Yirmi bir yaşındaki Öykü Çelik, mutlu olması için neredeyse her şeye sahipti ancak bir türlü içten gülümseyemiyor, kalbini saran karanlık sarmaşıklardan kurtulamıyordu. Kendisiyle ilgili neyin yanlış olduğunu düşünüp dururken en yakın arkadaşının ortaya sunduğu fikir, yüreğini cılız bir umut ışığıyla aydınlattı. Bir gönüllülük kulübüne üye olacak, ruhundaki kesikleri başka insanların yaralarına merhem olarak iyileştirecekti.
Peki genç kadın, birbirinden farklı ekip arkadaşları ile iletişim kurmayı ve güzel dostluk bağları oluşturmayı başarabilecek miydi?
Ön yargılarını yıkmayı bilmediğinde, kalbin bahçesinde hangi umut tohumu yeşerebilirdi.
*
BÖLÜM 1
Çocukken favori çilekli sakızımı aldığımda mutlu olacağıma inanırdım, güzel şeylerin her zaman beni bulacağına ve sonsuz sevincin büyüsüne kapılacağıma… Zaman geçti ve ben bu sefer de mutluluğun pembe kurdeleli ayakkabıda saklı olduğuna inanmaya başladım. O zamanlar on iki yaşımdaydım. On altı yaşıma geldiğimde mutluluğun anahtarının, şimdi adını bile hatırlamadığım yan sınıftaki çocuğun aşkıma karşılık vermesi olduğunu düşünüyordum.
Aslında tüm bunların boş olduğunu, insanın ruhuna kara bir bulut çökünce istediği her şey ona altın tepside sunulsa bile içtenlikle gülümseyemeyeceğini anladığımda; yirmi bir yaşıma girmemi kutlayan ailemin, pastanın üstüne diktiği dört küçük mumu üflüyordum.
Annem bir çocuk gibi alkışladığında sevincini kursağında bırakmamak için dudaklarıma bir gülümseme yerleştirdim. Tebessümümün gözlerime yansıyıp yansımadığı hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Oysa annemin benimkilere benzeyen kahverengi gözleri ışıltı saçıyordu.
“İyi ki doğdun, Öykü!” dedi bana sımsıkı bir kucaklama armağan ederek. Hemen ardından masanın üstündeki küçük, dikdörtgen kutuyu bana uzattı ve beklentiyle karışık bir heyecanla paketi açmamı beklerken beni izledi.
Beyaz hediye paketini yırtıp siyah kutunun kapağını kaldırdıktan sonra karşımdaki güzelliğe hayretler içinde baktım. Oldukça şık işlemelerle bezeli, gümüş saplı, tüylü divit kalemin yanına küçük bir siyah mürekkep şişesi yerleştirilmişti.
“Teşekkür ederim, anne,” dedim sarılmayı bekleyen anneme sıcak bir kucaklama armağan ederken. Ona minnettarlığımı yeterince gösterebilmiş miydim, bilmiyordum ancak hediyesi çok değerli hissettirmişti. Oldukça düşünülmüş bir hediye olduğu her hâlinden belliydi.
Hiçbir zaman kendimi içinde bulunduğum zamana ve ortama ait hissetmemiştim. Gelecek ve şimdiki zamandan ziyade geçmişle ilgileniyordum ancak bu ilgi son zamanlarda yoğunlaşmıştı. Orta Çağ’a fazlaca merak salmış, odamı ve kıyafetlerimin neredeyse tamamını yeniden tasarlayarak modern ve retro tarzı bir araya getirmeye çalışmıştım. Annem de bu ilgimin farkında olduğu için bana böyle bir hediye almayı düşünmüştü.
Annemle birbirimizden ayrılınca daha az hevesli görünen kız kardeşime döndüm. O da elinde küçük bir paket tutuyor, gülümseyerek bana bakıyordu ancak yüz ifadesi, odasına çekilip tüm gün yaptığı gibi müzik dinlemeye ve kitap okumaya dönmek istediğini haykırıyordu.
