“Benim hayatım bir roman değil mi?” dedi içinden. İlk romanını yazmış bir yazarın romanıyla kıyaslardı bazan hayatını. “Benim hayatım, benim ilk romanımdır,” diye düşündü İzmail Tavlı. Ve güldü. Sonra yüzü ciddî tavrını takındı. “İlk ve son romanım,” dedi içinden ve ayağa kalktı. Korkunç Yıllar, Yurdunu Kaybeden Adam ve Onlar da İnsandı romanlarıyla Türk edebiyatında müstesna bir yer edinen Cengiz Dağcı, Biz Beraber Geçtik Bu Yolu romanında da yine kendi hayatından derin izler taşıyan sahnelerle okuyucunun karşısına çıkıyor. Hayatının sonbaharındaki İzmail Tavlı, hasta yatağında yatan hayat arkadaşı Ramila’yı izlerken hafızası onu savaşlara, sürgünlere, hastalıklara ve ölümlere, belki son kez ama ilk günkü gerçekliğiyle tekrar sürüklüyor. Vatanından sürgün edilmiş yaşlı bir adam, geri dönüp baktığında cepheden kamplara, bir yabancı ülkeden bir diğerine sürülürken, yaşadığı acılarla birlikte Ramila’yı nasıl vatanı bildiğini hatırlıyor. Her şeyiyle yabancı bir yerde, yalnızca Ramila’nın varlığıyla ayakta kalan ve yalnızca onun yanındayken duyduğu huzur duygusuna veda etmeye hazırlanan yaşlı İzmail’in aklından geçenler, ona göre çok daha geniş imkânlara sahip olan biz, günümüz insanlarına aşkın ve aşka sadakatin insan hayatı için ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.
*
1
Hastanenin kapısı önünde durduğu zaman hastaları ziyaret saati yaklaşmıştı. Demir parmaklıklı kapı ardına kadar açıktı ve asfalt döşeli yol koğuşun giriş yerine dek uzuyordu. Yolun her iki kıyısınca sıralı kestane ağaçlarının yoğun yapraklı dalları arasından sızan güneş ışınları büyüklü küçüklü ama biçimsiz aynalar gibi ışıldıyorlardı kara asfaltın yüzünde. Koğuşun kapısı dibinde acele yardım aracı ve (belki aracın sürücüsü) genç bir adamla iki hemşire duruyorlardı. Üçü nükteli bir konu üzerine konuşuyorlardı galiba ki, genç adam başını arkaya atıp gülüyordu arada; genç adamla birlikte iki hemşire de gülüyorlardı.
Yola sızan güneş ışınlarına, çiçeklere, bir yerlerden gelen serçe cıvıltılarına rağmen, asfalt yola ayağını bastığı anda, gerçek yaşamı arkada bırakıp, gizemli bir âleme girdiğini hisseder gibi oldu adam.
Adam yaşlıydı; altmış beş, belki yetmiş yaşlarında.
Sırtında eskice bir muşamba, başında siperli şapka, yanlarına sarkık bir elinde üç krizantem çiçeği, öbür elinde yarımına dek dolu Tesco süpermarketine ait plastik torba; ağır adımlarla koğuşun giriş yerine doğru yürümeye başladı. Düşünmüyordu. Ancak iki hemşirenin ve genç adamın kahkahaları yeniden kulağına ilişince dalgınlığından silkindi. ‘Onlar yaşayan insanlar,’ dedi içinden ve başını kaldırıp üçüne baktı. İyice görüyordu: üç Hollywood yıldızı Fred Astaire’den, Ginger Rogers ve Vera Allen’den çok daha gerçek insanlardı.
Garip bir gülümseme takıldı dudaklarının uçlarına.
‘Ben de onlar gibi bir insandım’, diye düşündü.
Hoş, Fred Astaire soyundan değildi; ama yaşayan, gülen, şarkı söyleyen, hatta arada dans eden bir insandı. Şimdiyse… Eşinin hastaneye kaldırıldığı geceye kadar onu yaşatan, yaşamı ona yaşam kılan, bir şey göçüp gitmişti içinden.
Kendisini teselli etmeye çalıştı: ‘O, ölmedi daha; O, yaşadıkça, ben de yaşayacağım,’ dedi içinden. Üçünün yanından geçti. Koğuşun çifte kanatlı kapısı önünde durmuştu ki, arkadan, “Günaydın, Mister!” dedi hastabakıcılardan biri. Adam başını hemşireden yana çevirdi. Ne ki, genç kadının Günaydınını Günaydınla karşılamasına vakit kalmadan, otomatik kapı kendiliğinden açıldı; açılınca da koğuşun derinliğinden birinin: Acele içeriye gir! Dönüp hastabakıcıyı selâmladığın takdirde kapıyı sımsıkı kapatır, seni koğuşun içerisine sokmam! dediğini duyar gibi oldu ve duraksamaksızın koğuşa girdi.
