Bir zamanlar olduğum o çocuğu çok özlüyordum. İzin vermediler ki Sedef olayım.
Beyazı içinde barındıran bir isimden çekip almışlardı beni ve sen artık Yankı’sın demişlerdi.
Çektiğin acıların çığlıklarını adında taşı dercesine Yankı koymuşlardı adımı.
Çığlıkların kulaklarda yankılansın ama kimseler duymasın dercesine Yankı yapmışlardı beni.
Oysaki ben bir zamanlar Sedef’tim.
İleride başıma gelecek onca şeyden habersiz bir
şekilde yaşayan Sedef’tim. Ne eksik ne fazla…
Ben Sedef’tim.
Sedef, seçimini yapar. Artık o, damgacıdan kurtulmak isteyen bir avdır.
Ekibe yeni Yarasaların da katılmasıyla eğitmenlerin işi daha da zorlaşır.
Bunu fırsat bilen damgacı, tüm kozlarını oynamaya başlar. Başı bir türlü beladan
kurtulmayan Sedef, avken avcı olur ve damgacının peşine düşer. Ya damgacı, Sedef’i avlayacaktır
ya da Sedef, damgacıyı bulacaktır. Soluksuz bir kovalamaca sonrasında kazanan tarafın kim olacağına,
son hamleyi zekice yapan karar verecektir.
*
1.BÖLÜM
Buraya gelmem hataydı. Bu odaya, bu tesise gelmem hataydı. Herkes bir şeyler saklıyordu ve ben, onların sır perdesini aralamak istemiyordum. Daha bugün Alaz’ı şüpheli listemden çıkarmıştım ancak odasında gördüklerimden sonra yine listenin başındaki yerini almıştı. Kullandığı parfüm farklıydı ama ondan aldığım koku da farklıydı. Üstelik öcü ile aynı kokuya sahipti. Daha ürpertici olan ise ölen kişileri işaretleme şekliydi. Tamam, filmlerde polisler de hep öyle yapıyordu ama kim kalem kullanmak yerine onları kan ile işaretlerdi ki? Artık emin olmuştum, hastalıklı bir yönü vardı. Üstelik telefonda bir kızdan kurtulmak istediğinden bahsetmişti ve bu, beni rahatsız eden başka bir konuydu. Her defasında ona güvenmem gerektiğini kendime hatırlatıyordum ancak Alaz, mutlaka güvenimi sarsacak bir şeyler yapıyordu. Şimdi ise odasında olduğumu bildiği için benimle alay ediyordu. Aslında telefonu kapattığı an odasında biri olduğunu biliyordu, değil mi? Fotoğraf hafızası olmalı ki her şeyin yerini belleğine kaydetmişti. Öyle ki o kadar sayfanın içinde hangi sayfaya dokunduğumu bile anlamıştı. Ne bekliyordum ki? Herkes ondan en iyisi diye bahsederken anlamaması saçma olurdu. Önsezileri mükemmeldi ve adamdaki rahatlık kimsede yoktu. Hadi ama, odasında davetsiz bir misafir varken kim banyoya girip dış alırdı ki?
Ben yapmazdım.
Elimdeki bıçağı pantolonumun kemerine, yani belime sıkıştırıp derin bir nefes aldım ve perdenin arkasından çıktım. “Başkası da olabilirdi,” dedim. “Azılı düşmanlarınızdan biri de olabilirdi. Nasıl duşa girecek kadar rahat olabilirsiniz?” Tamam, odasında biri olduğunu anlamıştı ama Allah aşkına, hiçbir şey olmamış gibi duş almak da neyin nesiydi?
Başını kaldırarak gözlerime bakarken sadece havluyla olduğunu kendime unutturmaya çalışıyordum. “Odamda sadece parfümümün kokusu yok, senin de kokun var.” Yok artık! Tazı gibi bir burnu olmalı ki benim bile zor aldığım kokumu fark etmişti.
Çıplak olduğu için onun dışındaki her yere bakıyordum. O havlunun düşme ihtimalini görmezden gelemezdim. “Saçmalık!” Gözlerim duvarda oyalanırken aslında duvara bakmıyordum. “O kadar yoğun zeytin koktuğumu sanmıyorum,” diye homurdandığımda güldüğünü duydum. “Aldığım koku zeytin kokusu değildi.”
“Giyinin ve şu kapıyı açın lütfen.” Parmak uçlarım belimdeki bıçağı kavramak için sabırsızlanırken gözlerimi duvardaki fotoğraflardan alamıyordum.
Bir süre bekledikten sonra kıyafet seslerinden giyindiğini anladım. “İnci’nin kartını sana vermesinin sebebini söyle.” Buz gibi bir sesle sorduğu soru karşısında aceleyle ona doğru döndüm. Siyah bir eşofman altı ve tişört giyinen adamın gözleri bomboştu.
Seni öldürmem için bana verdi, belki de veren kişi sendin.
Paniklememeye çalışarak, “İnci’nin kartının bende olduğunu da nereden çıkardınız?” diye sorduğumda bana doğru yürüyünce korkmaya başladım. “Bu tesiste tüm kapıları açan anahtar sadece iki kişide vardı. Anahtarlardan biri bendeydi, diğeri ise karımda. Üstlerimizde de var ama onlar nadiren tesise gelir.” Söylediği onca sözün içinde dikkatimi çeken tek bir şey vardı. Karım mı demişti?
İyi ama parmağında yüzük yok.
“Evli misiniz?” dediğimde gelip tam karşımda durdu. Boyu uzun olduğu için başımı kaldırıp ona baktım. “Evliydim,” diyerek beni sakince düzeltti. Eğer tıpkı eğitmeni gibi karısını da öldürdüğünü söylerse şurada düşüp bayılırdım.
Elimi usulca belime götürerek bıçağı kavradım. Onunla olan göz temasımı kesmemeye çalışarak, “O nerede?” diye sordum. “Amerika’da.” Tepkilerimi izlerken sorularıma cevap veriyordu. “Eşi ve çocuklarıyla mutlu bir hayatı var. Elindeki kart çok eski ve İnci, yani eski karım, istifa etmeden önce onundu. Anahtarını iptal etmeyi unutmuşlar. Zaten yeni soy ismi Sipahi değil.” Elini bana doğru uzatınca kartı istediğini anladım ve boştaki elimle kartı çıkartıp ona uzattım.
“Eski eşinizden bahsederken gözleriniz fazla boş bakıyor,” dedim. Gözlerinde zerre kadar sevgi veya kıskançlık görmediğime emindim.
Verdiğim kartı yumruğunun içinde sıkarak kırdı. “İnci benim takımımdan biriydi ve kocası yakın arkadaşımdı. Evliliğimiz bir görev sebebiyle kâğıt üzerinde olan bir şeydi ve sadece bir ay sürdü. O sırada bile Cihan ve İnci nişanlıydı. Anlayacağın, göstermelik bir evlilikti.” Şimdi neden onlardan bahsederken bu kadar kayıtsız olduğunu anlıyordum. Formaliteden bir evlilikti. Bir ara bu kalpsizin bir kadını evlenecek kadar sevdiğini düşünmüştüm. Onun, görevinden başka kimseye bağlanmayacağını unutmak benim hatamdı.
Gözlerimle kapıyı gösterdim. “Açar mısınız?” Üzerime eğildiğinde çığlık atmamak için kendimi zor tuttum. “Sana, seni bu kadar kolay bırakacağımı düşündüren nedir?” Nefesini dudaklarımda hissederken, gözlerimin içine bakarak söyledikleri yüzünden kaskatı kesildim.
Tabii ki bırakmaz çünkü beni de öldürecek!
Benden uzaklaşıp arkasını döndüğü an, belimdeki bıçağı çıkartıp ona saplamak için hareket ettim. Lakin aniden bana doğru dönerek hızlı bir refleksle bileğimi havada yakaladı. Daha ben ne olduğunu anlamadan bıçağı tutan elimi yumruğunun içine aldı ve kolumu arkaya doğru çevirip bıçağı belime yasladı. Gözlerim irice açıldığında beni hızla kendisine doğru çeken adamın göğsündeydim. Üstelik bıçağın ucu benim belimdeydi ve bıçağı ben tutuyordum. Çünkü o, elimi yumruğunun içine aldığı için bıçağı elimden atamıyor veya elini belimden çekemiyordum. “Onu aldığını fark etmedim mi sanıyorsun?” Kahverengi gözleri tehlikeli bir şekilde ışıldarken bıçağı belime bastırmasıyla acı içinde inledim. “Yapma!” Acı çekişimden zevk alıyormuş gibi güldü. “Başladığın işi bitir, aksi takdirde seni öldürmekten çekinmem.” Elimi bırakıp benden bir adım uzaklaştığında afallamıştım. Onu öldürmemi mi istiyordu?
Allah’ım, ne çeşit bir hasta bu?
Belimde hafif bir sızı hissedince, kaşlarımı çatarak başımı salladım. Elimdeki bıçağı sıkıca kavrayıp ona doğru hamle yaptığım an, başını sola eğdi ve göğüs kafesime geçirdiği yumrukla yere düştüm. Kahretsin! Nefes alamıyordum! “Böyle zayıflık göstermeye devam edersen düşündüğümden daha erken ölürsün,” dedi. Başımı kaldırmış, saçlarımın arasından öfkeyle ona bakıyordum. “Ben sizin gibi bir cani değilim!” Ayağa kalktım ve bıçağı yüzüne doğru savurdum. Bu adamın ölmesini istediğimi fark ettiğimde şoka girmiştim.
Bıçak daha tenine değmeden bileğimi havada tutarak sertçe sıkınca, bağırmadan duramadım. Elimdeki bıçağı aldı ve kolumu kesip dizlerime vurduğunda kendimi yerde buldum. Başımı çevirdiğimde kolumdan akan kanı gördüm ve afalladım. Bu adam gerçekten acımasız biriydi. “Katil!” Kanayan kolumu ona gösterirken dehşete kapıldım. Tamam, çok derin değildi, sadece küçük bir çizikti ama kanıyordu. Elinde benim kanım olan bıçağı tutması oldukça ürperticiydi.
“Kalk ve devam et.”
“Yaralasar, efendim.”
“ ‘Yarasalar’ demek istedin sanırım?”
“Hayır, yaralasar, efendim.”
“Açıkla!”
“Kolumu kestin, vicdansızın oğlu! Yaraladın bari sar! Yarala-sar!” diye bağırarak kanayan kolumu tuttum. Bu adamdan her geçen gün daha çok nefret ediyordum.
Koluma bakarak alayla güldü. “Küçük bir çizik.” Bıçağı sehpanın üzerine bırakarak yanıma geldi ve tam karşımda diz çöktü. “Şimdi bana neden burada olduğunu söyle.” Ondan şüphelendiğimi söyleyemezdim. Beni öldürmesi için ona geçerli bir sebep verecek değildim.
Gülerek omuz silktim. “Sizi öldürmek için,” dediğimde dudakları kıvrılırken, kestiği kolumu tutup sertçe sıktığında inledim. “Benimle oyun oynama küçük Yarasa, çünkü şu anda kime baktığının farkında değilsin.” Yüzüm acıyla kasılırken duyduklarımı neye yormam gerektiğini bilemedim. Bana küçük Yarasa demişti ve öcü de buna benzer bir şey söylüyordu.
Şu anda kime baktığının farkında mı değilsin?
Bu adam gerçekten o olabilir mi?
Beni korkutmayı başardığında yüzüne baktım. Yüzünde hiçbir duygu kırıntısı yoktu. “Sizde beni rahatsız eden bir şeyler var,” dediğimde elini kolumdan çekti. Parmakları yüzüme değince ürperdim. Gözlerimi kapatan saçlarımı çektiğinde karanlık hissi saklandığı yerden çıkmıştı. “Hisler bizi gerçeğe götürür, bunu aklının bir köşesinde bulundur.” Çenemi tutarak başımı kaldırdı ve yüzünü benimkisine yaklaştırdı. “Hastalıklı bir katilin düşünce yapısını, sadece onun gibi olanlar anlar. Ne demek istediğimi anlamıyorsun, değil mi?” diye fısıldadı. Kahverengi gözleri daha önce hiç görmediğim bir karanlığı içinde saklıyordu. En küçük bir tereddüt veya yalan olmayan sözleri zihnimde çınlayıp duruyordu. Katildi veya katile benzer biriydi. Bunu bana doğrudan söyleyecek kadar kalpsiz biri vardı karşımda.
Bir an önce ondan kurtulmalıyım.
“Sizi anlamıyorum.”
Odadaki koltuğu gösterdi. “Otur, Sedef.” Burada kapana kısıldığım için zorluk çıkarmadan söylediğini yaptım. Çekmeceleri karıştırdıktan sonra aradığını bulamayınca banyoya girdi. Birkaç dakika sonra elindeki ilkyardım çantasıyla yanıma geldi. Üzerime eğilince ne yapmak istediğini anlamadım. Çantayı açtıktan sonra kanayan koluma uzandı fakat önce ne yaptığını anlamadığım için kendimi geriye çektim. “Ne yapıyorsunuz?”
Kolumdaki kanı temizlemeye başlamıştı. Sargı bezini alarak küçük bir kesik açtığı kolumu sarmaya başladı. “Kendi açtığım yarayı sarıyorum.”
“Önce yaraladınız, şimdi de sarıyor musunuz?”
Başını yukarı kaldırıp kirpiklerinin altından bana baktı. “Yarala sar demedin mi?” Bunları söylerken beni dinlediğini ummamıştım.
İşi bittikten sonra otuz Yarasa’nın fotoğraflarının olduğu panonun önünde durdu. “Yanıma gel, Sedef.” Ayağa kalkarak hemen yanında durdum ve bana panoyu gösterdi. “Az önce söylediklerimi hatırlıyor musun?”
“Bir katil gibi düşünmekle ilgili olanları mı?” dediğimde beni başıyla onayladı. “Onu bulmak istiyorsan o olmalısın.” Fotoğraflardaki kanlı çarpıları gösterdi. “Bu işaretli fotoğrafları bırakan oydu. Önce öldürüyor ve ertesi gün hayatına son verdiği Yarasa’nın bir fotoğrafını kanla işaretleyip bana gönderiyor.” Rahat bir nefes alıp bir nebze de olsun korkularımdan arınmıştım. Bunları işaretleyen Alaz değildi.
“Bu ne demek, biliyor musun Sedef?” Kafamın karıştığını anlayınca, yürüyüp cam büfeden iki şişe içki çıkardı. “Bana meydan okuyor ve benimle oynuyor. Aslında bu savaş onunla benim aramda,” dedi. Masanın üzerindeki tüm evrakları elinin tersiyle yere itti ve her iki şişeyi de karşı karşıya koydu. “Ve sen bu savaşın tam ortasındasın.” Masadan uzaklaştıktan sonra bir şey arar gibi etrafına bakındı. Bakışları, pencerenin önünde duran küçük vazodaydı. Vazonun içinde dalından kesilmiş küçük, pembe bir kiraz çiçeği vardı. Onu vazosundan çıkartıp tekrar masanın yanına geldi ve kiraz çiçeğini her iki şişenin tam ortasına koydu. “O, seni istiyor.” Sağdaki şişeyi yavaşça çiçeğe doğru itti. “Ve ben, seni ona asla vermem.” Diğer elini kaldırıp soldaki şişeyi de çiçeğe doğru itti ve her iki eliyle şişeleri kiraz çiçeğine doğru yaklaştırdı.
“Bunu biliyor, bu yüzden bana meydan okuyor,” dedi ve alay edercesine gülümsedi. “Kabul ettiğim bir meydan okuma. Peki, ikimiz de silahlarımızı çektiğimizde sana ne olacak, biliyor musun?” Başını kaldırıp gözlerimin içine baktığında, aynı anda şişeleri çiçeğe yaklaştırıp tüm gücüyle birbirine vurdu. Her iki şişe de paramparça oldu ve aralarında kalan kiraz çiçeği ezildi. Şişenin içindeki kırmızı alkol, çiçeği kana boyar gibi rengini değiştirmişti ve cam kırıkları kadife yapraklarını kesip atmıştı.
Sanırım ne demek istediğini artık anlıyorum.
Parmaklarından içki akarken uzanıp yara bere içindeki çiçeği aldı ve doğrulup bana baktı. “Tetiğe bastığımızda kurşun ilk seni kanatacak. Daha sonra bir diğerini…” Çünkü ben her ikisinin tam ortasında duruyordum. İki namlunun tam ortasında. Kurşun beni delerek bir diğerine gidecekti.
Elindeki ölmüş kiraz çiçeğini avuçlarıma bıraktı. “Ya onun safına geç ya benim ama ortada durmaktan vazgeç.” Kapının kilidini benim için açınca elimdeki mahvolmuş dönmüş çiçekle öylece durdum. Kahretsin! Ben, bu oyunun tam ortasına nasıl düştüğümü bilmiyordum.
Açık kapıya doğru yürürken elimdeki çiçeği yere attım. “Çiçek sevmem.” Zaten ölü olan çiçeği ezerek çıktım odasından. Beni temsil edecek daha iyi bir şey bulabilirdi. Bir çiçeğe benzetilecek kadar nahif biri değildim.
Asansörün yanında durduğumda kendi kartıyla benim için asansörü çalıştırdı. Az önce söylediklerinin şokunda olduğum için ona bakamadım. Kapılar kapandığı an rahatlayıp derin bir nefes aldım. “Burada kalırsan ya bu adam ya da öcü sonunu getirecek, Sedef,” dedim. Sadece ajanların kullandığı üçüncü asansörde olduğumu fark ettim. Bu şansı heba edemezdim çünkü benim anahtarım bu asansörü açmazdı. O farkında olmadan benim için bu asansörü kendi anahtarıyla çalıştırdı. “Kaçıyorum oğlum işte!” Hemen Efe’nin tarif ettiği gibi yanımdaki çelik duvarı kontrol etmeye başladım.
Kaçsam nereye gideceğim ki? Beni her şekilde bulurlar.
Pes ederek durdum çünkü bu saçma olurdu. Daha ben çıkmadan Alaz beni bulurdu ve üstüne de ceza verirdi. Tek sorun bu değildi ki! Efe’nin de başı belaya girerdi, o yüzden kaçmaktan vazgeçtim. Zaten bir süre sonra açılan kapıdan çıkarak odama girmiştim. Yatağa kıyafetlerimle uzandığımda ne yapacağımı bilmez bir haldeydim. Kesilen kolumu bile umursamadan gözlerimi kapattım. “Babalarıma ulaşmanın bir yolunu bulmalıyım.” Bana sadece onlar yardım edebilirdi. Bu yerde beni rahatsız eden çok şey vardı.
Ortada duran bir hedef konumundayım. Umarım kimse atış talimi yapmaya kalkışmaz.
*****
Sabah hazırlanıp yemekhaneye girdiğimde, masasında sigarasını içen adamın gözleri hemen beni bulmuştu. Boş bakışlarımı ondan çektim ve yiyecek hiçbir şey almadan eskisi gibi küçük masalardan birine oturdum. “Kedicik? Hayırdır, yine mi tek başına oturmaya başladın?” Bugün hastaymışım gibi hissettiğim için Kuzey’e sadece omuz silktim.
“Hasta mısın lan Sakar?” Hakan gözlerini kısarak beni inceliyordu. “Yiyecek hiçbir şey almamışsın.” Birkaç kişi daha kıkırdayınca ona ters ters bakmakla yetindim. Ne var yani, tok olamaz mıydım?
“Belki de diyet yapıyordur.” Fulya’nın alayla söylediklerine karşı göz devirdim. Ben kim, diyet yapmak kim! “Sonunda şu paspal görünümüne çekidüzen vermeye mi karar verdin?” Şu anda o kadar bitkin hissediyorum ki, bu kız ne söylerse söylesin ona kızacak halim yoktu.
“Yok artık!” Ecrin gözlerini büyüterek şaşkınlığını gizlemeden bana bakıyordu. “O kıza cevap vermediğine göre gerçekten hasta olmalısın.” Tüm gece düşünmekten beynim iflas ettiği için onlarla uğraşmadım ve ayağa kalkıp yemekhaneden çıktım. Bugün kimseyi çekecek durumda değildim.
Dersin başlamasına daha bir saat olduğu için bahçeye çıkıp temiz hava almak en iyisiydi. Asansör açılınca iki adım atmıştım ki etrafına bakarak koridorda yürüyen Şafak’ı gördüm. Sanki kimsenin onu görmesini istemiyormuşçasına bakışları temkinli ve şüpheliydi. O gözden kaybolunca tesisin kapısından içeri giren Araf’a baktım. “Hey, Karaoğlan!” Seslendiğimi duydu ve başını kaldırıp bana baktı. Elimle Şafak’ın gözden kaybolduğu koridoru gösterdim. “Senin şu sessiz ve gizemli platoniğin ne haltlar karıştırıyor?” Boş koridora baktıktan sonra bana döndü. “Canın mı sıkkın senin? Yine uğraşacak birilerini arıyor gibisin.” Gülerek başımı salladım ama uğraşacak birilerini aramıyordum.
“Gel, hadi.” Şafak’ın gittiği yöne doğru yürüdüm fakat peşimden gelmediğini fark edince kaşlarımı çattım. “Hey! Şu gizemli sevgilin canımı sıkacak bir işler karıştırıyorsa senin beni koruman gerekiyor. Benimle gelmezsen, yemin ederim k, tüm gün kulağının dibinde çığlık atarım!” Homurdanarak peşime düşmesi uzun sürmedi. “Sanki şu anda çığlık atmıyorsun.” İlk dediğimde gelseydi ben de bağırmazdım.
Düz koridordan geçtikten sonra sağa döndük. Şafak’ın girdiğini düşündüğüm odaların kapılarını kontrol ediyordum. Hepsini tek tek açmak üzereydim ki Araf burnundan soluyarak beni durdurdu. “Nereye gittiğini tahmin ediyorum.” Benden sıkıldığını açıkça belli eden çocuğa güldüm. “O zaman yolu göster azizim, yoksa tüm kapılardan geçeriz.” Kısa bir an gülecek gibi olmuştu ama gülüşünü benden sakladı.
Araf’ı takip ederek birkaç koridordan geçtim. Beni büyük harflerle MORG yazan bir kapının önüne getirdi. “Koruyucu ailesi doktor olduğu için tıp okumak istiyor ama serumun ne işe yaradığını bilemeyecek kadar bilgisiz. Asıl istediği yazar olmak ve bunu herkesten sakladığı için iki yıldır tıp fakültesine gidiyor. Üniversiteyi de ailesinin yardımlarıyla kazandı. İki yıldır derslerde uyuduğu için pek bir şey öğrendiği söylenemez. Şimdi ise tıpkı diğer Yarasalar gibi üniversite kaydını dondurup buraya geldi. Bu yüzden İbrahim’in cesedini incelediğine eminim.” Sır verir gibi bana yaklaştı. “Ortaya attığı hiçbir teoriye inanmamanı tavsiye ederim.” Ağzım açık bir şekilde karşımdaki çocuğa bakıyordum. İki dakikada Şafak’ın tüm hayatını anlatmıştı.
“Yıllarca kızı sapık gibi takip mi ettin yani?” diye afalladığımda güldü. “Onunla aynı liseye gittik ve aynı üniversitede okuyoruz. Ama sorsan aynı okulda olduğumuzun bile farkında değildir.” Sesinde saklı olan o gizli ıstırabı hissedince, Şafak’ın gerçekten burnunun dibindekini göremeyen biri olduğunu anladım. Çocuk yıllardır onu uzaktan seviyordu ama kızın hiçbir şeyden haberi yoktu. Üstelik Araf gerçekten çok yakışıklıydı. Tabii, birini sevebilmeniz için sadece yakışıklı olması yeterli değildi.
“Biliyor musun?” Kömür gibi siyah gözlerine bakarken tebessüm ettim. “Biri beni, senin gibi sevse ben onu severdim.” Bu sözlerim onu teselli etsin diye değildi, aksine tüm dürüstlüğümle söylemiştim. Araf gerçekten güzel ve derin seven erkeklerdendi.
Dudakları usulca kıvrıldı. “Bu çeneyle seni sevecek bir erkek çıkar mı, emin değilim.”
“Haklısın ve mümkünse kimse çıkmasın.” Morgun kapısını iterek içeri girdim. Bu sıralar erkekler en son düşüneceğim şey bile değildi.
Buz gibi soğuk yere girdiğimiz an ürperip geriye doğru bir adım atmıştım ki Araf, “Ölülerden korkma, yaşayanlar daha tehlikeli,” diyerek elini belime koydu. Derin bir nefes aldım ancak dokunuşu beni rahatsız ettiği için ona belli etmeden uzaklaştım.
Yürümeye başladığımızda bir sedyenin üzerinde yatan İbrahim’in cesedini ve onu inceleyen Şafak’ı gördüm. Elinde bir not defteri ve kalemle öylece cesede bakıyordu. “Bir şey buldun mu?” Araf’ın sesiyle yerinden sıçrayarak korku içinde bize döndü. “Ha-hayır.” Doğrudan kimsenin gözlerine bakamadığını fark ettim, bakışlarını sürekli kaçırıyordu.
Araf bana bakarak gözleriyle sedyenin üzerindeki cesedi gösterdi. “Hadi, şaşırt beni. Çünkü senin tam bir aptal olduğunu düşünüyorum.” Kaşlarımı çatarak sedyeye doğru yürüdüm. Bir aptal olmadığıma emindim.
“Ben ölü görmekten korkuyorum,” diyemedim!
Sedyenin yanına yaklaştığımda nefes alışlarım hızlanmıştı. Ten rengi buz mavisini andıran çocuk her an gözlerini açacak diye diken üstündeydim. Beyaz çarşaf boynuna kadar geliyordu ve sanırım yüzünü Şafak açmıştı. Titreyen ellerim çarşafı bulduğunda her an çığlık atıp kaçabilirdim. Çarşafı beline kadar kaydırıp bedenine baktım. Gözlerim karnında, göğüs kafesinde ve oradan da kollarında dolaşıyordu. “Tuhaf, herhangi bir çürük ya da darbe izi yok. Üstelik silah veya bıçak yarası da yok.” Korkumu bir kenara attım ve çenesini tutarak ağzını açmaya çalıştım. “Bu da ne?” Araf yanıma geldiğinde ona dilini gösterdim. “Dilinin üzerine baksana, yeşile boyanmış gibi. Zehirlenmiş, belki de asansöre binmeden önce zehirlenmişti.” İlk teorimi dile getirince Araf başını olumsuz anlamda salladı.
“Bu mümkün değil çünkü onunla aynı şeyleri yedik, biliyorsun ve yemek saati dışında yemekhane kapalı oluyor.” Gülerek başımı olumsuz anlamda salladım. “Bu kurallar benim için de geçerliydi ama ben eğitmenim tarafından zehirlendim.” Aklıma gelenler yüzünden gözlerimi irice açtım. “Ama öldüğü gece tesise girdiğimde ajanlardan biri katilin içeride olduğunu söylemişti. İbrahim’in öldüğü asansörün kameraları çalışmıyorsa, o zaman katil bizzat ona asansörde zehir verdi.” Onu asansörde öldürdüğü için tanınmak istemediğinden kamerayı devre dışı bırakmış olmalıydı.
“Kaldır cesedi, yani onu.” Araf bana dümdüz bakınca ofladım. “Boynunda veya bedeninde herhangi bir iz yok, sırtını görmem lazım,” dedim. İbrahim’e dokunmak istemiyor olacak ki yüzünü buruşturdu. Omuzlarını kavradığı gibi cesedi oturur pozisyonda tutmaya çalıştı.
Sedyenin etrafında dönerek sırtına baktım lakin yine bir iz bulamayınca afalladım. “Bu çocuk eğitimlerde ne halt yiyordu? Benim bile bedenimde aldığım darbeler yüzünden bir sürü morluk var.” Hiç iz olmaması garip gelmişti. “Nefes darlığı olduğu için eğitimlere nadiren katılırdı. Genelde tüm gün odasındaki bilgisayarda oyun oynardı.” Araf’ın söyledikleri, neden hiç morluk olmadığını açıklıyordu.
“Şu şeyi bırakabilir miyim artık?” diye homurdanınca gülerek başımı sallamıştım ki ensesinde bir iz fark edip elimi kaldırdım. “Bekle bir dakika! Ayrıca İbrahim’den şey diye bahsetmen çok kaba.”
“Sen ondan ceset diye bahsederken normal mi yani?”
“Şu anda nefes almıyorsa o bir cesettir, sert çocuk.” Elimle ensesindeki saçları çekince küçük bir nokta kadar olan kızarıklığı gördüm. Kızarıklık, solgun teninde çok belirgindi. “Şırıngayla ensesinden zehirlemiş. İbrahim’de herhangi bir boğuşma izinin olmaması katili tanıdığını ve ondan korkmadığını gösteriyor. Daha önce onu görmüş olmalı ki birlikte asansöre bindiği kişinin katil olduğundan habersizmiş. Ona sırtını dönünce ensesinden iğneyi yemiş.” Onu şaşırtmayı başarmış olmalıyım ki afallayarak cesedi yeniden sedyeye bırakıp bana döndü.
“O zaman tesisten biri…” Gülerek parmağımı kulağının yanında şaklattım. “Aynen öyle, zeki çocuk. Ben bunu günlerdir söylüyorum ama bana kimse inanmıyor!” Dehşete düşen Şafak’ı boş verip kapıya yöneldim. “Beni takip et, Araf. Daha işimiz bitmedi.” Morgdan çıktığımda bugün dedektifliğimin üzerimde olduğunu düşündüm.
Tuhaf ama Araf, Şafak’ı orada bırakarak peşimden gelmişti. Koridorda yürürken başımı çevirip ona baktım. “Şafak’ı orada bırakacağını düşünmemiştim.” İç çekerek önüne döndü. “Benimle yalnız kalkmak hoşuna gitmeyecektir.” O korkak kızı gerçekten seviyordu. Neden gidip ona açılmak yerine yıllardır böyle uzaktan seviyordu, anlamıyordum.
“Ona hislerinden bahsetmelisin,” dediğimde bana bakarak güldü. “Ben onu uzaktan sevmeye alıştım, şimdi ona söylersem bu yaşadığım şeyin büyüsü bozulur diye korkuyorum,” diyerek gözlerinin önüne düşen tutamlarını çektiğinde, kuzguni bakışlarını yakından gördüm. Gözleri çok güzeldi.
“Ben anlardım,” dedim. “Beni böyle derin seven birinin hislerini hemen anlardım.” Ona baktığım için önüme bakmıyordum. O yüzden kendi ayağıma takılıp yine düşmek üzereyken kolumdan tuttuğu gibi beni göğsüne çekti. Beni, “Sen daha gittiğin yeri görmüyorken birinin seni sevdiğini nasıl anlayacaksın?” diyerek azarlayınca kıkırdayıp ondan uzaklaştım. “Düşsem de lütfen bana dokunma,” diye küçük bir uyarıda bulunarak koridordan çıktım. Düşmeyi, erkek temasına tercih ettiğim doğruydu.
Asansörlerin olduğu koridora girdiğimizde üçüncü asansörün önünde durdum. Başımı kaldırarak etrafıma baktım ve sol taraftaki kamerayı Araf’a gösterdim. “O kamera bu asansöre binen kişileri çekmiştir.” Sağ köşede duran kamerayı işaret ettim. “Asansör o kameranın da görüş alanında.” Çıkış kapısının hemen üzerindeki kamerayı gösterdim. “O kamera ise asansör kapanırken bile içindekileri çok net kaydetmiştir.” Elimi indirerek ona baktım. “Diyelim asansördeki kamera o esnada arızalandı; peki, bu üç kamera da mı arızalandı?” Araf fark ettiği şey yüzünden kaşlarını çatarken, şüphelerimin yersiz olmadığından artık emin oldum. Eğitmenler bizden bir şey saklıyordu. İbrahim ile asansöre binen kişinin kim olduğunu bildiklerine emindim.
Aniden gözlerini irice açan Araf, bir küfür savurdu. “Bu olabilir mi?” Şaşkınca fısıldayıp bana döndü. “Bu sabah koridorda senin ve şu çekik gözlü arkadaşının eğitmenini konuşurken gördüm.” Atalay ve Alaz’ı konuşurken görmenin nesi şaşırtıcı olabilirdi ki?
“O, senin eğitmenine diğerleri görmeden kayıtları sildiğinden bahsediyordu. ‘İbrahim ile o esnada asansörde olan sendin,’ dedi eğitmenine. Ne işler karıştırdığını sordu ama onun tek söylediği ‘Sessiz kalmaya devam et!’ oldu.” Katil, İbrahim ile asansördeydi ve Araf’ın söylediklerine göre o esnada İbrahim ile asansörde olan Alaz’dı. Yetkisi herkesin üstünde olan biri, kolaylıkla kayıtları sildirebilirdi ve böyle de oldu çünkü kayıtları Atalay, arkadaşı için silmişti. Ellerimle şakaklarıma baskı yapıyordum. Tüm oklar Alaz’ı gösteriyordu. Katille kokuları bile aynıyken aksini düşünmek aptallık olurdu.
“O adamın suratını dağıtacağım!” Araf öfkeyle asansöre yöneldiğinde koşarak yolunu kestim. “Saçmalama! Eğer katil oysa daha biz ne olduğunu anlamadan bizden kurtulur. Oğlum, kamera kayıtlarını silmişler! Elimizde sağlam bir kanıt olmadan onu suçlarsak hedef haline geliriz. Bir süre daha aptalı oynayıp burada ne işler döndüğünü anlamalıyız.” Kaşlarını çatan çocuk, haklı olduğumu anlayınca isteksizce başını sallamıştı. Mantıklı bir plan yapmadan atağa geçmemiz doğru değildi.
Burada ne haltlar döndüğünü öyle ya da böyle bulacağım.
Eğitim saatinin geldiğini fark edince yanımızdan geçen bir ajandan bize beşinci kata kadar eşlik etmesini istedik. Kendi anahtarımızla en fazla üçüncü kata kadar çıkabilirdik. Asansör beşinci katta durunca adamla birlikte biz de asansörden indik. Eğitim salonuna doğru yürürken yan odalardaki kapıları görünce güldüm. “Süslü ve Efe bu yan odaları çok seviyor, dur bir tanesini de ben açayım,” diye kıkırdayıp kartımı boynumdan çıkardığımda, Araf bana göz devirdi ve beni bırakıp gitti.
Bu çocukta merak denilen şeyin bir zerresi bile yok.
Kartı kapıya ilk okuttuğumda açılmayınca tekrar denedim ama yine açılmadı. Kendi kartımı elimde çevirirken bozuk mu diye kontrol ediyordum. Sanki bozuk olsa anlayacaktım da… “Efe’nin kartı kadar olamıyorsun, onunkisi açmış…” demiştim ki aniden fark ettiğim şeyler yüzünden yutkundum. Beşinci kattaydık ve geçen gün bu katta birini öcü sanıp kavga ettiğimizde Naz sopayı yan odadan aldığını söylemişti. Tamam, yemekhaneden de benzin bidonunu almıştı ama yemekhane üçüncü katta, yani bizim anahtarlarımızın açacağı katta. O zaman Naz’ın kartı beşinci kattaki odalardan birini nasıl açtı?
“Yankı, sen hâlâ oyalanıyor musun? Geç kaldık.” Asansör açıldığında koşarak Naz’ın yanına gittim. Evet, asansörden inen oydu. “Sen geçen gün o beyzbol sopasını nereden buldun?” Niye soruyorsun der gibi bakınca kolunu sertçe tuttum. “Cevap ver, bu çok önemli.”
“Yan odalardan birinden.” Kolunu benden kurtararak beni yürümeye zorladı. “Aradığın cevaplar bende yok, Yankı çünkü benim anahtarım bu kapıları açmıyor.”
“O kapıyı nasıl açtın?”
“Of Yankı!” Sıkılmış gibi görünerek bana döndü. “Bir seferinde Efe’yi gizlice bu odalardan birine girerken gördüm. Odalarda ne var diye merak ettiğim için o gün Efe’nin anahtarını çalmıştım. Ancak çocuklar kavga edince odaları hızlıca ararken o sopayı buldum. Tabii, Efe bu vesileyle anahtarının bende olduğunu anlayıp onu benden aldı,” diyen Naz beni bırakıp gidince birkaç dakika boyunca olduğum yerde kaldım. Efe mi? O korkak çocuğun anahtarı bu kapıları açabiliyor mu? Bu da ne demek şimdi? Ne saklıyorsun Efe Can?
“Hadi!” Araf, eğitim salonunun kapısında durmuş, bana sesleniyordu. Bu kara çocuk içeri girmek yerine hâlâ beni mi bekliyordu?
Araf’la yan yana içeri girdiğimizde, geç kaldığımız için buradaki herkesin dikkatini çekmiştik. Kuzey ve diğer Yarasalar kaşlarını çatarak yanımda duran Araf’a bakıyordu. Kuzey, yumruklarını sıkarak dişlerinin arasından, “Ne işin var kızım senin onun yanında?” dediğinde Araf sırıttı ve “Birlikte küçük bir kaçamak yaptık,” dedi. Bu sözlerin ardından Kuzey, kelimenin tam anlamıyla çıldırdı. “Ne saçmalıyorsun lan sen!” diyerek Araf’ın üzerine yürüdüğünde koşup Kuzey’in önünde durdum. “Asansörde karşılaştık.” Olay çıkmasın diye yalan söylemek zorunda kalmıştım. Rakip takımdan biriyle olan küçük kaçamağım onları delirtirdi.
“Karşılaşmayacaksın kızım!” Bu geri zekâlı Naz, az önce koridorda beni tek başına gördüğünü unutmuş olmalı ki bir ayağını sertçe yere vurdu. “Onlardan biri asansöre binince sen ineceksin ya da onu dışarı atacaksın!” Bu kız normal değildi. Küçücük boyuyla resmen kavga çıkarmaya yer arıyordu.
“Biraz abartmadın mı, Necmiye?” Aynı fikirde olduğumuz için hepimiz Yiğit’e başımızı salladık.
“Abartmıyorum! Düşmanın casusu onlar, ayrıca adım Naz!”
Ecrin, “Sanki hâlâ abartıyor gibisin,” diyerek kıkırdarken biz de gülmemek için kendimizi zor tutuyorduk. Bıraksak buraları yıkıp geçecekti bacaksız.
“Hani bunların ağzını burnunu kıracaktık? Şimdi ben mi abartıyorum?”
Hakan güldü. “Ne ara öyle anlaştık lan?”
“Bağımlı doğru diyor, ben de hatırlamıyorum sanki,” dedim. Kendi uydurduğu şeylere inanıyordu.
“Kız uçtu, Kedicik. Takım, usulca Süslü’den uzaklaşıyoruz.” Kuzey’in sözleri üzerine gülerek geriye doğru bir adım attığımızda, Naz bu halimizi görüp kıkırdadı. “Tamam ya, azıcık abartmış olabilirim ama onlara yaklaşmak yok!” Bu kızın çirkefliği tam bir faciaydı.
Yiğit gülerek, “Azıcık mı?” dedi. “Ben bir ara çakmak gibi gözlerinden lazer ışığı fırlatacaksın sandım, Nesibe.” Naz tekrar çıldırdı. Bu ikisinin kavgası beni hep güldürüyordu.
Herkes yeniden kendi eğitmeninin yanına giderken, mecburen ben de sırtını duvara dayayıp beni izleyen adama doğru yürüdüm. Tam karşısında durdum. Ondan şüphelendiğimi anlamasın diye kendimi zor kontrol ediyordum. “On dakika, elli iki saniye, yirmi üç salise geciktin,” dediğinde aklımı kaçıracağımı hissettim. Adam saliseyi bile hesaplamıştı.
“Araf’la birlikteyken zamanı unutmuşum, üzgünüm.” Ona karşı dürüst oldum fakat duydukları hoşuna gitmemiş gibi kaşlarını yukarı kaldırdı. “Ben burada seni beklerken…” Kelimelerin üzerine basa basa konuştu. “Sen onunla birlikte zaman öldürüyordun, öyle mi?” Yaslandığı duvardan doğrulup bana doğru bir adım attığında geriye gittim. Bu adam şimdi niye üzerime geliyordu?
Geç kalmakla ilgili sorunu ne bu adamın?
“Evet.” Geriye doğru bir adım daha attım. “Şunu yapmayı kesmezseniz çığlık atarım.” Bilerek beni korkutuyordu sanki, bundan sadistçe zevk alıyordu.
Dudakları kıvrılırken üzerime gelmeye devam ediyordu. “Ne yapıyorum?” dediği an kaşlarımı çatarak suratına yumruğumu geçirdim. “Beni böyle sindiremezsin, lanet adam!” diye bağırdığımda herkes bize bakmıştı ama zerre kadar umurumda değildi. Kimse beni korkutarak üzerimde baskı kuramazdı.
Hafifçe sağ tarafına düşen başını yavaş yavaş bana çevirdi. “Şu yumruklarının üzerinde çalışmalıyız.” Ona vurmam hoşuna gitmiş gibiydi. Söyledikleri yüzünden sinirlerim bozulduğu için kıkırdadım. “Ne çeşit bir hastasınız siz?” Gülerek ceketini çıkardı. “Sen karar ver.” Ceketini yere attığında işkence seanslarımın başladığını anladım.
“Drakula’nın çaylağı olduğuma beni pişman edeceksiniz, değil mi?” Korkuyla yutkunduğum esnada sırıtarak karnıma bir yumruk attı “Kesinlikle.” Harika!
Saatler sonra
Yüzüstü yere düştüğümde ellerimi yere bastırarak kalkmaya çalıştım ama nefes almakta bile zorlanırken bunu yapmam çok zordu. Düştüğüm yerde dizlerimin üzerine oturmayı başardığımda beyaz tişörtümün önünün kan olduğunu fark ettim. Burnumdan akan kanları elimle durdurmaya çalıştım. Akşam olmuştu ve herkes gitmişti ama biz hâlâ çalışıyorduk. Pardon, çalışıyorduk mu dedim? Resmen dayak yiyordum burada! Bana doğru geldiğini saçlarımın arasından görünce oturduğum yerde hiç kıpırdamadım. “Beni yere sermediğin sürece sabaha kadar buradasın.” Yumruklarımı öfkeyle sıktım. Saatlerdir o dediği şeyi yapmaya çalışıyordum ama yere düşürmek şöyle dursun, adama diz çöktürememiştim bile.
Bugün bana karşı hiç olmadığı kadar sert.
Aramızda üç adım kalmıştı ki ellerimi yere bastırdım ve bacaklarımı karnıma doğru çekip tüm gücümle her iki bacağına vurdum. Bu beklenmedik hamlemle iki dizinin üzerine düşünce, üzerine atlayıp sırtüstü yere düşmesini sağladım. O, bu hareketimle afallamışken yumruk yaptığım sol elimi burnuna geçirdim. “Akşama kadar canımı çıkardın, hayvan!” Öfkeyle bağırıp kontrolümü kaybetmiş gibi bir yumruk daha attım.
Ona vurmak için üçüncü yumruğumu yine havaya kaldırmıştım ki burnundan akan kanları umursamadan gülmeye başladı. Afalladım. “Acaba mazoşist olabilir misiniz?” Ona vurmamdan zevk almasının başka bir açıklaması olamazdı.
Nerede tımarhanelik deli varsa gelsin beni bulsun zaten!
Öfkelendiğim için karnına oturduğumu ancak fark edebilmiştim. Aceleyle kalkmaya çalıştığımda belimi kavradı. “Mazoşist değilim.” Belimi tuttuğu gibi kendimi yerde ve onu da üstümde bulmuştum. “Ama senin sınırlarını biliyorum.” Dudakları sinsice kıvrıldı. “Sen düştükçe daha fazla güçlenerek ayağa kalkanlardansın.” Elini uzatarak yüzümdeki saçlarımı çekti ve burnumun ucuna düşen gözlüğümü düzeltti. “Hırslı ve inatçısın, ben seni zorlamadıkça kolay kolay atağa geçmiyorsun.” Üzerimdeki kanlı tişörte baktı. “Kabul ediyorum, biraz fazla zorlamış olabilirim.”
“Biraz mı?” Onu üzerimden iterek ayağa kalktım. “Kırılmadık kemiğim kalmadı ve siz bana biraz mı diyorsunuz?” Duvarın yanındaki cam dolabı açtığım gibi elime geçen su şişelerini kafasına fırlatmaya başladım. “Alın size ‘biraz’, vicdansız adam!” Sonunda beni delirtmeyi başarmıştı, hayvan herif!
Eliyle su şişelerinden kendini korumaya çalışırken, “Hepsini toplamadan bir yere gitmiyorsun…” demişti ki kafasına çarpan şişe yüzünden homurdanınca güldüm. “Nasıl oluyormuş?” Bir şişe daha fırlattım ve o da boynuna çarptı. Nasıl rahatlamıştım, anlatamam.
Onun yüzünden morarmadık yerim kalmadı.
Kendini şişelerden korumaya çalışırken bir yandan da bana doğru geliyordu. “Sedef, oraya gelirsem hiç gelmemiş olmamı dileyeceksin!” Son şişeyi de kafasına fırlatıp kapıya doğru koştum. “Mümkünse bir süre görüşmeyelim, bayım!” Son sürat koşarken, bağırarak spor salonundan çıktım.
Korkuyla bağırdım: “Ahmet, asansör!” Ahmet hemen asansörü çağırırken Buzdağı’nın peşimden koştuğunu biliyordum. “Buraya gel, daha seninle işim bitmedi!” Bana bağırdığını duyunca, daha hızlı koşarak kendimi asansörün içine attım. Hemen giriş katın düğmesine bastım. Buzdağı tam yetişmişti ki kapıların kapanmasıyla kahkaha attım. “İşte bu be!” Gülerek sırtımı asansörün duvarına yasladım, sonunda rahat bir nefes almıştım. Bugün ondan kurtulmuştum ama yarın için aynı şeyleri söyleyemezdim.
Ahmet, garibim, dağınık saçlarıma, kan içinde kalmış yüzüme ve kırışık kıyafetlerime şaşkın gözlerle bakıyordu. “Orada tam olarak ne oldu?” Sorduğu soru karşısında güldüm. “Bu gördüğün muhteşem yaratık ona haddini bildirdi, ajan.”
Eliyle savaştan çıkmış halimi gösterip güldü. “Muhteşem misin, bilmem ama yaratık kısmına katılıyorum.”
“Bakıyorum da yine formundasın ajan, malum günlük laf sokmalarına tam gaz devam ediyorsun da!” diye homurdanmam onu daha fazla güldürmekten başka bir işe yaramamıştı.
Bugün bela okumayacağım.
Asansörün kapısı açıldığında Ahmet’i geride bırakarak odama girdim. Ilık bir duşla üzerimdeki ter ve kandan kurtulmuştum. Üzerime rahat bir şeyler giyerek kendimi yorgunlukla yatağa attım, uykuya dalmam uzun sürmemişti.