Derin’le iletişimimiz, çocukluk döneminde çok güçlüydü ancak ergenlik çağına girdikten sonra ona tahammül edemez olmuştum. Bazen o kadar şımarık ve anlayışsız davranıyordu ki aklımı kaybetmenin eşiğine geliyordum. Birçok arkadaşım çocukla çocuk olduğumu, ona anlayış göstermem gerektiğini söylüyordu. Dürüst olmak gerekirse haklı olduklarını biliyordum ancak bazen ona karşı bir duvar örmekten kendimi alamıyordum.
Üstüne büyük puntolarla marka adı yazılmış paketi açtığımda desensiz, V yaka, bol, siyah bir tişört beni karşıladı. O kadar düşünülmemiş bir hediyeydi ki kız kardeşimin karşısına çıkan ilk mağazaya girip elini rastgele bir bez parçasına attığını hayal edebiliyordum. Yine de bir şeyler alma zahmetine girdiği için zoraki de olsa dudaklarımı yukarı doğru kıvırdım ve “Teşekkür ederim,” dedim.
Kız kardeşim de dudaklarını benimki gibi yalandan kıvırdı ve beceriksizce sarıldı. Pastayı kesmemizden yaklaşık on dakika sonra da annemi ve beni şaşırtmayarak odasına çekildi.
Kendimi tutmak için çok çabalasam da Derin aramızdan ayrıldıktan bir süre sonra kıkırdayarak, “İyi dayandı,” dedim. “Ben pasta kesimine kalacağını bile düşünmüyordum.”
Annemin dudakları yukarı kıvrılırken, “Seni seviyor,” dedi. Gözlerinde samimiyetsizlikten eser yoktu. “Bunun farkındasın, değil mi?”
Böyle derin konuları konuşmak fazlasıyla duygusallaşmama neden olduğu için muhabbeti başlatmanın verdiği pişmanlıkla omuz silktim. Amacım ikimizi de sessizliğe sürüklemekti ancak annem, “Zaman zaman en sevdiklerimizle bile iletişim sorunu yaşarız,” diye bilgiç bir edayla konuşmayı sürdürdü. “Bazen karşımızdakinin bizi hiç anlamadığını, bizden nefret ettiğini düşünürüz ancak yaptığımız tek şey yanlış kelime seçimidir, hepsi bu. Hissettiğimiz sevgi her zaman yüreğimizdedir.”
Dudaklarımı ıslatıp derin bir nefes aldıktan sonra, “Güzel sözlerin için teşekkür ederim, anne,” demeyi akıl ettim. “Sanırım bazı şeyleri zamana bırakmak en iyisi olacak.”
Annem bir şey söylemek üzere dudaklarını araladı ancak ona fırsat vermeden tabağımı ve su bardağımı alıp ayaklandım. Elimdekileri bulaşık makinesine yerleştirdikten sonra kendimi odama kapatıp kahverengi nevresim takımıyla kaplanmış çift kişilik yatağıma gömüldüm.
Ve sadece saniyeler sonra, birden her şey fazla sessiz geldi. Fazla yalnız…
Aldığım nefeslerin göğsümü ağırlaştırdığını, boğazımda yutkunmamı güçleştiren bir düğüm oluştuğunu hissettim. Birden tüm enerjim emilmişti. Orada durmak, yaşamaya devam etmek son derece anlamsız geldi. Ani ruh değişimim tüm rahatsız ediciliğiyle üstüme çökünce ayaklandım ve nefes almak için pencereye yöneldim.
Serin yaz akşamı havası yüzüme vurup ılık rüzgâr saçlarımı uçuştururken derin bir nefes aldım ve hissettiğim bu rahatsız edici duygudan kurtulmaya çalıştım. Bir süredir kendimi zorlu bir savaşın ortasında gibi hissediyordum, oysa düşmanımın kim olduğunu bile bilmiyordum. Benim dışımdaki herkes ışığa koşuyormuş gibi geliyordu. Bense sanki gölgelere hapsolmuştum ve bir adım bile kıpırdayamıyordum.
