Sırlar paylaşıldıkça sır olmaktan çıkar.
Ne yazık ki paylaşılmayan ve ortaya çıkarılmayan
hiçbir sır yoktur.
Yağmur’un hakkındaki tüm gerçekleri ortaya çıkarışının ardından arkadaşlarına
karşı mahcup olan Eylül’ü zor zamanlar bekler.Öte yandan öz babasıyla karşılaşmak,
Eylül’ün hayatının rayından tamamen çıkmasınaneden olur. İşler karmaşık bir hâl alırken Yiğit,
şartlar ne olursa olsun Eylül’ün yanındadır.
Bu sırada Sarp, Eylül’e karşı hislerinden kurtulmaya çalışır fakat ona olan bağlılığı sandığından
daha kuvvetlidir. Kafası yeterince karışıkken hayatını değiştiren, kendini değerli hissetmesini sağlayan
ve yüzünde yeniden tebessüm oluşturabilen bir kadınla tanışacaktır. Yani Duygu’yla…
Peki yeni biri, yeni sırların da doğmasına mı yol açacaktır?
“Benim için gizemlerle dolu koca bir okyanus gibisin. Seni o kadar çok seviyorum ve keşfetmeye
öyle doyamıyorum ki dünyaya on sekiz defa gelsem,on dokuzuncusunda yine sana âşık olmak isterdim.”
1. BÖLÜM
BEKLENTİLER
3 Kasım…
İnsanın sevdiklerine söylediği yalan ortaya çıktığında hissettiği utanç, dünyanın en kötü duygularından biridir. Ama eğer benim gibi kendinizi de bir yalana inandırdıysanız, bu kez sonsuz mahcubiyet hissettiğiniz kişi kendiniz olur ki insanın kendi karakterine karşı hissettiği utanç en kötüsüdür.
Yağmur’un hakkımdaki gerçekleri herkese anlatması sadece arkadaşlarımla olan ilişkimi değil, neredeyse tüm hayatımı etkilemişti. Günlerdir evden çıkmıyor, arama ve mesajlara cevap vermiyordum. Arkadaşlarımla arama koyduğum bu mesafe yüzünden içten içe kendimi suçluyordum çünkü onlara bir dizi yalan söyleyen, üstüne üstlük onlardan uzaklaşan bendim. Fakat dürüst olmak gerekirse onlarla yüzleştiğimde ne söyleyeceğimi bilmiyordum.
Yağmur, bana söylenecek söz bırakmamıştı ki!
İçim nefret ve öfkeyle dolarken gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Yağmur’un kolay bir çocukluk geçirmediğini biliyor, yaşadıklarından beni sorumlu tutmasını anlıyor ve bu yüzden onu suçlamıyordum. Ama istenmeyen bir çocuk olduğumu neden suratıma vurup duruyordu? Onun babasının sevgisini istemediğimi bildiği hâlde canımı yakmak için neden bu kadar çok çaba sarf ediyordu?
Yağmur’la aynı şeyleri yaşayan Atlas bana karşı daha merhametliyken, kız kardeşi neden bu kadar gaddardı?
Zihnim öyle doluydu ve kendimi o kadar rahatsız hissediyordum ki yattığım yatakta biraz daha kıvrılıp yorganı başıma çekerek avokadolu nevresim takımıma gömüldüm.
Yağmur’un neden bu kadar kötü olduğunu kendime sorup durmamak en iyisiydi sanırım. Çünkü bazı insanlar kötüdür ve sizi incitmek için nedene ihtiyaçları yoktur. Böyle durumlarda neden arayıp karşımızdaki insan adına kendimizce haklı sebepler yaratmak aptallıktan başka bir şey değildir.
Odamın beyaz kapısı hafifçe çalınınca başımdaki yorganı itip, “Gir,” diye seslendim.
“Eylül,” dedi annem içeri girerken. “İyi misin?”
“İyiyim, anne.”