Dar ve uzun koridor -belki hastalara özgü- floresan ışıklarla aydınlanmıştı. Duvar diplerinde plastik minderli sedyeler, lastik borulu silindirler, beyazı ölü çarşaf ve yastık yüzleriyle yüklü plastik sandıklar, boz lekeli şilteler, yaşamda -insanoğlunun gerçek yaşamında- çoğu lüzumsuz eşyalar çarpıyordu göze. Arada, boynundan göğsü üzerine asılı stetoskopuyla, genç bir doktor geçip gidiyordu adamın yanından hızlı adımlarla; terlikli ve yeşil geceliği içinde, gündüz hayatından el-ayak çekmiş bir kadın iki eli arasında tuttuğu plastik kaptan kahve içiyordu koğuşun kafeteryası kapısında; başka bir kadın, kafası hemen hemen gazeteye gömülü, büyültücü camla gerçek dünyadan okuduğu haberlere dalmıştı koridorun duvarı dibinde; yeşil tulumlu genç, yürümeyi unutmuş adamın kolunda, adama yeniden yürümeyi öğretircesine, usul usul ve ağır adımlarla, koğuşun arka bahçesine açılan kapıya doğru gidiyordu.
Adam durdu.
Yeşil tulumlu genci takib etmeyi düşündü bir an. Bahçeye çıkarsa… Eşi çiçek sevdalısıydı. Bahçeye çıkarsa, hayatında değişmiş bir şey olmadığını (veya olmayacağını) hisseder gibi oldu.
Kapıya doğru yürüdü.
Yeşil tulumlu gençle ihtiyar adam yoktular görünürde, ama karşıda bahçeye açılan kapı ardına kadar açıktı ve koridora gün ışığı sızıyordu. Adımlarını sıklaştırdı. Kapıya varmadan maden kapı kendiliğinden kapandı. Adam yavaşladı. Sonra durdu. Koridorun bu kesimi yarı karanlıktı. Kapalı kalmış kapıyla gözlerinde bütün kapıların, kapılarla bütün yolların kapandığını hisseder gibi oldu ve sırtını soğuk duvara dayadı. Kapı, kendiliğinden kapandığı gibi, yine kendiliğinden açılır diye bekledi. Kapı açılmadı. Beklerken, ‘Sen kimsin?’ dedi içinden.
Mendilim dalda kaldı
Gözlerim yolda kaldı…
İçinde, içinin en derin bir yerinde, ağlayan gençliği söylüyordu türküyü. Elinde tuttuğu krizantem çiçeklerini yüzüne kaldırdı, çiçekleri sıcacık şakağının üzerine yasladı.
Hüzünlü türküye rağmen, gençliğinin anısıyla güçlenmiş gibi oldu. Fazlası, her insanın kendisine yakın, seven ve sevilen, bir nesneyle anadan doğduğuna ve gözlerini hayata yumacağı güne dek ondan ayrılmayacağına inancı orda, yüzüne kapanmış maden kapının karşısında, öncesinden daha büyük bir güçle kabardı içinde. Şakağındaki çiçeklerin serinliği de bunu adama doğrular gibiydi.
Türkünün huzurundaydı hâlâ, bir hastabakıcı geçti adamın yanından, üç adım uzağında durdu ve başını adamdan yana çevirerek sordu:
“Size bir yardımda bulunabilir miyim?”
“Evet,” dedi adam, “Koğuşun resepsiyonu…”
“Aynı yöne yürümenize devam edin. Koridorun sonuna ulaşınca sola dönün; karşıki kızıla boyalı kapının gerisinde resepsiyon.”
Adam teşekkür etti.
Kardiak koğuşunun resepsiyonunda fazla insan vardı. Çoğu duvar dibine atılı sıralara oturmuşlardı; kimi gazete ve dergi okuyor, kimileri çay içiyorlardı plastik kaplardan. Sıralarda oturanlar da hastaların âlemindeydiler, ama hasta değillerdi.
Eşinin yüzüne benzer bir yüz aradı. Bulamadı. Bulamazdı ki, gece yarısında kaldırılmıştı eşi hastaneye. Ambulansçılar, sabahleyin kardiak koğuşunda arayın eşinizi demişlerdi kendisine. Kardiak koğuşundaydı işte. Derken karşıki odanın kapısı açıldı ve kapıda boy gösteren orta yaşlarında kadın elinde tuttuğu listeden iki isim okudu. Dönüp odaya girecekken, kadının bakışları adamın bakışıyla buluştu; adamın yardıma ihtiyacı olduğunu anlamıştı galiba:
“Sizin doktorla randevunuz var mı?” diye sordu kadın.
“Yok,” dedi adam, “randevum yok… Eşimin ziyaretine geldim. Eşim gecenin birinde kaldırıldı hastaneye.”
“İsminiz?”
“Tavlı. İzmail Tavlı.”
“Eşinizin ismi?”
“Ramila Tavlı.”
“Bir dakika… Bekleyin,” dedi kadın ve dönüp odaya girdi.
Kadının bir dakikası umut vericiydi. Daha fazla: kadının ardından açık kalmış kapıda aniden eşinin gülen yüzü belireceği gibi bir umut duygusu uyandı içinde. Beklenmedik anlarda az mı karşılaşmıştı hoş sürprizlerle. ‘Her şey olası, her şey olası’, dedi içinden.
Umudun değeri biçilmez; hayatta umutla yaşamaktan daha güzel bir şey olamazdı.
Derken kadın tekrar boy gösterdi kapıda. Kadın aynı kadındı. Ancak tavrı değişmişti. Ya da, az önce adamın içinde uyanmış olan umut duygusu değiştirmişti kadını adamın gözlerinde: özenle yukarıya taranıp kafasının tepesine halaçlanmış kır saçlarıyla, ak halatının göğüs cebindeki makası ve ince tasmanın ucunda düğme ilmiğinden göğsü üzerine sarkık yuvarlak küçük saatiyle gizemli âlemin soğuk ve tüm duygulardan soyunuk temsilcisi gibi duruyordu kapıda.
“Eşiniz yoğun bakım hücresinde,” dedi kadın. Tavandan koridora dökülen floresan ışığın aydınlığından belki, garip bir bulantı geçti adamın içinden. Elleri titriyordu. Duvar dibine atılı sıralarda oturanların arasında bir yer aradı kendisi için. Kadın kapıdaydı hâlâ. “Yoğun bakım hücresi koridorun ucundaki son kapı. Oraya gidin.”
Kadın, koridorun ucunda değil; bugüne dek senin geçtiğin yaşam yolunun ucunda, demişti galiba. Gözlerini kaldırdı. Kadın yoktu kapıda. Kapı kapalıydı. ‘Yaşam yolunun ucunda,’ diye tekrarladı adam içinden. Herkes o uca gidiyordu ve uca ulaşınca bitiveriyordu her şey. Ama buraya kadar gelmişken, yolun ucuna ulaşmasını hiçbir güç engelleyemezdi. Krizantem çiçeklerini yüzüne kaldırdı, uzunca bir süre çiçeklere baktı; bakarken fakir, daha fazla hüzünlü bir gülümseme takıldı dudaklarının uçlarına. Çiçekçiden satın aldığında sevi ve özlem çiçekleriydi. Şimdiyse… yapmaydı.
Acı bir yumru sokuldu boğazının içine. Yutkundu, yumruyu yutamadı. Başını kaldırdı. Yoğun bakım hücresine gidecekken, duvardaki dört köşe oyuğun içerisinde bir tek ampulün ışığıyla aydınlanmış İsa peygamberin heykelciğini gördü.
‘Sen bütün ömrün boyunca üstün nesnelere inandın; artık gerçeklere inanmanın zamanı geldi,’ dedi içinden ve dönerek, koridorun ucundaki yoğun bakım hücresine doğru yürümeye başladı.
Soğuk bir sessizliğin hükmündeydi koridor. Kapıya yakınlaştıkça, yerçekiminden kopuk ayaklarıyla, koridorda değil de derin ve duru suların dibinde yürüyor gibiydi.
Ama hücreyi kolayca buldu: yeşile boyalı kapı. Kapıyı çaldı ve bekledi. Kapı açılmadı. Tekrar çaldı ve bekledi. Bu kez kapı açıldı. Yarı açıldı. Ve yarı açık kapıda hemşire belirdi.
Hemşire gençti. Ve güzeldi. O denli güzeldi ki, ‘Ben seni gençliğimde rüyamda gördüm,’ diyesi geldi kıza. Ama demedi; demedi, çünkü rüyasında gördüğü kızın aynı kız olduğundan emin değildi. Kızın yüzü gülüyordu. Gülümsemesine tatlı bir sıcaklık katarak konuştu: “Burası yoğun bakım hücresi.” Adam dalgındı. Yoğun bakım. Dalgınlığına sebep bu iki kelimeydi belki. “Yoğun bakım hücresi ne?” diye sordu adam. “Yoğun bakıma ihtiyaçları olan hastalara bakılan yer,” dedi hemşire.
“Eşim… Dün gece kaldırıldı hastaneye. Resepsiyonda eşinizi yoğun bakım hücresinde arayın dediler bana.” “Eşinizin ismi?” “Ramila… Ramila Tavlı.” Kızın yüzündeki tatlı sıcaklık silindi, gülümsemesi kaldı. “İçeriye girin, rica ederim.” Bu kez kapı ardına kadar açıldı ve adam yoğun bakım hücresine girdi.
Küçük ve penceresiz, oda tavandan sarkan mavi abajurlu tek ampulün ışığıyla aydınlanmıştı. Orta yerde yuvarlak masa, masa üzerinde vazo duruyordu. Vazoda çiçekler vardı. Çiçekler krizantem çiçekleriydi, dolayısıyla çiçekçiden satın aldığı çiçeklerin lüzumsuz olduğunu düşündü adam. Gözlerini odada gezdirdi: karşıki ve sol taraftaki duvar dibinde iki kerevet boştu, şilteleri çarşafsız ve yastıksızdı; üçüncü kerevet ise sağ taraftaydı ve dört bir yanı basma gül resimli perdelerle çevriliydi. Bu son kerevetin ancak ayak ucu görünüyordu perdelerin arasından.
Bir yanlışlık olmuştu muhakkak; kaabil değil, eşi olamazdı yatağın içinde yatan hasta. Adam bakışlarını genç hemşirenin yüzüne kaldırdı. “Benim eşim…” Adam sözünü tamamlamasına kalmadan, hemşire başını perdelerin arasından görünen yataktan yana attı. “Orda… Hastaya fazla sedatif ilâç vermemiz gerekti. Uyuyordur belki,” dedi, uzanıp adamın elini tuttu. İkisi elele, yatağa doğru yürüdüler.
Hemşire perdeyi açtı. Yatak yüksekti; yer tahtalarından bir, bir buçuk metre kadar yüksekti ve kar akı çarşaf ve yastık yüzleriyle, sürekli bir yağıştan sonra karlar içine gömülü kalmış atsız bir araba gibi duruyordu adamın gözleri önünde. Ama hayalî görünüm uzun sürmedi; gözleri yatağın aklığına alışınca, hastanın yüzü belirdi çarşaf ve yastıklar arasından. Gözleri açıktı hastanın. Alabildiğine açıktı; ne ki anlamsızdı; daha fazla boştu ve bomboş bir bakışla odanın tavanında bir noktaya bakıyordu. ‘Bu hasta benim eşim değil’ diyecekti adam, yüzündeki gülümsemesini hemşirenin ısrarla muhafaza ettiğini görünce, demedi; yerine, “Tanrım! Bu dünyada yarattığın insanı, yaratmış olduğun gibi al kendi kutsal kitabına,” dedi yavaş, duyulur duyulmaz bir sesle.
Hasta, eşinden başka bir hasta değildi. Olamazdı; kendisini çok çok iki metre mesafe ayırıyordu yataktan. ‘Yolun sonu,’ dedi içinden. Şafağın sökmesini ve günün sonunda yeryüzüne karanlığın çökmesini hiçbir gücün önleyemeyeceğini bildiği gibi, eşinin de bakışlarını tavandan ayırıp kendisine bakmayacağından kuşkulanmıyordu adam. Adamın içinden geçeni yüzünde görmüştü sanki hemşire; gözlerini yere indirdi, bir süre kara iskarpinli ayaklarının uçlarına baktı; sonra döndü; perdenin gerisinden koltuklu bir sandalye çekip getirdi, sandalyeyi yatağın yanına yerleştirdi. “Oturun, rica ederim. Eşinizin sol kolu felçli. Konuşma yeteneği de şimdilik…” Sözünü tamamlamadan bakışlarını adamın yüzüne kaldırdı: “İki, üç gün sonra durumunda iyiye doğru değişiklik olması ihtimal,” diye ekledi. Adam için durum felçten öteydi; bunca yıl kendisine bağlı olduğu eşinin yüreği, şimdi ince kablolarla başı ucunda duvara pekiştirilmiş rafın üzerindeki sayaç ve radyogram makinelerine bağlanmıştı.
…