“Ağır bir taş gibi oturdu Anneme Mektuplar yüreğimin üstüne yıllarca. Eserin yayınlanmış şekli elime geçince ruh dinginliği içinde buldum kendimi -taş aniden kaldırıldı, yara kapandı, ve üstüme hoş bir hafiflik kondu… Bugüne değin söylemek istediğim şeyleri -beni mutlandıran, beni üzen, beni ayakta tutan ve yaşamama yardım eden şeyleri- Anneme Mektuplar’da söyledim… Anneme Mektuplar’a döktüğüm sevgi ve heyecanı annem bana yirmi yıl içinde nasıl aşıladıysa, aynı sevgi ve heyecanı neredeyse kırkbeş yıl boyunca benden esirgemedi Regina.
Sırf bu yüzden onun öğretmen Akimova’nın kişiliğinde kendini aramasını tabiî buluyorum. Ya Saf, ve Saf’ın annesinin kişiliklerinde kimler saklı? Edebiyat çevrelerinde çok tekrarlanan bir soru ve soruya ünlü bir cevap var: Flaubert’e, Madame Bovary kim? diye sormuşlar; Flaubert de Madame Bovary benim diye cevaplamış soruyu. Şimdi ben kalkar da Anneme Mektuplar’ın Saf’ı (veya Topkayacı’sı) benim dersem, okur inanır mı acaba?.. Oysa değilim… O kişilikleri kendi ruhumda ve kendi içimde taşıdım uzun yıllar. Sonra başkalarının tanımaları gereğini duydum ve özledim, ve onları kendi ruhum ve dimağımdan çıkarıp okura sundum.” (Cengiz Dağcı, Temmuz 1988)
Birinci Mektup
Anneciğim, Hâlâ anneciğim diyorum sana. Oysa ihtiyar bir adamım ben. Saçlarım ağardı çoktan. Değnekle yürüyorum sokaklarda. Görme yeteneğim de zayıf. İki yıl olmadı yeni gözlük alalı; gene de, duraklarda güçlükle görebiliyorum yaklaşan otobüslerin numaralarını. Gözlükçüye gidip şikâyet ettim geçenlerde: Gözlüğünüzde kusur falan yok; görme yeteneğiniz değişiyor sadece, diyor gözlükçü. Görme yeteneğim mi değişiyor, çevremde gördüklerim mi değişiyorlar, bilmiyorum; bildiğim bir şey varsa, gözlerimde değişmeyen bir sen kaldın, Anne. Seni kırkbeş yıl öncesi gördüğüm gibi görüyorum hâlâ. Kırk beş yıl! Her şey değişti bu kırkbeş yıl içinde. Yollar, sokaklar, binalar; gökyüzü bile başka bir gökyüzü gibi geliyor bana. İnsanlar da öyle. Öyle ki, gözlerim bir gökyüzü arıyor, mavisi bizim göğümüz gibi; gözlerim bir yeşillik arıyor, bizim bağların yeşili gibi; bir gülümseme, bir ışıltı arıyor gözlerim bizim kızlarımızın ışıltılı gözleri içindeki gülümsemeler gibi.
Ama yok. Yalnız sen varsın, Anne. Önemli olan da bu aslında. Ve senin varlığın aradabir gülmeme, değişik de olsa gökyüzünü, çiçekleri, kuşları, kelebekleri sevmeme, hatta günümüzün insanlarını anlamama yardım ediyor bana. Sen varsın diyorum ya, gerçekte var olan ben’im, ve benim varlığımda sen yaşıyorsun -tıpkı kırkbeş yıl öncesi gibi. Daha fazla: Şimdi içime yerleşmiş senin varlığın öncesinden daha bir gerçek belki. Belki diyorum, çünkü kendi hayatımın gerçek bir hayat olduğundan emin değilim. Ama, gerçek veya yapma, seninle bu hayat, daha bir sevimli ve değerli oluyor benim için.
Eskiden senin üzüntülü yüzün, yorgun bakışların, hattâ gözyaşların önemli denecek bir tepki uyandırmıyordu bende. Bugünlerde ise seni üzüntülü gördüğümde ben de üzülüyorum ve senin başını göğsüme bastırıp saçlarını, şakaklarını okşuyorum sevgiyle. Sen hiç değişmeyeceksin benim gözlerimde. Değişme sakın. Günün birinde değişivereceksin diye korkuyorum, Anne. Seni tanıyamıyacağımı düşündüğüm anlarda ürpertiler geçiyor içimden, soluğum tıkanıyor, kulaklarımın içine bir uğultu doluyor; nerde olduğumu, nerden gelip nereye gittiğimi bilmiyorum. N’olursun değişme, Anne. Benim ömrüm uzun sürmeyecek gayrı. Ömrümün bu son birkaç yılını yeniden seninle yaşamak istiyorum.
Evet, seninle. Mektuba başlamadan önce yazılacak çok şey vardı. Şimdi nerden ve nasıl başlamam gerektiğini kestiremiyorum bir türlü. Çocukluk hâtıralarımla başlamayı düşündüm önce. Ama caydım hemen bu düşüncemden. Çocukluk hâtıralarımdan çok daha önemli şeyler var kafamda. Ama dün, Londra’nın Earls Court istasyonunda treni beklerken, elimde olmadan, çocukluğum geldi aklıma. Sen gelip durdun gözlerimin önüne.
Kızıltaş’ta, Pilibaşı duvarı dibindeki karınca öbekleri üstünde oynarken, az uzaktaki evimizin avlusunda kolların sıvalı, saçların terli şakaklarına yapışık, yaz güneşi altında ahşap bir kürekle kızgın fırından ekmek ve pideleri çevirdiğini gördüm. Güzeldin, Anne. Hayat yükü, iş-güç, aile kaygıları yıpratmamıştı seni henüz. Gözlerinin içinde umut ve özlemler vardı. Arada başını çevirip Pilibaşı yönüne bakıyordun. Beni kolluyordun. Ayrılmayacaktık birbirimizden. Ben yetişip büyüyecektim.
Sonra evlenecektim. Çoluk çocuk sahibi olacaktım. Ama terketmeyecektim seni hiç. Kızıltaş’ta, belki Pilibaşı yakınlarında bir yerde, yeni bir ev kuracaktık, bağlı ve bahçeli. Seni yeni evime götürecektim. İhtiyarlığında torunlarını sevecektin o evde, gelininle övünecektin; bahçemin çiçeklerini okşayacaktın; evimin serinliğinde Kur’ân’ını okuyacaktın, namazını kılacaktın; ve günün birinde ömrünü tamamlayıp dünyaya gözlerini yumacaktın ağrısız. Olmadı. Şu anda ben Londra’da, Earls Court istasyonunda treni bekliyorum, sen ise…
Ha! Bak hele, benim nerde olduğumu biliyormuşsun gibi, Londra diye geçiverdim. Londra’nın sözünü etmek istemiyordum oysa. Ama garda treni bekleyen kalabalık hayli kabarmıştı ve ağır bir uğultu doluyordu kulaklarıma. Derken tren çıkıverdi korkunç bir gürültüyle tünelden; ve gürültü senin gözlerinin içindeki ışıltılı bakışlarını sildi süpürdü, seni içimden koparıp uzak ve ıssız bir yerlere attı; ve tren garda durunca, kendimi gerçek dünyada buldum. Trene girdim. Kitlenkit doluydu vagon. Sıraların birinde boş bir yer gözüme ilişince hemen geçip oturdum. Seni düşünmeye koyuldum gene. Ama sen kaybolmuştun artık gözlerimden. Gazetemi açtım. Okumaya başlamama vakit kalmadan genç bir kız geldi, yanıbaşımda oturan delikanlıyla arama sokuldu ve beni dirseğiyle ite kaka aramıza oturdu.
Dostuymuş meğer delikanlının; bilmiyordum. Bilmiş olsaydım oturur muydum oraya? Özür dilerdim, otur diye yer verirdim genç kıza. Hoş, benim orada olmam bir engel teşkil etmiyordu kız için. Kolları delikanlının omuzlarında, bir bacağı dizinin üstüne atılı, sarmaş dolaş, delikanlıyı öpüyordu. Kalktım, Anne. Bir elimde gazetem, gövdem öbür elimde tuttuğum değneğe dayalı, yeniden senin yüzünü, gözlerinin içindeki bakışlarını canlandırmaya çalıştım hafızamda.
Evet, kızı unutmuştum. Raylardan çıkan gürültü büyülüyordu beni. Tren beni senin olduğun yerlere götürsün istiyordum. Durmasındı istasyonlarda. Yol alsındı hep. Hızlı hızlı; kentin yüksek binaları üzerinden bir uzay gemisi gibi geçsindi; dağları, bozkırları, stepleri aşsındı; kısalsındı ikimizi ayıran uzaklıklar. Oysa biliyorum, ulaşılmaz bir yerdesin sen; bizi birbirimizden ayıran sadece uzaklıklar da değil, zaman, Anne. Seni son olarak gördüğüm günden bu yana biliyor musun kaç yıl geçti? Kırkbeş demiştim. Elektrikli trenin penceresinden dışarıya bakarken, yaşımın altmışbeşin çok üstünde olduğunun farkına vardım.
Yüz yaşımdayım. Belki daha fazla. İki yüz.. üç yüz belki. Değişti dünyamız, Anne. Üç yüz yıllık bir zaman dilimi kırkbeş yılın içine sığdırıldı. Avlularda bir zamanlar buram buram ekmek kokan fırınlar yedi kat yerin dibine batıp toprağa karıştılar; silinip süpürüldü çitler, kulübeler; değirmenler çürüyüp toz oldular; ortalıkta ne bir karınca öbeği, ne bir kelebek; kıstı gün ışığını gökyüzüne yükselen beton binaların soğuk ve boz duvarları; yalnız şurada burada kalmış kibrit kutusu büyüklüğünce evcikler yas tutuyorlar eski ve unutulmuş zamana. Senin yaşadığın yıllarda da değişiyordu dünyamız. Böylesine başdöndürücü bir hızla değil ama değişiyordu gene. Hiroşima ve Nagazaki’den haberin yok belki, ama Titanik faciasını hatırlıyorsun muhakkak. Trenleri, petrol gücüyle yürütülen otomobilleri; Dinyeper barajını da hatırlıyorsundur. Evimizde ilk kez elektrik ışığı yandığı akşam aydınlık çökmüştü içimize. Ama atmamıştın eski lambamızı.
Hatırlıyor musun? Özenle silip temizlemiş, fitilinin ucunu kesmiş, karpuz camını parlatıp, şöminenin üstünde duran evlilik fotoğrafının yanına yerleştirmiştin. Alın terinle kazanıyordun ekmeğini; soluğunu tüketmek pahasına ulaşıyordun aydınlığa, bolluğa, iyi hayata. Bugünkü bolluk başka, Anne. Yitirdi anlamını.
Kınalı parmak yez tırnak altın oymak
Senin tatlı diline olur mu doymak
türküsü. Vitrinlerin körletici ışıklarında ruj, takma saç, plastik bilezik ve plastik boncuklar yığın yığın. Bir gece içinde bir milyon ekmek pişirir kompütür usulüyle işletilen fırınlar. Sen, Anne, bizim eski dünyamıza ne oldu böyle diye ağlıyadur için için, lâğıma atılmış bayat böreğe bakmaz oldu tok güvercin. Evet, değişiyor dünyamız. Değişmeyen bir tek sen kaldın gözlerimde dememe bakma, Anne; ben de değişmiyorum. Değişemem. Biliyor musun, Anneciğim, ben burada bir kafes içersinde yaşıyorum. Benim bu kafes hayatım şimdi değil, yıllar öncesi başladı. İyi hatırlıyorsundur, askere alındığım gün başlamıştı ayrılığımız. Derken savaş çıktı. Savaştım. Tutsak oldum. Sonra özgürlüğüme kavuştum.
Ama sensiz, sakat ve eksik bir özgürlüktü bu. Sana döneceğim günü bekledim yıllarca. Dönmedim. Dönemedim. Sana dönmenin olasızlığına kanaat getirince beni ayakta tutabileceğine, hayatıma gerçek değer ve anlam verebileceğine inandığım her şeyimi aklımda toplayıp bu kafesin içerisine doldurdum. Ah, şu anda yattığın yerden başını kaldırıp benim bu kafesime bakabilsen! Neler yok benim bu kafesimde! Mavisi gözlerinin mavisinden Gurzuf denizi; Ayı Dağı, Gelinkaya, Topkaya, ve Adalar; Sarı Çömez’in tarlası, avludaki sıvalı fırın ve Pilibaşı; her bahar akların en akıyla çiçek açan elma ağaçları; Hıdırellez’de mezarlık duvarı dibinde çiçek fideleri diken kızlar; Derviza günlerinde bayrak tutan delikanlılar; ve serçeler, saksağanlar, karatavuklar; Kasım’da yaylaya yağan ilk kar.. ve ben. Ben her gece;
İşte!.. İşte!.. Geleyatır,
Ayağında kırmızı katır.
Geleyatır Çora Batır!
türküsüyle gözlerimi yumarım ve başımı örttüğüm yorganın altında Eşk İbrahim’in köprüsünde Alim Aydamak’ın ödünü patlattığı oniki dilijans bazergânın alınlarındaki soğuk ter dizilerini sayarım. Sabah saatlerine dek avuçlarımın içinde açılıp kapanır şeffaf lâleler. Hastalar bağında bitip olgunlaşmış üzümleri tutarım avuçlarım içinde; ve ellerim yorulunca Memiş’in deresi üstündeki salkım söğütü üzerime çekip uyurum, gerçeklere meydan okuyan ölümsüz hayaller gibi. Kafesimin kapalı bir yer olduğunu sanma, Anne. İstediğimde çıkabiliyorum kafesimden. Çıkıyorum da.
Ama kalabalık caddelerde, kentin üzerinden uçan jet uçaklarının gürültülerinde kendimi kaybetmek korkusuyla dönüp kafesime giriyorum. Her şey elimin altında burada. Her şey yakın. Her şey güzel. Önceki özlem ve umutlarımla yaşıyorum. Canımın sıkıldığı bir anda gidip bir dostun kapısını çalarım. Şarkı söylerim. Müzik dinlerim.
Ya da bizim anaların doğurdukları kızlardan birinin ak göğüslerine başımı yaslayıp, Gurzuf limanında uykulu bir sallantıyla sallanan sandalları seyre dalarım. Kızlar dedim de Ayvasıllı Emine teyze geldi aklıma. Hatırlıyorsun değil mi? Hatırlıyorsun tabiî. Kızıltaş’ta, her yaz sonu tütünleri kırma, üzümleri devşirme işleri sona erince bizleri ziyarete gelirdi, kızı Saniye’siyle. Ama nasıl bir fiyakayla! Faytonların en göze batanını kiralardı Yalta faytoncuları arasından, bütün bir gün için. Kira parası üstüne bir sepet dolusu da üzüm verirdi faytoncuya, karşımızda nezaketli davransın, faytondan inmesine yardım etsin diye. Fayton gelip evimizin önünde durduğu zaman kuşlar ötüşmeye başlardı dersin; ağaçlar, çiçekler, çimler gülerdi dersin. Faytoncunun bir eli Emine teyzenin elinde, öbür eli dolgun kalçasında, faytondan inmesine yardım edişi bugün de gözlerimin önünde. Ah bizim küçük günahlarımız! Sen mutluydun, Anne; Emine teyze mutluydu, faytoncu mutluydu.
Faytoncunun mutlu olmamasına sebep vardı sanki! Yakıcı bir güneş altında Yalta’nın Naberejni’sinde sırtüstü yatarak, gözleri yarı yumulu, gübre kokuları içinde yolcu bekleyip sinek vızıltılarını dinleyeceği yere, Emine teyzenin dolgun kalçasına değdirmişti elini işte! Sonra gidip Osman Topkayacı’nın Topkaya şirketine ait aşevi önündeki ihtiyar meşenin gölgesine atılı ahşap peykede Kızıltaş gençlerinin karpuz yeme müsabakasına katılmış ve akşam saatlerine dek bilmem kaç karpuz yiyip bir varili dolduracak kadar su dökmüştü koca meşe ağacının az uzağındaki boz kayanın gerisinde.
Ben de mutluydum, Anne. Mutluluğumu seninle paylaşmamın gerektiğinden emin değildim ama. Emine teyzenin ziyaretleri sadece senin ve benim karşımda kuş kanatlı şık şapkası ve gül resimleriyle süslü entarisiyle övünmekten, ya da faytoncunun elini kendi kalçasında hissetmekten başka bir önem ve anlam taşıyordu. Kızı Saniye’si için beni gözde tutması sır değildi ki! Yola çıkmadan önce oluğun dibindeki kovada biriktirdiği yağmur suyuna papatyalar katıp yıkardı Saniye’nin ekin sarısı saçlarını. Sonra iki kalın örgüde örerdi sıkı sıkı. Gümüş başlı kemeri de Saniye’nin beline öylesine sıkı bağlardı ki, fırından yeni çıkmış taze bir ekmek şeklini alırdı Saniye’nin yuvarlak karnı pembe fistanı altında. Ben ise… Uslu bir çocuktum ben. Pilibaşı duvarı dibindeki karınca öbekleri üstünde geçirirdim günü Saniye ile birlikte. Hoş, her zaman uslu uslu oynamazdım elbet.
Eski kuyunun çevresine taşmış sular içinde yüzen kurbağalara taş atardım. Kertenkeleleri kovalardım bağın asmaları arasında. Tutabildiğim bir kertenkele, kuyruğunu avucumun içine bırakıp kaçıverirdi. Saniye’den yana atardım kertenkelenin kuyruğunu. İrkilirdi. Olduğu yerde sekerek ayakları dibinde arardı. Bulamayınca kovalaşmaya başlardık. Kendisini yakalayabildiğim zaman bir elimi beline dolar, öbür elimi beline sıkı sıkı bağlı kemerinin altına sokuşturmaya çalışırdım. Direnirdi Saniye. Asmalar arasına yıkılırdık, kucak kucağa.
Elimi azıcık olsun kemerinin altına sokabildiğim zamanlarda kaslarını, parmaklarımı sızlatacak kadar, kabartırdı; yüzü bir pancar kızıllığına girerdi; daha fazla beyaza çalan kirpikleri arasındaki deniz mavisi nemli gözleri içinde ışıltılar belirirdi; ağlayacak gibi olurdu, oysa yüzünün direngen çizgilerine karışık garip bir gülümsemeyle güldüğünü de görürdüm. Saçları da çekiciydi Saniye’nin. Ama beline bağlı kemeri ve yuvarlak karnı kadar ilgilendirmiyordu beni saçları. Yalnız bir defa, eski kümesin duvarı gerisinde, göğüsleri üzerine sarkık iki saç örgüsünü kaldırıp omuzlarımın üstüne koyduğumu ve eğilerek hafifçe beyaz ensesini öptüğümü şimdi iyi hatırlıyorum.
Onlar faytona binip Yalta’ya gidince garip bir sessizlik çökerdi evimize. Çıt çıkmazdı. Ölüler yatardı dersin odalarda. Sen de konuşmazdın. Yalnız bir akşam, «Sevecen bir kız Saniye,» demiştin, ve Saniye’yle aramda oluşan dostluğun gereğinden fazla ilerlemesini önlemek, belki de Saniye’nin benim dengim olmadığını veya olmasını arzulamadığını belirlemek amacıyle, «Yalnız şu kirpikleri, kaşları domuz kılı aklığında olmasaydı,» diye eklemiştin. Hoş, Emine teyzeye, kızı Saniye’sini bana nişanlamak nasip olmadı.
Nitekim, o yıllarda tanığı olduğumuz olaylar bizim hayatımızın da kökten bir değişikliğe sürüklenmesine yol açacaktı. Önce güçlü ve korkunç bir deprem geçirdik. Evimizin duvarı çöktü, sıvalı fırında geniş bir çatlak belirdi ve, biz, büyük depremi takip eden küçük sarsıntılar süresince, Pilibaşı ötesindeki bağda açtığımız çadırlarda yaşadık.
Ama sen güçlüydün, Anne. Sen ve senin gibiler, alınyazınıza boyun eğecek, teslim olacak soydan değildiniz. Üstelik Kızıltaş’ın fizik görünüşünde bir değişiklik belirmediği gibi, hayatımızın organik yapısında da önemli denecek bir değişiklik baş göstermemişti henüz. Bağlar, bahçeler, tütün tarlaları, Ayı Dağı, Adalar yerli yerindeydiler. Tanrı tarafından verilmiş yaşama hakkından da rejim yasalarınca yoksun edilmemiştik henüz ve memlekette devletin N.E.P. politikası sürüp gidiyordu. Ayaklanıp güçlenmek, geleceğe daha bir güvenle bakıp sağlam adımlarla yürümek bizim elimizdeydi.
Birkaç yıl içinde Topkaya şirketi başdöndürücü bir ilerlemeyle yeni başarılara ulaştı. Hastalar’daki bağların yanısıra, Soğuksu yanlarındaki eski ve bakımsız bağlar yeniden yeşerip asmaları üzümlerle yüklendi. Muskat üzümlerine Hanım Parmakları katıldı; önceleri hiç duymadığımız Tokay gibi, Martel gibi yeni üretimler için yatırımlar yapılıyordu. Sen mutluydun, Anne. Kolların, gene öncesi gibi, sıvalı, saçların şakaklarına yapış yapış, yüzün ter içinde zaman zaman evimizde toplanan şirketin üyeleri için ekmek pişirir, yemekler hazırlardın.
Bir akşam, genç üyeler için hazırladığın sofradaki şarap şişesini ihtiyar Osman amcamın kaldırdığı gibi balkondan bostana fırlattığını hatırlıyorsundur her halde. Konuklar dağılınca katıla katıla gülmüştük birlikte. Ama uzun sürmedi alın terinizle kazanılan bu mutluluk. N.E.P. politikasına son verilmesiyle başladı facia. «Topkaya şirketinizin topu Martelinizle birlikte atılacak günün birinde» diye gaipten haber verenler haklı çıktılar. Derken kolhozlaşma başladı. Direnenler hapis edildiler. Sonra sürgünlere tanık olduk. Kızıltaş yarı yarıya boşaldı. Babam da o sıralarda tutuklananlar arasındaydı. «Niçin? Ne yaptım? Suçum ne?» diyordu zavallı, tüfek dipçikleri altında evimizden alınıp yolda bekleyen polis kamyonlarına götürüldüğü gece.
İşlediği suçlardan birinin, artık kolhoza ait, ata mirası bağına girerek, ayakları dibindeki topraktan kaldırdığı iki tutam toprağı ağlaya ağlaya öpmesi olduğunu yıllarca sonra öğrendim. İşlediği suçların en büyüğü, belki de başlıcası buydu herhalde, Anne. Kışı babasız, omuzlarında kara şalın, sönük ocağın küllerine bakıp, kuru dudaklarını ısıra ısıra ve sessizce ağlayarak; ben ise buğulu pencere camından lapa lapa yağan karlar içinde Yalta’nın ötesindeki Ayvasıl, Aypetri, Dereköy, Ozanbaş, Küçükköy köylerine giden tüfeklerine süngüler takılı asker saflarını seyretmekle geçirdik. Ama Kızıltaş’a baharın gelmesini hiç kimse önleyemedi o yıl.
Ve geldi bahar. Önceki baharlar gibi cana yakın, güzel, yürekleri sevindiriciydi bahar. İyi biliyorsun, ben daha o yıllarda da şair ruhlu bir çocuktum ve benim bu şair ruhum kafalarımıza indirilmiş dipçik ve yumrukların verdiği sızıları gidermeye değil ama, az da olsa, yumuşatmaya yardım ediyordu. Babamın nerde olduğunu bilmiyordum. Uzak bir yerdeydi her halde. Ama sağdı, yaşıyordu. Bundan kuşkulanmıyordum. Ve geçen yılın kışı yazdığım ve akşam yemeğinden sonra karşınıza geçerek, coşkuyla okumuş olduğum;
İşte geldi kış – baba
Boz yaylalar ağardı
Köye yağan karları
Saçaklara bağladı
manzumem gibi bir manzume daha yazabilirsem babamın, nerde olursa olsun, tıpkı o kış akşamı gibi, ışıl ışıl gözleriyle güleceğini iliklerimde hissediyordum. Bunları şimdi sana hatırlatmama bir sebep var mı diye soracaksındır belki, Anne. Var sanırım. Bu mektuplarımda bütün hayatımı bütün inceliğiyle sana anlatabilecek miyim, bilmiyorum; ama anlatabildiğim kadarını öğrenince, sık sık Kızıltaş’a dönmeme şaşmayacağını umuyorum. Bir aşk kaynağı oldu Kızıltaş benim için; dumura uğramayan, hayatıma gerçek bir değer ve anlam veren bir kaynak. Doğrusu, bu kaynaktan hiç kopmadım ben.
Hayatımda aşk, üzüntü ve mutluluklarla birlikte bütün varlığımı oluşturuyor Kızıltaş. Şu anda bile sana bu satırları yazarken, Emine teyzenin Saniye’si gelip duruyor gözlerimin önüne. Onun saçlarının sarılığından, kaşlarının ve kirpiklerinin aklığından yakınma n’olursun, Anne. Ben insansız tabiatı gördüm, ve irkildim. Tabiat dediğin tam güzelliğini, yaşayan, canlı varlıkların sıcaklığı ve yumuşaklığıyla yansıtabilir ancak.