Anneme Yağmur’un yaptıklarını anlattığımda şaşırmak yerine oldukça öfkelendi fakat öfkesi uzun sürmedi. Çünkü Yağmur’un farkında olmadan bana iyilik yaptığını, beni bir yükten kurtardığını düşünüyordu. Haksız da sayılmazdı fakat içinde bulunduğum durumda rahat hissettiğimi pek söyleyemezdim.
Annem, “Bir çocuk geldi,” dedi. “Seni görmek istiyor.”
Yattığım yerden doğrulurken, “Kimmiş?” diye sordum. “Sarp mı?”
Annem gözlerini kırpıştırdıktan sonra, “Hayır,” dedi. “Yiğit diye biri.”
Yanaklarım, hissettiğim heyecanın tesiriyle al al olurken, “Anne,” dedim. “Hasta, uyuyor falan diyemez misin?”
Annem, parmak uçlarında içeri girip kapıyı yavaşça kapattı. “Arkadaşlarından daha ne kadar kaçacaksın?” diye sordu. “Cüzzamlı gibi insanlardan uzak durarak hiçbir şeyi çözemezsin. Şimdi kalk yoksa çocuğu odana yollayacağım.”
Annemi, “Sakın,” diye uyarırken çoktan kalkmıştım. Beni paspal gösteren pijamalardan kurtulup üzerime bir tayt ve bol bir tişört geçirdim. Saçlarımı geriye atıp iki elimle yüzümü yellerken annemin beni merakla izlediğinin farkında değildim.
Annem, gözlerini kısarak, “Sıradan bir arkadaşın için fazla heyecanlanmadın mı?” diye sordu.
Annemin imalarına cevap vermek pek mümkün değildir. Onunla didiştiğinizde genelde haksız olan siz olursunuz ve tartışmanın sonunda elde ettiğiniz tek şey, bozuk bir ruh hâlidir. Bu yüzden sözlerine cevapsız kalarak şirin bir tebessüm sundum ve yanından geçip salona doğru ilerledim.
Kahverengi oturma grubumuz, duvara dayalı televizyon ünitesinin etrafına bir kare oluşturacak şekilde dizilmişti. Salona girdiğimde Yiğit’ten önce dikkatimi çeken şey, annemle ikimizin duvara montelenmiş fotoğrafıydı.
Fotoğraftan çektiğim bakışlarımı, üçlü koltuğa oturmuş ve merakla etrafını inceleyen Yiğit’e çevirdim. Beni gördüğünde dudaklarında oluşan gülümseme, gözlerinde oluşan gülümsemeden daha güçlü değildi. “Seni yeniden gördüğüme sevindim.”
Kendimi farkında olmadan gülümsemesine karşılık verirken buldum. Birkaç hızlı adımla yanına geçip oturduğumda, “Nasılsın?” diye sözlerini devam ettirdi. “Daha iyi misin?”
Fiziksel mi yoksa mental sağlığımı mı sorduğundan birkaç saniye şüphe duysam da ikincisi olduğuna karar verip, “Eh işte,” diye yanıtladım. “Bana kızgın mısın?”
‘‘Hayır,” dedi. “Kırgınım sadece. Ama yalnızca sana değil, biraz da kendime.”
Dürüst olmak gerekirse bu, hiç beklemediğim bir şeydi. Gözlerimi birkaç kez kırpıştırırken, “Kendine mi?” diye sordum.
Derin bir nefes aldı. “Sen, benim değer verdiğim bir arkadaşımsın ama gel gör ki kendinle ilgili gerçekleri bana anlatmaktan çekinmişsin. Üstelik belki de milyonlarca insanın yaşadığı, aslında günümüz dünyasında gayet sıradan görünen bir olay yüzünden.”
“Sıradan mı?’’
“Alınma, sadece günümüzde birçok insanın ailesiyle problemleri olduğunu, bunun utanılacak bir şey olmadığını söylemeye çalışıyorum.’’ Ardından derin bir nefes aldı. “Böyle bir konuda bile bana derdini açamamışsın. Sanırım sana verdiğim değeri gösterme konusunda başarısız olmuşum. Yoksa canını sıkan şeyleri neden benimle paylaşıp sırtındaki yükü hafifletmek istemeyesin ki?”
Bana karşı suçlayıcı bir tavır içinde olmaması yüreğime su serperken kendinde hata bulması kalbimi kırmıştı. “Seninle ilgisi yok,” dedim. “Kim olursa olsun, bunları anlatmamayı tercih ederdim çünkü insan her zaman, her şeyi paylaşamıyor. İstese de yapamıyor.” Ardından gülümsedim. “Babam tarafından çöp muamelesi görmem de böyle bir şey işte. Anlatamayacağım bir şey.”
Yiğit, bir elini destek olmak istercesine sırtıma koyarken derin bir nefes aldı. Kafasından binlerce düşünce geçtiğinin ama hiçbirini kelimelere dökemediğinin farkındaydım.
“Peki, bizimkilerle konuşmayacak mısın?”
Sorusu, omuzlarımı düşürmeme neden oldu. “Bunun cevabı, diğerlerinin benim hakkımda ne düşündüğüne bağlı.”
“Kızlar sana biraz kırgın,’’ dedi dürüst davranarak. “Belçin ve Cansu’yu sakinleştirdik. Sonuçta daha yeni tanıştığımızı, her şeyi kolayca bize açamayabileceğini söyledik ama Açelya, seni yaklaşık üç senedir tanıyor. O, diğerlerine nazaran biraz daha öfkeli. Günlerdir ortalarda görünmemen de işin tuzu biberi oldu.”
Yiğit’in her kelimesiyle birlikte kendimi daha da kötü hissediyordum. Sırtımı hafifçe kamburlaştırarak öne eğildim. “Yiğit, ne yapacağım ben?”
“Kendine gel,” diye beni cesaretlendirmeyi denedi. “Dünyanın sonu değil. Hepimiz arkadaşlarımızla problem yaşarız. Ortada konuşulup halledilmeyecek ciddi bir şey yok. Katil ya da sapık olduğunu saklamadın sonuçta.”
Başımı hızla olumsuz anlamda iki yana sallarken, “Hayır,” dedim. “Onlarla konuşmak istemiyorum.”
Bakışlarını sabır dilenir gibi yukarı çevirirken, “Eylül,” diye mırıldandı sanki küçük bir çocukla konuşur gibi. “Sorunlarından kaçmanın onları yok etmediğini ne zaman öğreneceksin?”
“Kaçmıyorum,” dedim. “Sadece yüzleşme tarihini erteliyorum.”
Tek kaşını bilmişlikle kaldırdı. “Bence daha fazla yalan söylemene gerek yok. Ne bana ne de kendine.”
Bir şey söylemek yerine başımı, kucağımda birleştirdiğim ellerime çevirdim ve Yiğit kısa bir süre sonra aniden yanımdan kalkıncaya kadar dikkatimi ellerimden ayırmadım.
Yiğit salonun ortasındaki açık kahverengi sehpayı köşeye iterken, “Ne yapıyorsun?” diye sordum.
“Bana bir sözün vardı,” dedi. Bir yandan sehpayı itmeye devam ediyordu. “Onu tutma vaktin geldi.”
“Ne sözü?”
“Bana dövüşmeyi öğretecektin.”
Yüzümü buruştururken, “Yiğit,” dedim ama dinlemeye gerek duymadan bir kolumdan tutup beni salonun ortasında oluşturduğu boşluğa çekti.
Karşıma geçtikten sonra iki elini yumruk yapıp yüzünün hizasına kaldırdı. “Seni uyarıyorum,” dedi. “Tehlikeliyimdir.”
O an verebildiğim tek tepki, başımı eğmek ve ellerimle yüzümü gizleyerek gülmek oldu.
“İnanmıyor musun?” dedi sahte bir sinirle.
“Seni soyulmaktan kurtardığımı hatırlatmama gerek var mı?”
“Hıh! O işin şakasıydı. Sen oynayıp eğlen diyeydi.”
Başımı yavaşça aşağı yukarı salladım. “Anlıyorum.” Ardından hızla bir adım öne atılıp belimi Yiğit’in beline yasladım. O ne olduğunu anlamadan bir elimi omzuna yerleştirip belimden güç alarak ayaklarını yerden kestim.
Yiğit’in sırtını halıyla buluşturduğumda ağırlığı yüzünden ben de dizlerimin üzerine düşmüştüm. Ona tepeden bakarken yüksek sesle kahkaha atıyordu. Neşesi o kadar canlıydı ki insanın yüzünde ister istemez bir tebessüm beliriyordu.
“Haydi,” dedi kalkıp. “Nasıl yaptığını öğret.”
Az önce yaptığım hareketleri tekrar yaparken bir yandan da anlatmaya koyuldum: “Rakibini kol gücünle devirmeye çalışırsan hüsrana uğrarsın. Belini kullanacaksın.” Aynı hareketi tekrarlayıp Yiğit’i bir kez daha yere yapıştırdım.
Yüzünü buruştururken, “İyi alıştın sen de,” dedi ama eğlendiği gözlerinden belli oluyordu. “Sonunda yargı dağıtmak zorunda kalacağım.”
Tekrar ayağa kalkarken, “Peki,” dedim. “Sıra sende.”
Yiğit, bir yere kadar ona gösterdiğim hareketleri becerebilmişti fakat düşürme kısmına geldiğimizde ona öğrettiğim gibi belinden kuvvet almak yerine beni yere itti.
Şok içinde acıyan kalçamı ovuştururken, “Sana ‘Belinden kuvvet alacaksın,’ dedim,” diye sitem ettim. “Kim sana itmeni söyledi?”
“Olumlu yanından bakalım,” dedi Yiğit. “İkisinde de düştün sonuçta.”
Dertli bir şekilde nefesimi verdim. “Yiğit, seninle daha çok işimiz var.” Hızla ayağa kalkıp, “Tekrar deneyelim,” dedim. “Ama bu sefer sana öğrettiğim gibi yap.”
Yiğit, ona gösterdiğim hareketleri yaparken her adımını sesli bir şekilde tekrar ediyor, ara ara kendine gaz veriyordu: “Bir adım attım. Çok iyiyim şu an. Belimi, Eylül’ün beline yasladım. On yıllık boksör gibiyim!”
Fakat iş, belinden kuvvet alıp beni düşürmeye geldiğinde kısa bir tutukluk yaşadı ve birkaç saniye öylece kalmamıza neden oldu. Beni düşürmek için çok çabalamasına rağmen dengemi koruyacak pozisyonu bulmuştum bir kere.
Sonunda dayanamayıp bana döndü ve “Düşsene,” dedi.
Sırıttım. “Düşür.”
Yiğit tekrar bir hamle yapmaya çalıştığında onu şaşırtarak ayağına çelme taktım ve düşmesine neden oldum. Ne olduğunu anlamadan yere yapışan Yiğit, kafasını doğrultup yeni doğmuş bir bebek gibi neler olup bittiğini anlamayarak bana bakıyordu. Bu bakışları karşısında ciddi kalmak imkânsızdı. Kahkahalar eşliğinde kendimi koltuğa atarken onun da gülmeye başladığını yaşaran gözlerimin ardından fark ettim.
Yiğit yattığı yerden bana bakarken, “Gülmene sevindim,” dedi. Dudaklarında oluşan merhametli gülümseme, insanın içini ısıtacak cinstendi. “Teşekkür ederim,” dedim. “Yanımda olduğun için.”
“Ne zaman istersen yanında olacağım,” dedi güven veren bakışlar atarken. Ardından derin bir nefes alıp doğruldu. “Artık gitmeliyim. Umarım en yakın zamanda bizimkilerle konuşursun.” Ardından ayağa kalkıp saçlarımı karıştırdı. “İnan bana, düzelmeyecek hiçbir şey yok.”
Tam olarak Yiğit gibi düşünmesem de başımı onaylarcasına salladım ve onu yolcu etmek üzere ayaklandım. Yiğit evimizden ayrıldıktan sonra söylediklerini zihin süzgecimden geçirirken kendimi, onu izlerken buldum.