Bu kitap Âlem-i Gaip’te yaşayanlar için son derece önemlidir. Ne var ki Âlem-i Aşikâr olan bu dünyada işler öyle çabucak hallolacak gibi değildir. Derdi olana bir dert daha verilir, çıkmaz yollar kanaviçe gibi işlenir ki insan evladı topraktan yapılma bir âlemde olduğunu unutmasın. Unutmazlar da… Ta ki aşk kapıyı çalıncaya kadar. Nedir aşk? Dünyanın üzerine örtülen ölüm perdesinin yırtılması, siyah beyaz kalemle yazılmış ömrün bir çiçekle renklenmesidir. Hikâye, Hızır’ın Kaygusuz’a Aşk Kitabı’nı bulmasını söylemesiyle başlar. Ölümle doğum aynı anda gerçekleşir ve arayışın ilk adımları atılır.
Kaygusuz Abdal, Zeliha, Mahir Dede, Göğ Hatça, Karanlık Evliya, Şeyh Bedrettin, Gajgaj Dede, Hızır ve diğerleri… Bizi Aşk Kitabı’na götüren bu soluksuz macerada Âlem-i Gaip ve Âlem-i Aşikâr evrenlerinde neler olacağı, Aşk Kitabı’nı “aşk” kitabı yapan olayların nasıl sonlanacağı büyük bir merak konusudur. Fantastik ögeleriyle geçmiş, bugün ve gelecekten ötede, zamanın bambaşka boyutlarının görülebileceği bu kitapta Bektaşi edebiyatının temel kavramları da romanın öğretici yanını korumaktadır.
ÂLEM-İ AŞİKÂR
SULUCAKARAHÖYÜK
İbov Baba
Dervişler toplanıp dut ağacının dibinde oturan İbov Baba’nın yanına gittiler. İbov, karşısında Kırklar’ı görmüş gibi hemen ayağa kalktı. Konuşacak kişinin yüzünü arıyordu. Derken biri öne çıktı. “Erenler, biz sizden başka keramet gösteren kimseye sahip değiliz. Lütfedin, Ehl-i Beyt’in postuna siz oturun.” İbov Baba hiç ses etmedi. Dergâhtan çıkıp evine gitti. Vakit gece olunca kalbindeki sızı dilini çözdü. “Yâ Hakk! Ben okuma yazma bilmem. Ne yapacağımı bilmiyorum. Sen en iyisi benim canımı al!” Sabah oldu. İbov Baba’nın ölü bedenini buldular.
ELMALI
TEKKE KÖYÜ
Zeliha
Kesikbaş Türbesi’ne niyaza gelen Bektaş, Turhal’da sarı benizli bir dilbere vurulup onunla evleneceğini nereden bilsindi? Bir tek gaiplerin âlemini değil, aşikâr kıldık dedikleri bu âlemi de sırlarla doldurmuşlardı. Kimin kime dönüp bakacağı sonra durup gülümseyeceği, kimlerin birbirini seveceği baştan belli değildi. Bektaş, sarı Elif’e “sen benim evvelim ve ahirimsin,” deyip evlenmiş, onu gelin olarak Elmalı’nın Tekke köyüne getirmişti. Çok zaman geçmeden ahirde neler olacağından habersiz, mutluluğun bu dünyada olduğuna kanaat getiren Bektaş, ilk çocuğu Çelebi’yi kucağına almıştı. Çelebi, adı gibi bir çocuktu. Evde annesinin işlerine yardım eder, artan zamanlarında babasının tarlalarında çalışan ırgatlara evden soğuk su götürürdü. İnsanlık namına ne varsa; vicdan, olgunluk ve zarafet, Çelebi’de çocuk yaşına rağmen vücut bulmuştu. Böylesi bir evlada kardeş getirmemek ona yapılacak en büyük haksızlık olacaktı. Bektaş’ın hem hâli vakti yerindeydi hem de Elif bir değil beş çocuğa daha analık edecek kadar becerikliydi. Lakin dedik ya, bu âlem sırlarla doldurulmuştu, ne kadar deneseler de Elif bir türlü gebe kalamıyordu. İlkin ebelere danıştılar, ardından türbeleri bir bir gezdiler. Ne Elif’in koynunda sakladığı okunmuş yeşil bezler ne de ebelerin verdiği hedikler1 bir işe yaramıştı. Bazen “ah!” bazen dua etmişlerdi ama Çalap2 onları duymamıştı. Bektaş’la Çelebi’nin duaları bitince Elif’in bir gün midesi bulanmaya başladı.
Bulantılar kesilmeyince oğlana kardeş geldiğini anlayıp sevinçten şaşkına döndüler. Sevincin korkuya dönüşmesi ise dördüncü ayda oldu. Bebek vakti zamanında canlanmış fakat gece gündüz Elif’in karnında hiç durmadan hareket ettiği için gebelik bir kâbusa dönüşmüştü. Elif, uyku uyuyamıyordu. Yeşil gözleri kan çanağına dönmüş, kasıklarında ağrılar oluşmaya başlamıştı. Bebeği atıp düşük yapacağını düşünse de ebeler ne zaman gelip rahim kapısından Elif’i yoklasalar, düşmeyeceğini söylüyorlardı. Elindeki işi gücü bırakıp evde karısının yanında olmaktan başka bir şey yapamayan Bektaş, çaresizdi. Elif durmadan ağlıyor, ara ara ya ağrıdan ya da öfkeden avazı çıktığı kadar bağırıp, karnındaki bebeği aylarca taşıyacağını düşündükçe eceli çağırıyordu. Bebeğin kordonu boynuna dolayıp öleceği yoktu. Elif ise bir dev doğuracağına kanaat getirmiş, doğacak devin yüzünü hayal dahi etmişti.
Vücuda göre büyükçe bir kafaya nakşedilen o yüz, yara bere içindeydi. Kaşları kedilerin kuyruğu kadar kalın, burnunun üzerindeki kemer, gözleri kapatacak kadar iriydi. Elif bu devi doğururken muhtemelen ölecekti. Bektaş’a söylediği “İçime bu canavarı sen koydun!” lafı Bektaş’ın zihnine mıh gibi saplanmıştı. Bir insandan ancak bir “insan” doğabilirdi. Bektaş’ın suyu canavar yapmaya kadir değildi. Gel gör ki Musaf’ta3 “Hepinizi sudan yarattık,” kelamı vardı. Öte yandan Çalap’ın Bektaş’a verdiği suyla insan yerine canavar yapması pek mümkündü. Takdir Hakk’tan deyip gelen bebek canavar da olsa babalık etmeli, onu orta yerde bırakmamalıydı. Fakat Elmalı’da herkes Bektaş kadar insaflı değildi. Elif’in yaşadığı gibi bir gebelik daha önce ne görülmüş ne de duyulmuştu. Bu bebek hayra alamet değildi. Ahali evlerde, sokakların ıssız köşelerinde ve mezarlıklarda bu canavar bebeğin doğacağı güne hazırlanıyordu. Kadınlar bebeğin sakallı doğup yatırlara musallat olacağı ve böylece milletin evliyalarla olan iman bağını koparacağından emindiler. Erkekler göre bebeğin doğacağı gün ya zelzele olacak ya da tufan kopacaktı. İyi niyetli olanlar içinse kıtlık olması muhtemeldi ve bundan sebep makul olan ambarların buğdayla doldurulmasıydı.
Aylar ayları kovaladı ve bebeğin doğacağı gün gelip çattı. Elif’in sesi Tekke köyünde yankılanıp tüm Elmalı’ya yayıldı. Bektaş çevrede ne kadar maharetli ebe varsa ceplerine bolca para koymuş “Elif’i ecelin elinden alın,” demişti. Öyle de olmuştu. Elif, bebeği cennetinden kovarken hayat ağacına tutunup yaşadığı ıstıraptan kurtulmuştu. O, dünyaya yeniden doğmuş olmanın verdiği hazla aylardır uyuyamadığı uykunun derinliklerine dalmışken olan bitenin şaşkınlığını yaşamak da ebelere ve Bektaş’a kalmıştı.
Bektaş bir taraftan kucağına verilen bebeğin yüzüne gülümsemesini seyrederken öte yandan ebelerin anlattıklarını dinliyordu; doğum hiç de zor olmamıştı. Bebek öyle bekledikleri gibi beş altı kilo değil ancak üç kiloya yakındı. Doğar doğmaz nefes almak için az ağlamış, hemen gözlerini açıp ondan sonra gülmeye başlamıştı. Bektaş kızının kulağına “Allah, Muhammed, Ya Ali! Ya Kevser-i Fatıma! Ya Hünkâr Hacı Bektaş!” deyip “Zeliha” ismini okurken, Elmalı’nın tufanda yok olmayacağı haberi hızlıca etrafa yayılmıştı. Zeliha’ya üç gün süt veremediler, anası uykudan bir türlü uyanamıyordu. Dördüncü gün Elif, memesine yapışan kızının nasıl olup da bir meleğe benzerken karnında canavar olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ama bitmişti; Çalap’ın ona verdiği sınav tamam olmuş Elif, yüzü cennetin kalemiyle çizilmiş güzel kızı Zeliha’yı kucağına almıştı.
Yedi yaşına yeni giren Çelebi, önceleri bu kız bebeğine gösterilen ilgiden hiç hazzetmemiş ama babasının “Sen artık ağabey oldun, Zeliha’nın sorumluluğunu sana veriyorum,” demesiyle kardeşini sahiplenmişti. Fakat Zeliha’nın ne ağabeyini ne de anne babasını sahipleneceğini anlamak pek uzun sürmedi. Annesine meme emmek dışında yaklaşmayan kız, kucakta olmayı sevmiyor tek başına bırakıldığı divanda kendi parmaklarıyla oynayıp kendi kendine gülüyordu. “Bektaş bu çocukta bir iş var. Bebek gibi değil bu. Bebek dediğin anasının koynundan ayrılmaz. Anası ola ki divana bıraksa hemen gözleri onu arar, olmadı ağlar. Kimse duymasın ama bu kızda bir iş var!”
Aradan zaman geçmiş, Zeliha beş yaşına gelmiş, Elif, “Kimse duymasın,” demiş olsa da Zeliha’nın hâli gizlenememişti. Sultanların sarayında doğmuş gibi herkese bir mesafeden bakan kız bu âleme tek başına yaşamaya gelmiş gibiydi. Annesini yalnızca dünyaya gelmek için kullanmış, sonra dönüp yüzüne bakmamıştı. Babasına verdiği olası önem evde bulunan kitaplara duyduğu ilgiden kaynaklanıyordu. Abisi Çelebi’yi yanına yaklaştırmasının sebebiyse o olmadan bağ, bahçe, göl kenarında cirit atmasına izin verilmiyor olmasıydı.
Zeliha yedi yaşına girdiğinde bir sabah onu yatağında ateşler içinde buldular. Elif “Bu kız bu ateşe dayanamaz ölür!” diye ortalığı ayağa kaldırdı. İzin vermediği için dokunamadığı yavrusunu o gün kolları arasına aldı ve altı ay süren amansız hastalık boyunca kızını tek bir an olsun bırakmadı. Çalap’ın kız çocuklarıyla alıp veremediği neydi bilinmez lakin kızların hastalanıp bolca toprağa verildiği yıllardı. Elif, Çalap’ı değil kendini suçluyordu.
