediği zamanlarda yaptığı gibi titizlikle örtülmüştü. Elimi yumuşak kumaşın üzerinde gezdirdim. Yıllarca her akşam saat beşte dükkânı kapatır, sonra da sekizde akşam yemeğini yiyene dek yatağında oturup kitap okurdu. Bu yüzden örtünün tam ortası eskiyip yıpranmıştı.

Tanıdık bir minderi incelerken gözlerim bir anda yaşlarla doldu. On yaşındayken o minderin üzerine pembe bir gül dikmiş ve doğum gününde onu Ruby teyzeme vermiştim. O da bunca yıl onu saklamıştı. Her sabah uyandığında ve her gece başını yastığa koyduğunda ona bakıyordu. Acaba beni düşünüyor muydu? Her ne kadar niyetim bu olmasa da, Seattle’dan ayrıldığımda geçmişimle birlikte Ruby’yi de ardımda bırakmıştım. Kalp atışlarımın hızlandığını fark ettim. Hislerimi daha fazla bastıramıyordum. “Ah, Ruby,” diyerek ağlamaya başladım. Pencereden içeri sızan serin havayla birlikte ürperirken yüreğimin daraldığını hissettim. Komodinin üstünde duran küçük, maun mücevher kutusuna, kız kardeşimle benim

çerçeveli fotoğrafımıza ve Ruby’nin altın zincirli, eski, oval madalyonuna göz gezdirdim. Onu boynundan hiç çıkarmadığını hatırlayabiliyordum. Kız kardeşimle ona madalyonun içinde ne sakladığını sorduğumuzda, her defasında gizemli bir şekilde gülümser ve onu kazağının içine sokarak, “Büyüdüğünüz zaman öğrenirsiniz,” derdi. Ama bir kez olsun o madalyonun içine bakma fırsatımız olmamıştı.

Madalyonu alıp boynuma taktım. Ama içine bakmayacaktım. Hayır, onun içinde ne saklı olduğunu öğrenmeyi hak etmiyordum. Onu boynumda taşıyacak ve bundan böyle Ruby’nin bir hatırlatıcısı olarak saklayacaktım. Ve onun sırrını hep saklı tutacak, koruyacaktım.

Tıpkı Ruby’nin yaptığı gibi madalyonu kazağımın içine soktum. O sırada mücevher kutusunun yanında duran ve üze-ı mde Ruby’nin yazısıyla ‘June’ yazan beyaz bir zarfı fark et-lıııı. Yatağa oturarak zarfı açtım.

Sevgili June,

Sen bunu okuduğunda ben buralarda olmayacağım. Sonumun gitgide yaklaştığını biliyorum. Bu yüzden burayı senin için hazırladım. Beni bakımevine götürüyorlar. Tanrım, bir bakımevinde yatıyor olacağım. Hayal edebiliyor musun?

Okumayı bırakıp gözümden süzülen yaşı sildim. Kelimeleri okurken kulağımda Ruby’nin neşeli sesini duyuyordum.

Ama bana söylediklerine göre artık zamanı gelmiş. Bu yüzden yatağa temiz çarşaflar serip, mutfağı düzenledim. Etraf bu kadar dağınık olduğu için üzgünüm. Bugünlerde bir şeyleri atmak benim için zor olduğundan her şeyi saklamaya meyilliyim. Burada kalacak olman bana gurur verir. Kendini evindeymiş gibi hisset. Tüm kalbimle öyle olacağını umuyorum. Çünkü burası artık senin evin, June.

Mavi Kuş Kitabevini başından beri sana bırakacaktım. Biliyorsun, hayatım, seninle hayata dair aynı hisleri paylaşıyoruz. Bunu sen daha küçücük bir çocukken biliyordum. Kız kardeşin saatlerini oyuncakların başında geçirir, sense pencere önüne oturur, gözlerini fal taşı gibi açarak kucağındaki kitabı okurdun. Tıpkı benim gibi sen de kitapları severdin. Umarım edebiyat sevgini, merak ve keşfetme arzunu hiç kaybetmemişsindir.

Seattle’ı terk edişin benim için hiç kolay olmadı. Ama neden gitmek zorunda olduğunu anlayabiliyordum. Kanatlarım açıp uçman gerekiyordu. Ve sen de öyle yaptın. Sadece arada bir eve de uçmanı dilerdim. Seni çok özledim.

Mavi Kuş Kitabevi’ni seveceğinden ve onunla en az benim kadar ilgileneceğinden şüphem yok. Bu kolay olmayacak. Artık çocuklar benim zamanımdaki kadar kitap okumuyorlar. Ve itiraf etmeliyim ki kitap sevgisinin gitgide ölmekte olduğundan endişe ediyorum. Günümüzde çocuk edebiyatı acil bir durumla karşı karşıya. Daimi müşterilerimin çoğu, medyanın ışıltısına ve internet denen şu şeyin cazibesine kapılmış durumda. Bundan iki yıl önce, Stuart adında küçük bir çocuk ve annesi Genie sık sık dükkâna uğrarlardı. Stuart ona okuduğum hikâyeleri, hayal gücüyle dolu gözlerini iri iri açarak dinlerdi. Ama son zamanlarda o kadar sık gelmez olmuşlardı. Geçtiğimiz yaz annesi onu getirdiğinde ise çocuğun gözlerindeki kıvılcımın sönmüş olduğunu görebiliyordum. Annesi o günlerde oğlunun ilgilendiği tek şeyin filmler ve bilgisayar oyunları olduğundan yakındı. Sonuç olarak, edebiyat ona bir zamanlar olduğu gibi hitap etmiyordu.

Ben elimden gelen ve bildiğim her şeyi yaptım. Ve artık sana bırakıyorum. Bu gelecek neslin çözmesi gereken bir problem. Masalsız bir çocukluğa çocukluk mu denir? Peki, kitabevleri olmadan çocuklar masalları nasıl sevebilir ? Bir bilgisayar insana bunları veremez.

Mavi Kuş Kitabevi’ni ayakta tutmanın zorlu bir iş olacağını biliyorum. Ama sana olan güvenim tam, June. Burayı biri kurtarabilecekse, o sensin.

İşte bu yüzden bu kıymetli yeri tüm sırlarıyla birlikte

sana bırakıyorum. Ve içinde onları keşfetmeni bekleyen pek çok sır var.

Beatrix Potter’m söylediği gibi, “Hangi cennet bilgi ve sağduyuyla dengelenmiş bir çocukluğun dünyasını korumaktan daha hakiki olabilir?”

Ve burada bulacağın şey de bu, benim güzel çocuğum.

Sonsuz sevgilerimle, Seni çok seven Ruby teyzen.

Mektubu göğsüme bastırarak bir iç çektim. Benden kitabevini işletmemi istiyor. Başımı iki yana salladım. Ama nasıl? Ben New York’ta yaşıyorum. Bir işim var. Seattle ’da kalamam. Bunu yapamam.

O an Ruby’nin sesini duyar gibi oldum: Evet, yapabilirsin, hayatım.

Ve bir an için ona inandım.

‘Üçüncü fBöfüm

Ertesi sabah beşte Ruby’nin yatağında uyandım. New York’a göre saat sekizdi ve bu kadar çok uyuduğum için kendime kızmıştım. Normal koşullarda saatler önce kalkmış olurdum. Şimdiye dek çoktan on kilometre koşmuş, duşumu almış ve masama oturmuş olur, bir elim telefondayken, diğeriyle de e-postalarım arasında gezinirdim.

Benzer İçerikler

Kalpten Kalbe – Kat Martin – Online Kitap Oku

yakutlu

Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana – Bir Ada Hikayesi 1

yakutlu

Kan Gölü – Tess Gerritsen Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy