Evera Alfen ya da yalnızca Era.
Bu genç kızın yaşadığı toprakların yer aldığı Yuva’da kurallar basittir:
Ormana adım atma.
Sınırları sakın geçme.
Öncü’ye bağlı kal.
Ve son kural: Asla yalan söyleme.
Halkı gibi o da kurallara sadık kalır. Ta ki bir gece cani bir ok kardeşinin göğsüne saplanıp onu hayattan koparana dek. Evera Alfen, yıllardır bağlı kaldığı kuralları kanlı bir intikam uğruna hiçe sayar: O katili bulacaktır.
Ormanın dışına, gidilmesi yasaklanan Vahşiler’e kaçar. Geri dönüşü olmayan bu yolda kardeşinin ona emanet ettiği kuşların kanat seslerini kalbinin derinliklerinde duyar.
Ve sonra göğe bakar.
O ilk başkaldırandır.
Mavi Gece; Rüzgârı Sesi ve Operatöre Bağlanıyorsunuz serilerinin yazarı K. Kübra Berk’ten okurları kuşların ve gökyüzünün fantastik sesini duymaya davet eden yepyeni bir roman daha: Unutulmuş Kuşlar Göğü…
“Kuşlar da uçmayı böyle öğrenirler, demişti hıçkırıklarımın arasında. Defalarca düşmezlerse kanatlarını keşfedemezler.”
*
Penceremden baktığımda bu hikâyeyi yazmama ilham olan tüm kuşlara…
“Bir gece…
Ansızın, derin bir uykunun kucağında, kan ter içinde kaldığın rüyanda…
Gümüş kanatlı kuşlar gördüğünde ne olacak zannettin?
Huzursuzca kıpırda buzdan farksız yatağında, titreyen kirpiklerin ve göz
kapaklarının ardında, soluk soluğa; sanki, sanki sen hiç doğmamışsın gibi
bir varoluş acısıyla, gecenin kör vakti, yakarışlarla, kanat sesleri
ruhuna sert darbelerle çarpa çarpa…
Söyle bana, fısılda…
Kuşları gördüğünde ne olacak zannettin?
Aynı kişi değildin.
Onlar gibi olamadın.
Eskisi gibi kalamadın.
Ah, sen, küçük kız.
Zaten kalmamalıydın.”
*
1
KUŞLARI HATIRLA
“İyi uykular, Zey.”
Soğuk, ayak uçlarımdan saç tellerime dek tenimin üzerinde sivri bir bıçak gibi gezinirken ürperdim. Titrek bir iç çekiş ciğerlerime kaçarken hislerimi bile dondurabilecek kadar kuvvetli bir ayazın pustuğu geceye uykuyu çağırdığımı unutmayı denedim, göz kapaklarım usulca kapandı.
Neredeyse buz kestiği için uyuşmaya başladığını hissettiğim parmaklarım, avuç içime doğru kapandı; ellerim artık titriyordu. O an bunu görmezden geldim ve yorganın altında kıpırdanıp duran küçük çocuk dışındaki hiçbir şeye aldırmamayı seçtim.
Kaçtığım şeyi ne kadar çok düşünürsem, onun zihnimde bir çığ gibi büyüyeceğini ve beni ezip geçeceğini biliyordum. Soğuğu düşünmek yerine yapabileceğim en iyi şeyi yaptım, avuç içlerim yanımdaki ufaklığın sıcak vücudunu buldu ve ona yapıştı. Zey, yaptığım şeyle kıkırdamaya başlarken kafasını yastığının altına soktuğu için sesi boğuk çıkıyordu. Ona aldırış etmeden, kaçmasını engelleyerek iyice sokuldum. Parmaklarım; karnını, koltuk altını, ardından çok huylandığını bildiğim diz kapaklarının arkasını bulunca, kıkırtıları giderek yükseldi. Çok geçmemişti ki babam uyarırcasına odanın diğer ucundan hafifçe öksürdü, minik oğlanı güldürmeyi bıraktım.
“Sabah tören var. Uyuyun, çocuklar.”
Kollarımın arasından sıyrılan Zey kıkırdamayı bıraktı. Yorganın altından başını kaldırdı ve karanlığa baktı. İçeride birbirimizi görmeye yetecek kadar ışık yoktu ancak her birimiz diğerlerinin nerede olduğunu bilirdik.
“Baba?”
“Evet, oğlum.”
“Bu, Hürmet Töreni mi?”
Babam yanıt vermedi. Zey ile karanlık odada yıpranmış tavanı izlerken bir süre sessizce bekledik.
Kendi kendime gülünce omuzlarım titredi.
“Uyuyakaldı.”
Zey, yorganın altındaki minik ayaklarını benim ayaklarıma doladı. “Hep uyuyakalıyor.”
Yatakta ona doğru dönerken, “Çünkü çok yoruluyor, bir tanem,” dedim.
O da beni taklit etti, vücudunu tamamen bana çevirdi. Ellerini yanağının altına sıkıştırınca şirin yüzü mümkünmüş gibi daha sevimli bir hâl aldı. İri gözlerini benimkilere çevirdi, karanlıkta parlıyorlardı. Yastığa dağılan kıvırcık saçlarına uzanıp onları karıştırdım.
“Haydi, sen de uyu.”
“Bana Hürmet Töreni’nden bahseder misin biraz?” diye sordu.
Sesinde merak tınısı vardı, uyumaya niyeti olmadığını gösterir gibi iyice dibime girip heyecanla dudaklarıma bakmaya başladı. Bu kadar meraklı bir çocuk olması bazen beni eğlendiriyordu, dayanamadım ve sırıttım.
“Bunu şimdi konuşursak annem, uyanıp bizi boğmak isteyebilir, Zey,” diye fısıldadım.
“Böylece ısınmış oluruz, Era. İyi fikir.”
Kendi söylediği şeye gülerken dudaklarını parmaklarıyla kapatmış, sesi çıkmasın diye çabalıyordu. Fakat benim tebessümüm usulca yok oldu. Bakışlarım donuklaştı. Farkında olmasa da bu cümle hayli yıkıcıydı. Küçük bir çocuğun ısınmayı dert etmek zorunda kalması içimi burkuyordu, onu kendime çekip sımsıkı sarıldım. Hatta öyle sıkı sarıldım ki birkaç dakika içinde bunalıp kıpırdanmaya başladı. Bense derin derin nefes alıp veriyordum.
Yakacak malzememiz bitmek üzereydi, gecelerdir iyi ısınamıyorduk. Bu ayın başında gerçekleşen dağıtım gününde, hanemizin payına düşen malzemeleri çoktan almıştık. Üstelik fazlasını istemek için de cesaretim yoktu. İstesem ne değişecekti ki? Dışarıdan açgözlü gibi görüneceğimizi biliyordum, buradaki herkese kendine verilenle yetinmesi gerektiği öğretilmişti.
Sabah bu işe kesin bir çözüm yolu aramaya karar verdim. Kim bilir, belki Hürmet Töreni’nden faydalanabilirdim. Taşlık Meydan hiç olmadığı kadar kalabalık olacaktı ve bu sorunu çabucak çözebilecek birçok önemli insanı görebilecektim.
“Anlatmayacak mısın?”
İç çektim. Erkek kardeşimin bu kadar meraklı olması karşısında teslim olmaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu.
“Sonra uyuyacak mısın?”
“Evet.”
“Söz mü?”
“Söz, Era.”
“Hürmet Töreni’nde İles’i göreceğiz,” diye fısıldadım, sesimde büyülü bir tını vardı. Zey, onun adını duyduğu an nefesini tuttu.
“Sa… Sahiden mi?”
“Evet,” diye yanıtladım. Küçükken ben de onun kadar meraklıydım, bunu hatırlayınca gülümsedim. “Muhtemelen ona yaklaşamayız ama uzaktan da olsa görebileceğiz.”
“Bu çok güzel,” diye heyecanlandı. “Peki, sonra?”
Konunun ciddiyetine bürünerek, “Taşlık Meydan’da birçok önemli insan olacak,” dedim. “Biliyorsun, biz burada güvenli ve mutlu yaşayabilelim diye onlar hep çok çalışıyor. Fazlasıyla meşguller, bizlerle iç içe olma fırsatı bulamıyorlar. Ama yarın bizimle sohbet edip neler yaptığımızı soracaklar. İhtiyaçlarımızı, isteklerimizi öğrenecekler. Sonra… Sonra evimize Gözcüler gelecek,” diye açıkladım.
Küçük çocuk, huysuz bir homurtuyla sözümü kesti:
“Onların evimize girmesinden hoşlanmıyorum.”
Ardından belime iyice sarıldı, düşüncesi bile huzursuz olmasına yetmişti.
“Bakışları çok kötü,” diye sessizce sürdürdü.
Başımı aşağı eğip yüzünü şefkatle okşadım. “Hayır, Zey,” dedim uyarıcı bir tonla. “Onlar, bizim için geliyorlar. Eğer gelmezlerse sıkıntılarımızdan onlara bahsedemeyiz. Öncü İles hepimizi önemsiyor. Biz, onun için değerliyiz.”
Zey yanıt vermedi. Dokuz yaşındaki bu ufak çocuğun zihninde, henüz yerine oturmayan taşlar vardı. Anlıyordum ancak zamanla bütün sorularına yanıt bulabilecek, tıpkı bizler gibi doğru olanı anlayacaktı. Yalnızca zaman gerekiyordu.
“İles bunun karşılığında bizden hiçbir şey almıyor mu?” diye sordu.
Birkaç saniye yanıt vermeden bekledim. Çok zekice bir soruydu. Olaylara nesnel bir gözle, dışarıdan bakıyordu. Bu, bir yandan onun zekâsına hayranlık duymama sebep oluyor, bir yandan da beni ürkütüyordu.
“Hayır,” diye yanıtladım. “Ulu İles, bizden bağlılık dışında hiçbir şey talep etmiyor, Zey. Etmez de… O, tanıyabileceğin en iyi insan, bunu biliyorsun.”
“Eğer o bir insansa neden ona ulu diyoruz, Era?” diye homurdandı. “Bu bana doğru gelmiyor.”
Dudağımı ısırıp bir süre tavanı izlemeye devam ettim. Belki de Zey’in inançlarımızı anlaması için düşündüğümden çok daha fazlasına ihtiyacı vardı, şimdi bunun yeri ve zamanı değildi.
Bu konuyu kısa bir süreliğine rafa kaldırmayı seçtim.
“Uyuyalım, Zey. Sabah törende anlatacağım.”
Ona yanıt veremediğimi fark ettiğinde üstelemek yerine gözlerini kapattı ve başını göğsüme yasladı. Kafasının içinde onlarca farklı düşüncenin kaynadığını biliyor, bu keskin soruların çarpışma sesini âdeta duyuyordum. Saçlarına bir öpücük kondurdum.
Küçükken, ben de dokuz yaşındaki Zey’e benziyordum. Etrafımda olup bitenlere mana veremiyor, insanların niçin farklı davrandıklarını anlayamıyordum. Zamanla her şey eksik parçaları olan bir yapbozu tamamlamışım gibi yerine oturmuştu, şimdi manzaraya uzaktan bakarken her şey son derece kusursuz görünüyordu. Birbirinin ucuna bağlanmış iplerden incecik bir yoldu sanki yürüdüğümüz, düşmemek için gayret etmek zorundaydık. Kurallarımız vardı ve bunlar bizi yaşama bağlayan yegâne şeylerdi. Zey bunları hemen anlayamazdı ancak büyüdükçe onun da kafasındaki bulantı durulacak, berrak bir hâl alacaktı. Tıpkı ablası gibi… Her şey gözüne pürüzsüz göründüğünde ne büyük bir şans ile doğduğunu fark edecek, barışın gücüne bizler gibi hayran kalacaktı.
Annemin beni büyütürken o masalsı sesiyle anlattıklarını düşündüm. Bundan yaklaşık kırk sene evvel, insanlar bugün yaşadığımız topraklardaki huzura sahip değilmiş. Birbirlerine sevgi ve inançla bağlanmak yerine acı çektirmeyi, kıskançlığı, çıkar ilişkilerini düşünürlermiş. O zamanlar, sadece varlıklı aileler refah içinde yaşar, varlıklarına varlık katıp yükselirken bir diğerinin sefaletle acı çektiğini görmek işlerine gelmezmiş. Acımasız hisler beraberinde vahşiliği de getirmiş, toplum giderek yoğun bir nefrete sürüklenmiş. Hiç unutmam, annem beni dizinin dibine oturtup, bunları anlatırken gözlerinde hep o buğulu ifade yer edinirdi. Bunları yaşarken çok küçük olmasına rağmen, ailesinin çektiği çile sanki bugününe bile işlemişti. İç çekişlerinden anlardım, ruhu o kötü günleri hâlâ hisseder gibiydi…
Ve bir gün, o vahşi toplumda hiç beklenmeyen bir şey gerçekleşmiş: Cesur bir adam, bu çirkin düzene isyan etmiş! Evet, bu büyük bir intiharmış, canını hiçe saymakmış ancak o durmamış. Yaşadığı topraklara ihanet etmekle suçlansa da bu düzenin değişmesi gerektiğini, barışı ve sevgiyi öğütlemiş. Ölüm tehlikesi artıp, peşine o vahşi topluluk düştükten sonra kendine inanan bir avuç masum insanı himayesi altına alıp yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kalmış…Öncü İles, bugün yaşadığımız huzurlu Yuvamızı inşa etmek için işte böyle büyük acılar çekmiş. Fakat hiçbir şey onu pes ettirememiş, bütün kötülüklerden uzak olan bir avuç toprağımızı merhametiyle sarıp ailem gibi savunmasız olan zavallılara yüce gönüllülüğünü bahşetmiş.
İles, barıştı. Bizse barışın izcileri. İles bize yuva olmuştu, bizse ona sonsuz sevgisini veren sadık evlatlar.
Küçük kardeşim yatakta yeniden kıpırdandı ve sağ tarafımızdaki tek ayağı kırık olduğu için yamuk duran eski sehpaya elini uzattı.
“Uyuman gerekiyor,” diye mırıldandım.
“Uyuyacağım. Kuşumu alıyorum.”
Şaşkınca kaşlarımı kaldırdım. “Kuş mu?”
Zey heyecanla yorganın içine kaçtı, bu kez elinde karanlıkta net göremediğim minicik bir kâğıt parçası vardı.
“Bu da nedir?” diye annemi uyandırmamak için alçak sesle sordum.
Zey yanıt vermedi ve minik eliyle parmaklarımı kavradıktan sonra elimi diğer eline götürdü, parmak uçlarım usulca kâğıda dokundu.
“Burası kanatları,” diye mırıldandı biraz yüksek sesle. Heyecanına yenik düşmüştü.
Fısıldayarak konuşması için parmağımı dudaklarıma götürdüm. “Uyanacaklar.”
“Era, biliyor musun? Bunu ben yaptım! Gövdesi, kuyruğu, kanatları… Şurayı hissediyor musun? Dokun oraya. Bak, orası ufak bir gaga.”
“Ah, Zey,” dedim şaşkınca. Anlamak için iyice dokundum. “Gerçekten bir kuş yapmışsın. Hem de kâğıttan. Nasıl becerdin bunu?”
“Biraz yükseğe kaldıralım, belki görürsün,” diye kıpırdandı. Kâğıdı parmaklarımdan çekip tavana doğru kaldırdı, yine de ışığımız olmadığı müddetçe göremezdik.
“Sabah detaylıca inceleyeceğim,” diyerek gülümsedim. “Sen çok yeteneklisin.”
“Yarın sana da bir tane yapayım mı?”
Dönüp ona bakarak, “Olur,” diye kocaman sırıttım. Ne kadar heyecan duyduğu, karanlıkta parlayan gözlerinden belli oluyordu.
“Bana bir solucan yapalım,” diye ekledim.
“Hayır!” diye kesin bir dille reddetti. “Senin de bir kuşun olacak.”
“Neden kuş?” diye yandan bir bakışla sordum.
Bu sırada annemin öksürdüğünü işitip yorganı hızla üzerimize çekiverdik. Uyumadığımızı görürse bizi fena paylardı.
Zey kollarını belime doladı.
“İyi geceler, abla,” diye fısıldadı. “Umarım güzel bir sabaha uyanırız.”
Sonra kendi kendine konuşur gibi sessizce mırıldandı: “Çünkü kuşlar özgür.”