Benim Küçük Sırrım 3 | Dilara Keskin


“Eğer sevgi yüreğinizde yeşermeyi beceremezse hüznünüzden geri kalan tüm umutları yok edersiniz.”

Hayatında yeni bir sayfa açmaya karar veren Eylül Cesur, babasının itirafıyla kaçmaya çalıştığı geçmişine daha da takılı kalır. Babası her ne kadar yaralarını birlikte sarabileceklerine inansa da Eylül’ün kafasında bazı soru işaretleri vardır. Gelecekle ilgili korkuları da buna eklenince Eylül, kendini kurtulması imkânsız bir labirente sıkışmış gibi hisseder.

Öte yandan arkadaşlarının saf ve güçlü sevgisi, Yiğit’le yaşadığı çalkantılı ilişki ve Sarp’ın sonsuz aşkıyla bu labirentten kurtulmak için elinden geleni yapacaktır.

Benim Küçük Sırrım serisi; hata ve telafilerle dolu baba kız ilişkisini, sağlam dostlukları, derin bağları ve koşulsuz aşkın iyileştirici gücünü okurlara gösteren sarsıcı final kitabıyla sizlerle!

*

BÖLÜM 1

“BAĞ”

İnsanın yaşadığı bazı anlar vardır. Kalbine hançer saplayan, ruhunda ölü kelebekler yaratan, düşüncelerinin bir labirent gibi iç içe geçmesine sebep olan… Bazı anlar vardır; yaşarken insanı yok eden, en karanlık geceden de beter bir siyahın olduğunu gösteren. Bazı anlar vardır ki o anlar, boşluğun ne demek olduğunu yüreğimizin en derinlerinde hissetmemize neden olur.

İşte, bu da öyle bir andı.

Hiç tanıma fırsatı bulamadığım babam bana sarılmış, gözyaşı dökerken; içten üzüntüsüyle kanser olduğunu itiraf ederken öylece durmuş, gözlerimi doğan güneşe dikmiştim. Boğazımda öyle bir yumru vardı ki bir an için nefes alamadım. Dünya durdu ya da ben de dünyayla dönmeye başladım, belki de ikisi birden.

İnsanın sahip olmadığı bir şeyi kaybetmesinin acı verici olmadığına inanmıştım bu zamana kadar, yanılmışım.

Ömer’in omuzları hıçkırıklarının tesiriyle inip kalkarken dişlerimi sıktım ve kendime güçlü olmam gerektiğini hatırlattım. Ancak yüreğim yangın yeriydi ve ben soğukkanlı olmayı nasıl becereceğimi hiç bilmiyordum.

Ellerimi güç vermek ister gibi sırtında dolaştırdıktan sonra, “Çok üzgünüm,” diye fısıldamayı becerebildim. “İnan bana, çok üzgünüm.”

Hıçkırıklarının dineceğini sanmıştım ama her geçen saniye artıyordu. Ne kadardır bu kötü düşüncelerle baş ettiğini, bu durumu ne kadar süredir sakladığını merak ettim.

Dakikalar, belki de saatler geçmişti. Ömer sonunda sakinleşti, bir adım geri çekilip gökyüzüne baktıktan sonra derin bir nefes aldı. Benimkine benzeyen yeşil gözleri kan çanağına dönmüştü.

Dudaklarında alaycı bir gülümseme oluşunca merakla kaşlarımı çattım. “Ne garip…” dedi neye tebessüm ettiğini sormama fırsat vermeden. “Sana bu zamana kadar babalık yapmadım. Tam her şeyden pişman olmuş, akıllanmıştım ki Tanrı beni yanına çağırmaya karar verdi.”

“Böyle söyleme,” dedim hiç düşünmeden. “Herkesin başına gelebilecek bir durum bu. Gerekli tedavileri yaptırırsak-”

“Tedavi diye bir şey yok, Eylül,” diye sözümü kesti. Omuzları düştü, başını öne eğdi. Sesinde çaresizliğin getirdiği bir kabulleniş vardı ve bu canımı acıttı. “Hastalık kendini çok geç belli etti.”

Dudaklarımın titremesini engelleyemediğim için içimden kendime küfrettim.

“Yine de bir yolu olmalı,” diye fısıldadım ama o sadece başını iki yana sallamakla yetindi.