Gebelikte karnında huzur vermeyen bebeğinin ölmesini istemiş, kızı anasının karnında bu isteği sezmiş ve dünyaya gelince de bundan sebep hem ondan hem de dünyadan yüz çevirmişti. Elif’in sarı saçları gözyaşlarıyla ıslanırken Bektaş kızını kurtarmak için çalmadık kapı bırakmamıştı. Derdinin dermanı Kaf Dağı’nın ardına atılmış, çare diye ne söylendiyse bir işe yaramamıştı. Bektaş’ın bir gün Elmalı’dan köye dönerken kumaş satan bir dükkânın önünde tezgâhta duran siyah tülden bir kumaş dikkatini çekti. Kumaştan iki arşın satın alıp eve getirdi. Önce bir kovayı suyla doldurdu sonra suya bildiği tüm duaları okuyup “Ya Hızır!” diyerek kumaştan kestiği bir parça tülü suya batırdı.
Biraz bekledi, ardından ıslak tülü götürüp Zeliha’nın yüzüne örttü. Bir gün boyunca Elif, Bektaş ve Çelebi başlarını dara kaldırdılar.4 Darda başını kaldırdı, gaip âleminden icazet verildi. Bektaş’ın kızını ölüm döşeğinden bir tül parçasıyla çekip alması ta çevre illerden duyuldu. Zeliha ayağa kalkmıştı. Siyah tülün yaptıklarını öğrenmiş, öğrendiği şey onu büyülemişti. O gün kendi elleriyle başına bir taç örüp tülü peçe diye ona iliştirdi ve yüzünü örttü. Yaptığı şeye birkaç gün ses etmediler fakat Zeliha peçeyi yüzünden çıkarmayınca önce Elif, ardından Bektaş onu karşılarına alıp peçe takmanın kendi adetlerinde olmadığını anlatmaya çalıştılar. Onlar anlatırken Zeliha, Arap illerindeki kadınların çarşaflı ve peçeli olduğunu öğrendi. O gün yüzündeki peçeyi çıkarmadığı gibi evde bulduğu siyah bir kumaşı kumral saçlarının üzerine örttü ve kimse o örtüyü bir daha çekip almayı başaramadı. Zeliha, Türkmenlerin ortasına düşen felek meleği gibiydi artık. Ateşlerin içinden sağ çıkan kızın dimağı5 da iyiden iyiye açılmış, babasına “Çelebi’ye verdiğin dersleri bana da ver,” demişti.
Bektaş’ın hiç düşünmeden ona ders vermeyi kabul etmesinin nedeni şüphesiz ki en büyük mürşidin ilim olduğunu bilmesiydi. Zeliha’nın yedi yaşında başlayan eğitimi on sekiz yaşına kadar sürecek, babasından ve özel hocalardan çeşitli ilimler öğrenecekti. Cebir,6 belagat,7 şiir, hikmet8 ilminin yanı sıra hurufat9 da okuyacak; elinden düşürmediği bazı kitaplar yirmili yaşlarında verdiği kavgaya neden olacaktı.
O kitapları okuması daha sonra babası tarafından yasaklansa da Fütüvvetname-i Bektaşiyye, Buyruk, Nehcü’l-Belâğa, Fatıma Musafı ve Saadete Ermişlerin Bahçesi Zeliha’nın belleğine kazınmıştı. Başındaki siyah örtü ve peçe için “Ben hacerü’l-esvedim, Fatıma’nın yasını tutuyorum,” demeye başlayan kızını başlarda ikna etmeyi deneyen Bektaş, kendi imanına zeval geleceğini sezdiğinde kızıyla Kerbela’yı konuşmaktan vazgeçmişti. Zeliha’nın kavgası Yüce Çalap’laydı. Kim ona O’nu hatırlatmaya kalksa “Hangi Çalap bu dediğin? Fatıma’yı açıkta bir başına bırakan mı? Ha, bildim kimi dediğini! Hüseyin’i Kerbela’da yalnız bırakanı diyorsun! Su bile verdirmedi Hüseyn’ime!” Bektaş’ın zihninde bu son cümle durmadan dönüyordu artık. İmam Hüseyin’in Kerbela’da yalnız bırakılmasına canı fena hâlde sıkılıyor, düşlerinde kendini çölde İmam’a yardım etmeye çalışırken buluyor, Çelebi’ye “Yok mu bir soğuk su, çabuk su getir,” diye bağırıp başını göğe kaldırıp Çalap’a kızıyordu.
Bütün köyün hâli artık Bektaş’ın hâline benzemeye başlamıştı. Kim Zeliha’ya selam verse kendini Kerbela Çölü’nde Hakk ile kavga ederken buluyordu. Zeliha ne ceddi Evlad-ı Resul’e dayanan Türkmenlere ne Mekke’ye ne de Medine’ye huzur veriyordu. Bektaş artık mutluluğun bu dünyada olmadığından iyice emin olmuştu.
Rüyalarında Kerbela’ya gide gele iç dünyasında bir hâller olmuş, gerçekleşmeden önce olacakları görmeye başlamıştı. Doğuştan getirdiği yarım yamalak iman, Zeliha’ya gösterdiği sabırla belli ki tamamlanmıştı. Köyden Elmalı’ya alışveriş için yola çıkmayı planlayan Kıymet Hatun’u kapısında yakalayıp “Hırsızlara dikkat et, paranı cüzdanına değil, çorabına koy,” demiş, dediği birebir çıkmış, Kıymet de parasını çorabına koyduğu için hırsızları eli boş göndermişti. Bu olayın Elmalı’da yayılmasının ardından Bektaş’ın soyunun Ehl-i Beyt’e dayandığı hatırlanacak ve artık o “Bektaş Dede” diye çağırılacaktı.
“Dede” diye çağrılmaktan hazzetmeyen Bektaş, sabah akşam hem Ehl-i Beyt’in hem de Çalap’ın onu affetmesini dilemeye başlamıştı. “Dede olmak kim biz kimiz! Öyle her soydan gelen kendine Dede derse bu işin sonu gelir mi? Şu rüyaları benden al ya Hakk! Bana da Zeliha’ya da hem iman hem akıl ver kurban olduğum!” Çalap duanın bir bölümünü işitmiş, gördüğü rüyaları Bektaş Dede’nin elinden hemen alıvermişti. “Dede” sözünü milletin dilinden çekip alamayan Bektaş, Fatıma Ana’ya karşı olan mahcubiyetinden kurtulamamış, Ana’nın onu affetmesi için dünyada kalan mühletini artık zorda kalan herkese iyilik yapmakla geçirmeye karar vermişti. O kararını verince başı sıkışanların Bektaş Dede’ye gelmeye başlaması sözünün gaipten tam işitildiğine delildi. Kapısını ilk çalan kişi Deli Sefer oldu. Ocakta yakacak odununun bittiğini, ormana tek başına gitmek istemediğini söyleyen Sefer, Bektaş Dede’nin kendisiyle gelmesini istiyordu.
Bektaş hemen üzerine hırkasını giyip eline baltasını aldı. Baltayı ağaçları korkutmamak için bir yemeniye sarıp Sefer’le beraber ormanın yolunu tuttu. Deli Sefer’in başlattığı bu kapı çalma işi o günden sonra hiç kesilmedi. Kapıyı çalanlar arasında Başçavuş Muavini Hıdır, Zarife Ebe, Göğ Hatça hatta Alâiye beyinin oğlu Kaygusuz Abdal da vardı. Kimi ona odun taşıtmış, kimi hastalığa çare sormuş, kimi nadiren bulunan bir çiçeğin yerini sormuştu. Bektaş Dede’nin kapısını çalan kimse boş dönmemiş yaptığı iyilikler Fatıma Ana’nın defterine yazılmıştı. Bektaş’ın gönlünü bulandıran tek bir derdi kalmıştı. O dert, Zeliha’ydı.
“Zeliha nerede Elif Hanım?”
“Çelebi’yle bostana gittiler bey.”
“İyi. Ben Deli Sefer’in yanına gidiyorum.”
“Ne iş yapacan Sefer’le?”
“Göğ Hatça’ya mektup yazdım onu gönderecem.”
“Akşama ne yersin?”
“Madımak kaynatırsan yeriz.”
“Kaynatırım.”
MALYA OVASI
Göğ Hatça
Yıldızların elleri Malya Ovası’na değiyordu. Göğ Hatça kendisine doğru dörtnala gelen kara atı gecenin içinden çekip aldı. Atın üzeri boştu. Rüzgâr önce Hatça’nın beyaz tülbendini başından aldı, sonra kara atla beraber ovadan uzaklaştı. Göğ Hatça yere düşen tülbendini alıp başına koydu. İbov Baba’yı fark etti. Kıyametin suruna üflemek istercesine öfkeliydi İbov, bağırıyordu. “Daha ne kadar devam edecek bu ana sultan!” “Aha bu tependeki ay yere düşene kadar.” “Ay yere düşer mi?” “Bunların sayısı üç idi evvelden; ikisi düştü yere, bu da düşer, az bekle!” Uykusundan uyanıp yattığı yerden doğrulan Göğ Hatça, gördüğü düşün ne anlama geldiğini biliyordu. İbov, Hakk’a yürümüştü.
Yanında uyuyan Naile’yi başını okşayarak uyandırdı. Başı okşanan tek kişi Naile’ydi. Diğerleri; Sefa, İsmail, Makbule, Fındık, Fevzi ve Sarı analarını bakışından tanır, onunla susarak konuşurlardı. Malya Ovası’nda yeni sabaha uyanan herkes gibi onlar da yerdeki eşyalarını toplayıp atların heybesine yerleştirdiler. Ötedeki kalabalığın arasında bir hareketlilik olduğunu fark eden İsmail, anasına baktı.
“Bir haber geldi zaar.” Göğ Hatça haklıydı. Haberi getiren kişi seğirterek ona doğru geliyordu.
“Hatça Bacı, İbov öldü diyorlar!”
Herkes başından kayan tülbendini eliyle yerine koyan
Göğ Hatça’ya bakıyordu.
“Eyi, herkes işine baksın!”
Fakat işe bakmadan önce İbov için bir dua okumak icap
ederdi.
“Bildiğimiz bir duayı okusaydık keşke.”
“Ben kimsenin dilinden dua okumam! Bellemediniz
mi!”
Bakışlarını bulutlara çevirip bir müddet orada gezdiren
Hatça kızmıştı. Dönüp çaresizce kendine bakanları seyretti.
Kızgınlığı iyice arttı.
“Sizi de bu yeryüzüne toplanıp ağlaşın diye gönderdiler ya, ben ona yanarım!”
“Gülünecek hâl var, üzülecek hâl var ama bacı.” “He mi? Kim belletti bunu sana? İbov öldü diye oturup üzülecek miyiz şimdi! İbov ölürse ölsün, size ne! Hakk’la İbov arasındaki meseleye sizi mi şahit tutacaklar! Ölüme üzülen imansızlar, gidin bebelerinize aş bulun. Herkes işine baksın; Hakk Hakk’lığını yapsın, adam adamlığını!” Bu sözün üstüne kimse bir şey diyemedi. Atların sırtına binip Göğ Hatça’yı takip etmeye başladılar. Sayıları bir bölük kadardı. Ağır vergilerin altında ezilen herkes gibi onlar da Malya Ovası’na inmişlerdi. Cenk olacaktı. Kimin kimden alacağı varsa ortaya çıkacak, Yüce Divan’ın huzurunda haklar pay edilecekti. Ovaya indikleri söylenen Melik’in askerlerine paralı Frankların eşlik edeceği dendiği gibi, Baba İlyas’ın Türkmenlere baş olacağı lafı da vardı. Göğ Hatça ne olacaksa bir an önce olsun istiyordu. Kimin Muaviye’nin dölü olduğu ortadaydı. Bu dünya elbette gör-geç âlemiydi lakin öte yana geçmeden önce görülecek hesaplar vardı. Atlıların tepesinde iki başlı bir güvercin uçuyordu.
Bu güvercinin “Hacım Sultan” olduğuna herkes adı gibi emindi. Hacım Sultan’ın soyundan gelen Göğ Hatça, tıpkı atasıgibi belinin kuşağında yatağan kılıcının yanı sıra bir de nişan olsun diye tahta kılıç gezdiriyordu. Ömrü sıkıntılarla geçmişti Hatça’nın. Üvey anasının ettiği eziyetlerden sebep bu dünyaya kız olarak gelmenin haram edilmesi gereken iş olduğunu düşünür ve çekecekleri dertleri hesaba katarak kız çocuklarına hem üzülür hem de onları sevmezdi. Naile’yi bu kızlardan ayrı tutmasının bir nedeni vardı. Naile sekiz yaşındayken suçiçeği olmuş, hastalığı ilerleyip ölüm döşeğine yatmıştı.
Kızın anasına o döşekten bakışı Göğ Hatça’nın ciğerine işlemiş, Naile’ye iyi bakmadığını düşünüp kendini suçlamıştı. Bektaş Dede’nin suyla ıslatıp gönderdiği okunmuş tül olmasa Naile şimdi hayatta olamazdı. Cengin ne iş getireceği, kimin ölüp kimin kalacağı belli olmazdı ama Hatça’nın niyeti; toprak kan gölüne dönmeye başladığında Naile’yi Makbule’yle eve göndermekti. İsmail’e bir bakış atıp atını ters yöne sürmeye başlayan Göğ Hatça, başlarında ecel perçemi olan genç delikanlılara tek tek bakarak konuşmaya başladı.
“Paralı askerlerin ovaya ineceğini ben de duydum. Tütünü kesilsin1 onların! Kesecez de! İman parayla satın alınır mı heç! Siz Şah-ı Velayet’ten başkasına diz çökmeyen Türkmen erleri, üç beş güne kalmaz bu meydanda cenk çıkar. Biz buraya elimizden alıkonan hakkımızı bebelerimiz için almaya geldik. Tepemizde uçan aha bu güvercinin yüzü suyu hürmetine diyom ki, Muaviye döllerinin başını almak için artık size destur verildi. Gayrısını onlar düşünsün!” Gençlerin gözlerindeki parıltı Göğ Hatça’nın kalbine değiyor, cenk her an başlayacakmış gibi elini belindeki yatağan kılıcının sapından geri alamıyordu.
Ellili yaşlarındaydı Hatça. Sarı saçlarının çoğu aka dönmüştü. İki kulağına değil tek kulağına küpe takardı. Ortası kırmızı yakut, kenarları beyaz inciden olan damla küpe, ona kadın olduğunu hatırlatan yegâne şeydi. Göğ Hatça ne çocuk olmuştu ne de yeni yetme. Doğduğu gün dünyanın derdini sırtlamış, sert mizacı hiç değişmemişti. Ellerinde ve çenesinde mühürler vardı. “Bunlar süs değil yazgı,” diyordu. “Çepnilerin tamamı, Avşarlar, Mursallılar, Bogomiller yolda. Yalnızca onlar mı? Muşkiler, Tabeller, Katonlar, Sıraçlar, Sarıkeçililer de geliyor. Bakalım bizimle nasıl baş edecek deyyuslar!” Göğ Hatça’nın daha diyecekleri vardı ama sustu. Bölüğe yetişmeye çalışan bir atlıyı fark etti.
…