Akmak için direnen gözyaşlarımı bastırmak için dudaklarımı kemirdim. Böyle hissetmeme sebep olan şey hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Son beş ayda mutluluğun, huzurun ne demek olduğunu unutmuştum. Mutlu olduğum anların tadını bile çıkaramıyordum çünkü bir an için beni yalnız bırakan o kara bulutların tekrar ziyarete geleceğini biliyordum.
Beni asıl şaşırtan, her şeyin yolunda olması ve bu iç karartıcı hâlimi bir sebebe bağlayamamamdı. Evet, ailemde küçük çatlaklar vardı. Babamla aramdaki ilişki, doğum günümü kutlamak için mesaj atmayı bile gerekli bulmamasına neden olacak kadar hasarlıydı. Ancak bu durumu bir şekilde aşmıştım. Tanrı aşkına, kimin hayatı dört dörtlüktü ki? Fakat herkes bir yolunu bulup yaşamaya ve mutlu olmaya çalışıyor, kötü duygularını ardında bırakıp hayatına devam etmeye gayret ediyordu.
Öte yandan aylardır savaştığım bu duygu, kendimi suçlu hissetmeme neden oluyordu. Maddi bir sorunum yoktu. Aksine istediğim her şeye sahiptim. Hatta mağazaya girdiğimde ve bir elbiseyi çok beğendiğimde etiketine bakmadan kasaya gidebilecek kadar şımarıklık yaptığım zamanlar oluyordu. Bazı derslerimde başarısız olsam da toparlayabileceğimi biliyordum. Oysa insanlar sağlık sorunlarıyla, maddi problemlerle başa çıkmak zorundaydı. Üzülmeye hakkı olanlar onlardı, benim depresif ruh hâline bürünmem için en ufak bir sebebim yoktu.
Öyleyse neden bu zalim fırtınanın ortasına hapsolmuştum? Ve daha da önemlisi, bu karanlık çukura sonsuza dek saplı mı kalacaktım?
Düşüncelerim üstüme çökünce dayanamayıp komodinin üzerindeki telefonumu kaptım ve rehbere girip en yakın arkadaşımın adına tıkladım. Telefonun açılmasını sabırsızlıkla bekledim ve sonunda en yakın arkadaşımın cıvıldayan sesini duydum: “Nasılsın, doğum günü kızı?”
Caner’le dostluğumuz lise zamanlarına dayanıyordu. Başlarda onun egoist, benmerkezci, ondan hoşlanan kızların kalbini kolaylıkla kıracak kadar acımasız olduğunu düşünmüştüm. Ama bir gün öğretmenimiz bir grup ödevi için ikimizi eşleştirmişti, biraz sohbet etme fırsatı bulmuştuk ve aslında onun hiç de göründüğü gibi biri olmadığını anlamıştım. O sadece ne isteyip istemediğini açıkça belli etmekten yana olan biriydi. Sandığımın aksine insanların kalbini kırmayı bir çeşit skora dönüştürmek aklının ucundan bile geçmiyordu. Tek arzusu, hislerini net bir şekilde ortaya koymaktı çünkü aksinin hem karşı taraf hem kendisi için bir kandırmaca olduğunu düşünüyordu.
“Selam,” dedim. “Nasılsın?”
Sadece iki kelime sarf etmiştim ancak en yakın arkadaşım sesimdeki küçük titremeden ne durumda olduğumu hemen çözerek, “Canın sıkkın, değil mi?” diye sordu.
Derin bir nefes aldım. Caner son zamanlarda hissettiklerimden haberdar olan tek kişiydi. Yaşadığım duygu karmaşasını anneme bile anlatamamıştım çünkü benim için endişeleneceğini, kapı kapı gezerek psikolog arayacağını biliyordum ancak kendimi hiç tanımadığım birine açma düşüncesi son derece riskli ve güvenilmez geliyordu.
Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. “Artık bu hisle baş edemiyorum,” derken sesim o kadar çaresiz çıkmıştı ki bir an için kendime acıdım. “Sanki yüreğim çiçek bahçesiymiş de her geçen gün o çiçeklerden birini kendi ellerimle koparıyormuşum gibi hissediyorum.”
Caner kısa bir duraksamanın ardından, “Destek almamakta neden ısrarcı olduğunu anlamıyorum,” dedi. Sesi son derece sakin çıkmasına rağmen bana kızdığını anlayabilecek kadar iyi tanıyordum onu. “Hepimiz zaman zaman çıkmaza gireriz. Ancak bir uzmanın yardımını almaktan kaçınmak yalnızca işimizi zorlaştırır.”
“Söylediklerine katılıyorum ama… Bilmiyorum. Bir yabancıyla hislerimi paylaşma düşüncesi korkutucu geliyor. Sanki her an sırlarımı açığa çıkarabilirmiş gibi…”
Caner şu an akraba ziyareti nedeniyle Antalya’daydı. Aramızda yüzlerce kilometre mesafe vardı ancak gözlerini devirdiğini görür gibi olmuştum. “Sevgili arkadaşım, bu kadar cahil olmayı nasıl becerdiğini bilmiyorum ama psikologların, danışanlarının sırlarını paylaşmama kuralı olduğunu bilmelisin. Çocuğun olsa ve onu psikoloğa götürsen, çocuğun anlattıklarından sana bahsetmez bile.”
“Ama geçenlerde bir psikoloğun, danışanıyla ilgili bir konuyu gizli tutmadığını sen anlatmıştın, unuttun mu?”
“Aptal mısın sen?” derken Caner’in sesi, hissettiği şoku kusursuzca açık ediyordu. “Adamın biri, doktoruna eski karısını öldürdüğünü itiraf etmiş. Sence de ortada yasa dışı bir durum yok mu?”
Hislerini böyle dışa vurması kıkırdamama neden oldu. Bir an için bile olsa kara bulutlardan kurtulmanın sevincini yaşadım. “Sana gerçekten hak veriyorum,” dedim. “Ama bir yabancıya hislerimi açmak, güvenli alanımdan çıkmak gibi bir şey benim için, lütfen bunu anla.”
Caner derin bir nefes koyuverirken pes ettiğini hissettim fakat hemen ardından, “Aklıma bir şey geldi,” diye soludu. “Bir gönüllülük projesine katılsan nasıl olur?”
Kaşlarım çatıldı, ilgimi çekmeyi başarmıştı. “Nasıl yani?”
“Gönüllülük projesi işte,” dedi. “Nasıl bir proje olacağı sana bağlı. Madem destek almama konusunda böyle cahilce bir ısrarın var, en azından bunu yap. Yeni insanlarla tanışırsın, üstelik başka insanlara yararının dokunduğunu gördükçe kendini değerli hissedersin. Ne dersin?”
Caner öyle hevesli konuşuyordu ki bir an için heyecanlanmadan edemedim ancak nedenini bilmediğim bir şekilde kararsızdım. Dudaklarımı kemirirken birkaç saniye düşündüm. “Bilmem,” diye mırıldandım. “Becerebilir miyim sence?”
Arkadaşım, bu kafa karışıklığımı son derece anlamsız bulduğunu belli etmek istercesine nefesini verdikten sonra, “Ne varmış beceremeyecek?” dedi. “İstersen her şeyi başarabilirsin. Sen de biliyorsun.”
Cümlemi nasıl tamamlayacağımı bile bilmeden, “Haklısın ama-” diye söze başladım ancak arkadaşım beni susturarak, “Yapma ama…” dedi. “Omzundaki yüklerden şikâyet ediyorsun ancak onları taşımaya gönüllü olanın bizzat kendin olduğundan bihabersin. Kendini yargılamaya o kadar alışmışsın ki kendine inanmayı unutmuşsun. Bir kerecik olsun, Öykü. Yalnızca bir kerecik olsun kendine güvenemez misin?”
Caner’in tek amacının beni aptal bir gönüllülük kulübüne katılmaya ikna etmek olduğunu bilsem de sözleriyle ruhumda filizlenen bir devrim ateşinin kıvılcımını çakmış gibi hissettim. Kalbim kırılmış, aldığım nefes ciğerlerime ulaşmamış gibiydi. Belki de büyük bir farkındalığın eşiğindeydim, bilmiyordum. Tek düşündüğüm, bir adım atmaktan ne kadar korkarsam korkayım, o adımı atmadan hiçbir şeyi düzeltemeyeceğim, ruhumdaki yangını söndüremeyeceğimdi. Öte yandan, birilerine yardımcı olmak belki de gerçekten kendimi işe yarar hissetmemi sağlar, ruhumdaki kesiklere şifa olurdu, kim bilir?
Bir kuşun ilk kez kanat çırpışı misali çırpınan kalbimi hissedince elimi göğsümün üstüne götürdüm. Uzun zaman sonra yüreğimin, hissettiği heyecanla tepki vermesinin bu kadar hoşuma gideceğini ve bu kadar insanca hissettireceğini tahmin bile edemezdim. Bu hissi, güzel bir şeyler hissetmeyi o kadar özlemiştim ki…
Bir yanım arkadaşımın teklifini reddetmek istiyor, söylediklerini yapmaya bir türlü cesaret edemiyordu ancak neredeyse aylar sonra kavuştuğum bu tatlı hisse yeni sarılmışken onu kolay kolay bırakamazdım. “Tamam,” dedim kendimden emin görünmeye çalışarak. “İnternetten bir şeyler bakacağım.”
Caner aldığı cevaptan son derece memnun bir şekilde, “İşte!” diye haykırdı. O kadar sevinmişti ki biri onu duysa atomu parçaladığımı falan zannederdi. “Seninle gurur duyuyorum!”
Dudaklarıma bir gülümseme yerleştirdim. “Teşekkür ederim, Caner,” dedim samimiyetle. “Sen gerçekten iyi bir dostsun.”
“Her neyse, kafa ütüleme şimdi.” Kıkırdamadan edemedim çünkü Caner’in bu sert çıkışlarının altında duygusallaşmaya başlayan narin yapısının yattığını çok iyi biliyordum. “Sakın üşenme! Yarın hangi kulüpleri bulduğunu soracağım, haberin olsun.”
Arkadaşımı kulüp araştırması yapacağıma ikna ettikten ve telefonu kapattıktan sonra dizüstü bilgisayarımı çalışma masamın üzerinden kapıp yatağa oturdum. Bilgisayarı açtıktan ve arama motoruna tıkladıktan sonra bir süre ekrana bakakaldım. Nedenini bilmesem de heyecanım paniğe evrilmek üzereydi. Kalbim dakikalar önce olduğu gibi iç gıdıklayıcı bir kıpırtıyla değil, korkuyla çarpmaya başlamıştı.
Derin bir nefes aldım ve yüksek sesle, “Neden bu kadar paniklediğini anlamıyorum,” dedim kendi kendime. Sarf ettiğim her bir kelimede sesim yükseliyordu. “Muhtemelen bu kulüplerdeki insanlar senin gibi sıradan tiplerdir. Kimse seni yargılamaz.”
Yüreğimin derinlerinde haince fısıldamak için fırsat kollayan küçük, sinsi bir tohum keyifle dudaklarını araladı ama onu zihnimin gerisine iterek bilgisayarımın tuşlarına basmaya başladım.
Yaklaşık kırk beş dakikanın sonunda birkaç kulübü detaylıca incelemiş ancak her kulüpte komik kusurlar bulmuştum. Bulduğum kusurların problem olarak sayılmayacağını bilsem de içten içe bu sorunları büyütmüş ve kulüplere aynı sıcaklıkla bakamaz olmuştum.
Derin bir nefes alıp bilgisayarımı kapatmaya yeltendiğimde sayfanın köşesindeki minik, rengarenk harflerle yazılmış bir yazı dikkatimi çekti: Umut Ol.
Neredeyse pes etmek üzereyken karşıma çıkan bu yazıyı hafifçe çatılan kaşlarımla inceledim. Küçük yazının üstüne tıkladığımda beni yeni bir internet sayfası karşıladı. Birbirinden canlı renklerle süslenmiş bu sayfanın ortasında kocaman harflerle “UMUT OL SOSYAL YARDIMLAŞMA VE DAYANIŞMA KULÜBÜ” yazıyordu. Kulübün adını duyuran başlığın hemen altında minik bir slogan yer alıyordu: “Sen de geleceğe umut olmak istiyorsan aramıza katıl!”
Sayfayı aşağı kaydırdığımda kulübün yaptığı etkinlikler ve departman toplantılarından paylaşılan fotoğrafları gördüm. Görsellerde neredeyse herkesin yüzünde kocaman bir sırıtış vardı ancak beni asıl etkileyen gözlerindeki ışıltıydı. Herkes orada bulunmaktan ve birilerine yardım etmekten keyif alıyor gibi görünüyordu. Bir an için kendimi böyle gülümserken hayal ettim; içinde bulunduğum bu saçma buhrandan kurtulduğumu ve nihayet gölgelere gizlenmeyi bırakıp herkes gibi ışığa koştuğumu.
Açıkçası yorgun görünmelerine rağmen gönüllülerin her hâllerinden belli olan neşe ve mutlulukları merakımı körüklemiş, kulüple ilgili biraz daha araştırma yapmak istememe neden olmuştu ancak kendimi frenlemeyi başardım. Denemekten içten içe o kadar korkuyordum ki eğer araştırmalarıma biraz daha devam edersem bundan önceki kulüplerde yaptığım gibi saçma eksiklikler bulacağımdan, normalde umursamayacağım detayları büyük sorunlar hâline getireceğimden adım kadar emindim.
Bu yüzden kendime düşünme fırsatı tanımadan sayfanın sonuna indim, iletişim bilgilerini telefonuma kaydettim ve hiç düşünmeden arama tuşuna bastım. Bunu yapar yapmaz pişman olmuştum çünkü saat neredeyse dokuza geliyordu. Acaba yetkili kişi mesai saatleri dışında aramamdan rahatsızlık duyar mıydı? Sırf heyecanlıyım diye insanların sınırlarını ihlal etmem ne kadar doğruydu?
Bu düşüncelerle telefonu kapatmak üzereydim ki bir kadının ışık saçan sesi duyuldu: “Merhaba.”
Çatlayan dudaklarımı ıslattıktan sonra, “Merhaba,” dedim. “Kusura bakmayın, bu saatte rahatsız ettim. Ben sizi Umut Ol Sosyal Yardımlaşma ve-”
Hattın ucundaki kadın, “Ah!” diye cıyaklayarak lafımı bölünce yerimde sıçradım. “Demek gönüllü olmak istiyorsunuz! Ne mutlu bize!”
Kadının çocuksu enerjisi bir an için apışıp kalmama neden oldu ancak kısa sürede kendimi toparlayıp konuşmayı sürdürdüm: “Eğer uygunsanız yakın bir tarihte kulübünüzü ziyaret edip bilgi almak isterim.”
“Elbette,” dedi kadın. Neşesi, mümkünmüş gibi her geçen saniye katlanarak artıyordu. “Yarın yönetim binamıza gelebilirsiniz. Yüz yüze konuşarak daha etkili bir sonuç alabileceğimize inanıyorum. Adresi internet sitemizden bulabilirsiniz.”
Gözlerimi kırpıştırdım, her şeyin bu kadar kolay akıp gitmesine hayret etmiştim. “Saat kaç gibi geleyim?”
“Sabah dokuzdan itibaren beni orada bulabilirsiniz. Genelde akşam altı yedi gibi çıkıyorum. Bu arada, adınız neydi?”
“Ben Öykü,” dedim heyecanla kendimi tanıtarak. “Sizin adınız neydi?”
“Meltem. Tanıştığıma çok memnun oldum, Öykü Hanım. Yarın sizi sabırsızlıkla bekliyor olacağım.”
“Peki,” dedim aynı coşkuyla. Kadındaki enerjinin enteresan bir bulaşıcılığı vardı. “Yarın görüşmek üzere.”
Telefonu kapattığımızda kıkırdadım. Bir şeyleri başarmak adına adım atacak cesareti gösterdiğim için kendimle gururlanmadan edememiştim. Kendime öylesine odaklanmıştım ki o an kulübe katılıp katılmamam umurumda bile değildi.
İşte, hayatımı sonsuza dek değiştirecek kararı böyle vermiştim.