Bak hele, sen de görebiliyor musun, bilmiyorum; ama ben görüyorum: Pilibaşı’nın ötesindeki bağın üzümlerle yüklü asmaları üstünde Saniye yatıyor; vaad edilmiş bir toprağın ürünü gibi çırılçıplak, suçsuz, tüm utangaçlığından soyunuk; ve saçlarının altın sarısı yansılarında Ayı Dağı gülüyor, Soğuksu gülüyor; Çora Batır’lar, Alim Aydamak’lar gülüyorlar; hâlâ sürgün yerlerinde Tatar anaları, öksüz kalmış Karaim* ve Kırımçak** çocukları gülüyorlar Özbekistan’ın pamuk tarlalarında; Kızıltaş’ın beşbin kilometre uzağında gençler gülüyorlar. Kabil sokaklarında, ve gülerlerken, talihlerini alınlarından sıyırıp, yerine kendi elleriyle yeni bir alınyazısı yazıyorlar Sık sık dönüyorum Kızıltaş’a dedim az önce. Ama savaş sonu bir dönüşümü unutamıyorum hiç. Geceydi. Ay ışığı vardı. Uzun bir ayrılıktan sonra Kızıltaş’a gidiyordum gene. Uzak mıydı Kızıltaş, yakın mıydı, bilmiyorum; ölçülmezdi ki düşlerin uzaklığı yakınlığı.
Gidiyordum işte. Dağlarda düşe kalka, dizlerim ve dirseklerim yara bere, Kızıltaş’ı arıyordum. Bir ara ışığını kısmıştı ay. Karanlık içinden kulaklarıma köpek ürümeleri, hayvanların hazin böğrüşmeleri geliyordu. Kulak kabarttım. Parça bulutlar arasından çıkmış ayın ışığında denizi görür gibi oldum. Kızıltaş yakın bir yerdeydi. Eski mezarlığın meşe ağaçları arasından Pilibaşı damı gözüme ilişince koşmaya başladım.
Korkunçtu Kızıltaş o gece, Anne. Akla sığmaz kâbus rüyalarda bile göremezdi insanoğlu o gecenin Kızıltaş’ı gibi bir Kızıltaş’ı. Bomboştu. Rüzgârda açık kalmış evlerin menteşelerden kopuk kapıları, damlardan devrilmiş bacalar yatıyordu avlularda; pencere camları da kırılmıştı; fırınlar, verandalar, ahırlar çökmüştü; günlerden beri başı boş hayvanlar böğrüşüyorlardı sokaklarda; yabanileşmiş kedi ve köpekler, hazin melemeleriyle sahiplerini arayan koyun ve keçilere saldırıyorlardı; bir zamanlar Topkaya şirketine ait aşevi önünden geçen asfalt şose olağanüstü bir aklığa bürünmüştü, ve, gene bir zamanlar Kızıltaş gençlerinin gölgesinde karpuz yedikleri kocaman meşe ağacı cansız ve ışıltısız ama gümüşsü bir renge girmişti ay ışığında ve eskiden ahşap peykenin olduğu yerde gebermiş bir beygir yatıyordu dört bacağı havaya dikili, boynu alabildiğine uzalı, ağzı alabildiğine açık, ve açık ağzının çevresinde kokmaya, yüz tutmuş etleri yer yer döküktü, ve ak dişleri üstüne yarı uykuda iki tok karga uzaktaki evlerin avlularından gelen aç hayvanların hazin ulumalarını dinliyorlardı.
Bir kimseleri bulurum diye asfalt şoseyi geçerek, aşevinin açık kapısında durdum. Yoktu kimse. Ama sıralar yerli yerindeydiler; bazı masalarda börek parçaları, tabaklarda yarısına dek yenmiş bulgur bulamacı, bir masa üzerinde ise Osman amcamın yaz ve kış başından hiç çıkarmadığı kır kalpağına benzer bir kalpak duruyordu.
Kalpağın bana yakın, hatta bana ait bir şey olduğu duygusu uyandı içimde; öyle ki, içeriye girip masa üzerinden kaldırasım geldi, ama girmedim; kalpağın bana gereği olmadığı için değil; aşevinin görüntüsünü bozmamak, belki de insanların bir deprem yüzünden acele aşevinden çıktıklarını ve ortalık yatışınca geri dönüp, çorbalarını sonuna dek içeceklerini, kalpak sahibinin de dönünce kalpağını arayacağını düşünerek, gerisin geri çekildim; ve çekilirken, ayağımın dibinde yamadan yapılmış bir bebek gördüm, ama bebeği de kaldırmadım, çünkü az yukarda açıkladığım sebep oldukça inandırıcı bir sebepti ve ben dönerek ağır adımlarla evimize doğru yürüdüm.
Eve yaklaştıkça tedirginliğim daha da kabardı içimde. Mezarlık duvarı dibinden koşar adımla geçtim. Ve işte, evimiz! Damını göremiyordum ama duvarları, aşevi önündeki meşe ağacı gibi, donuk bir aklığa bürünmüştü ve duvarlarının aklığında kara pencereleri ile gözbebekleri oyulup gözçukurlarından çıkarılmış kör insanlara özgü bir hüzün ve sessizlikle bakıyordu bana, ve bakışıyla, «Ne oldu? Bu halin ne? diye soru sorma, yanımdan geç git, başını kaldırıp bakma bana» der gibiydi; ama ben, yüzüm boz, içim kaskatı, eve bakıyordum ve baktıkça ev ile birlikte hayattan koptuğumu, yaşıyorsam ve yaşayacaksam bile, hayatımın, o güne değin bildiğim hayattan başka bir hayat olacağını, bundan böyle ağaçların benim için çiçek açmayacaklarını, Hıdırellez’de söylenen şarkıların benim için söylenmeyeceğini, fırınlarda pişirilen ekmeklerin benim için pişirilmeyeceğini; denizlerin, bozkırların, tarlaların, gün ışığının, rüzgârın, karın, yağmurun her zaman yabancısı olarak kalacağımı iliklerimde hissediyordum ve duruyordum orada, dünyayı dört nala dolaşmış, gücünü yitirmiş de gelip yeryüzüyle göğün birbirine bağlandığı çizgi üstünde duran yaralı bir Centaur* gibi, ve canımı alıp avuçlarım içine Promete’ye sunasım geliyordu, sonra gidip yeryüzünün en sakin bir yerinde sonsuz bir karanlığa gömülesim geliyordu, yeter ki sızlamasındı ezik etlerim, gözlerim görmesindi bağların yeşilini, kulaklarım işitmesindi söylenen ayrılık türkülerini.
Başımı kaldırdım. Evimizin az uzağındaki eski mezarlığın, yaprakları ay ışığıyla varaklı meşe ağaçları gözüme ilişince garip bir titreme geçti içimden. Yok, korkmuyordum, Anne. Durmuş orada evimize bakarken, evimizin bu hale gelmesinde kendimin de suçlu olduğumu hissediyordum sadece ve şimdi, tıpkı evimiz gibi, hayattan kopuk ben, mezarlığa girer de, eski mezarlar arasına yatarak, gözlerimi açmayasıca yumarsam, mezarlıkta yatan öbür ölülerin suçları gibi, suçumun bağışlanıp unutulacağını hissediyordum.
Ve bu hisle mezarlığa yöneldim. Ama mezarlık yorgun bedenimin dinlenebileceği bir yer değildi. Bir tek mezar, bir tek baştaşı kalmamıştı mezarlıkta; taze mezarlar bile kazılıp yerle bir edilmişlerdi, ve, bir yerlere taşımak amacıyle herhalde, meşeler dibinde kemik ve insan kafatası yığınları göze çarpıyordu. Gerisin geri çekildim. Burasının Kızıltaş olduğundan kuşkulanmaya başlamıştım artık. Duralayıp başımı bir kez daha evimizden yana çevirdiğim zaman evle Pilibaşı arasındaki toprak yolun hemen sağında badem ağacını gördüm. Şaşkınlığım daha da çoğaldı. Ama şaşkınlığımın yanısıra içim yatışır gibi oldu. Burası Kızıltaş’tı. Gözlerimi iyice açarsam badem ağacı dibindeki boz kayayı bile görebilirdim belki. Ah, o bozkaya ve ben! Ah, o bozkaya ve kedi! Ah, o bozkaya ve kertenkele!.. Bozkaya üstüne kıvrılıp, badem ağacının gölgesinde kedi uyumadığı zamanlarda kertenkele güneşlenirdi; kertenkele güneşlenmediği zamanlarda ben. Ben her yeri ve her şeyi görebiliyordum bozkaya üstünden: Denizi, Ayı Dağı’nı, Adaları, Gurzuf limanına giren vapuru, Sarı Çömez’in tarlasını, yukarda asfalt şosede Emine teyzeyle kızı Saniye’sini evimize getiren faytonu.. ve seni.
Sen sık sık güçsüzlüğünden, yorgunluğundan, ellerinin sızısından yakınırdın ya, fırçanı leğende sabunlu suya batırıp batırıp, balkona yükselen ahşap merdivenin basamaklarını yıkadığın günlerde güçlü kolların ve bacakların arasında yeni bir hayatın kök saldığını görür gibi olurdum. Ama şimdi… Şimdi sen yoktun, Anne; ev bomboştu ve ben, eskiden mezarlığın olduğu yerde durarak, ay ışığında beni kendine çağıran badem ağacına bakıyordum.
…