Oradan kaçmak istedim, yok olmak… Her şeyi, tüm kötülükleri arkamda bırakıp gökyüzüne karışmak.

Ama ayaklarım yere kök salmıştı sanki.

Ömer, bir elini yanağıma götürüp ne ara düştüğünü bilmediğim gözyaşımı sildikten sonra bana sarıldı. Kendimi hemen toparlayıp geri çektim ve “Sen istediğin kadar ısrar et,” dedim. “Mutlaka bir yolunu buluruz.”

Ne garipti! Onunla konuşmak istememin sebebi, onu bir daha görmeyeceğimi söylemekti. Oysa şimdi tek düşündüğüm, o savaşırken onunla birlikte zorluklara göğüs germekti.

Ömer’le manzaranın karşısındaki banklardan birine oturduk. Hastalığıyla ilgili konuşmak istemediğini fark ettikten sonra olumlu şeyler söylemek istesem bile kelimeleri yuttum. Hızla gözyaşlarını sildi, yine eskisi gibi neşeli adam oluverdi ama yüreğinin derinlerinde yatan enkazı çoktan görmüştüm.

Arabaya binip beni yurda bırakırken ikimiz de aramızdaki kara bulutları yok saymaya çalıştık. Bu bulutların sebebi birbirimize olan kötü duygularımız değil, gerçeklerin ağırlığıydı.

“Erkek arkadaşın ne yapıyor?” diye sordu aniden.

Sarp’tan bahsetmesi yanaklarımın hafifçe yanmasına sebep olurken, “Hiç,” dedim. “Derslerine odaklanıyor.”

Hiç inanmıyormuş gibi tek kaşını kaldırdı. “Dövüşçü, motorcu, genç ve derslerine odaklanıyor, öyle mi?”

Dudaklarımda belirmek isteyen tebessümü engelleyecek kadar dirençli değildim. “Derslerine odaklanması imkânsızmış gibi konuşuyorsun.”

“Öyle çünkü!”

Sesi aniden yükselince dayanamayıp bir kahkaha koyuverdim. Az önce itiraf ettiği şeyin ağırlığı hâlâ üstümüzde olsa da konunun dağılmasından memnundum.

“O iyi biri.”

“Bir gün tanışmak isterim.”

Gözlerimi kocaman açıp ona bakarak, “Ne?” diye sordum. “Nereden çıktı bu?”

“En azından yanında olacak kişiyi görmek istiyorum, şeyden sonra…” Sözleri havada asılı kalırken ikimizin de gülümsemesi düştü. Söylemek istediği şey açıktı: Ben öldükten sonra…

Yüreğimde yeşeren sancıya anlam vermeye çalıştım. Şu an kalbimin bu kadar kırılması anlamsız geliyordu. Yanımda oturan adamla yıllardır hiçbir paylaşımım olmamıştı. Hiçbir veli toplantıma katılmamış, benimle hiç saklambaç oynamamış, yorucu bir günün ardından bana sarılıp her şeyin yolunda olacağıyla ilgili güven vermemişti. Bu adam hiç yanımda olmamıştı, bana bir yabancıdan daha yabancı olmalıydı ama şimdi onu kaybetmenin hüznünü yüreğimde hissediyordum. Ah, oysa ona hiç sahip olmamıştım ki!

Birden kardeşlerim aklıma geldi. Ben böyle hissediyorsam onların ne durumda olduğunu düşünmek bile istemiyordum.

“Yağmur ve Atlas-”

Sorumu tamamlamama fırsat vermeden, “Hayır,” dedi. “Bilmiyorlar.”

“Peki, onlara söyleyecek misin?”

Omuz silkti. “Er ya da geç haberleri olacak zaten. Doğru zaman gelince durumu onlara açıklayacağım.” Sorgulayıcı ve şüpheci bakışlarımı gördükten sonra, “Bakma öyle,” dedi. “Benim için de paylaşması zor.”

Başımı, anladığımı gösterir gibi aşağı yukarı salladım. “Çok güçlü birisin,” diye mırıldandım. “İmkânsızlıktan bahseden doktor, senin karakterini bilmiyordur.”

Gözlerindeki ifade bana hak vermediğini haykırsa da dudaklarını yukarı kıvırdı ama bu tebessüm zoraki miydi yoksa içten gelen bir teşekkürün simgesi mi, emin olamadım.

Yurdun önüne geldiğimizde ona gülümseyip arabadan indim. Ömer gülümseyip el salladıktan sonra gaza bastı. Güneş tepemizde ışıl ışıl parıldarken arabası gitgide uzaklaştı, sokağın sonundan sağa dönerek gözden kayboldu.

O gider gitmez dizlerimin üstüne çöküp hıçkırarak ağlamaya başladım.

İçimde hüznün melodisi titriyordu sanki. Acı, kalbimde hayat bulmuştu. Her şey bitmiş gibi hissediyordum ama daha hiçbir şey başlamamış gibi de geliyordu.

Hepimiz pervasızca yaşam sürüyorduk. Hayat sanki hiç akıp gitmeyecekmiş gibi hissediyor, gönlümüzce eğleniyorduk. Ölüm bizim kapımızı çalmaz zannediyorduk. Herkesin kapısını çalar ancak bizim kapımızı çalmaz. Kötü şeyler asla bizi bulmaz. Ama işler her zaman böyle ilerlemiyordu. En sevdiklerimiz hatta sevmeye vakit bulamadıklarımız acımasızca sökülüp alınıyordu bizden. İşte, o zaman dünyadaki tüm gerçekler geri çekiliyor, geriye tek bir cümle kalıyordu: Hepimiz bir gün öleceğiz.

Omuzlarımda bir çift el hissedince başımı kaldırdım. Açelya ne olduğunu anlamamıştı ancak oldukça endişeli görünüyordu. Kıvırcık, kahverengi saçları oldukça dağınık bir topuzun altında toplanmıştı fakat saçına özen göstermeyi bir rafa kaldıracak kadar dehşete düşmüş bir hâli vardı.

Benim gibi yere diz çökerken, “Eylül,” dedi. Kahverengi gözleri korkuyla ışıldıyordu. “Neler oluyor?”

“Açelya…” diye mırıldanırken sesim titredi. “Ömer kanser.”

Dudakları hafifçe aralandı ve titrek bir nefes çekti. Dolan gözlerinden birçok duygu gelip geçti ama onları dile getirmek yerine beni kendine çekip kollarını bedenime doladı. Onun sarılmasıyla daha iyi hissetsem de ağlamam şiddetlenmişti. Ömer’in yanında kendimi tutmak zorunda kalmış ve duygularımı gösterebildiğim ilk anda, hissettiğim tüm yıkımı dışa vurmuştum. Aramızın bu hâlde olmasına rağmen, ben böyleysem onun ne hâlde olduğunu düşündüm.

Söylememişti ancak gözlerinde yaşama olan açlığı görebilmiştim. Sanırım ölümün en kötü geliş tarzı buydu: Geleceğini önceden haber vermek.

Yüzümü silip doğrulduğumda sokağın başından Belçin’in elinde bir market poşetiyle geldiğini gördüm. Açelya’yla bizi gördüğü gibi hantal adımlarını anında hızlandırdı ve koşarak yanımıza geldi. Nasıl göründüğümüzü bilmiyordum ama her nasılsak ela gözlerine korku dolu bakışlar yerleştirmeyi başarmıştık.

Ayağa kalktığımda kolumdan tutup, “Eylül,” dedi. “Ne oldu?”

Yaşananları onunla da paylaşmak isterdim ama tüm enerjim çekilmiş gibiydi. Üstelik durumu tekrar dile getirmeye cesaretim yoktu. Sanki birkaç kelime etmek, hiç var olmamış hayalleri gerçekleştirecek gibiydi.

“Açelya sana anlatacak,” dedim ikisini yol ortasında bırakıp yurda ilerlerken. Belçin’in gidişimle birlikte Açelya’yı soru yağmuruna tuttuğu, mırıltılar şeklinde kulağıma çalınsa da duymazlıktan gelerek odama gittim ve üstümdekilerden kurtulup kendimi yatağa attım. Dizlerimi karnıma çektim ve her şeyin geçmesini bekleyerek gözlerimi sımsıkı yumdum.

Hiçbir şey geçmedi, geçmeyecekti de.

Benzer İçerikler

Hilal’in İki Ucu – Osmanlı Endülüs’te | Mine Sultan Ünver

yakutlu

Tehlikeli Kızıl – Tarryn Fisher – Online Kitap Oku

yakutlu

Bir İstanbul Yangınıydı Aşkımız | Sebahattin Demiray

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy