1915… Ermeni Tehciri kararına, “O benim komşum, o benim arkadaşım, o benim halkım!” deyip itiraz eden cesur Kütahya Mutasarrıfı Faik Ali Bey… Ne Ermeni ne Türk, sadece ocağına tehcirin ateşi düşen bir kadın, Ani… Geride ailesini, çocuklarını, en büyük aşkını bırakıp uzaklaşmak zorunda kalan; yüreğine ayrılığın ateşi düşen bir adam, Aram… Bir trafik kazasında tüm ailesini kaybedip içine itildiği yalnızlıkta; mazi, aşk ve merhamet kuyusuna düşen, tek başına bir delikanlı, Mert… Ve 1915 Ermeni Olayları’nın bir aileye düşürdüğü ateşi ve bu ateşin günümüze kadar ulaşan ızdıraplarını işleyen Kanaviçe… İlmek ilmek aşk, ilmek ilmek hüzün, ilmek ilmek özlem… “Bazı yaralar iyileşemez” diyen Bahadır Yenişehirlioğlu kaleminden…
MERT
(KÜTAHYA, 2013)
Bazı yaralar iyileşemez; acısı azalır, kurumaya yüz tutar belki ama hep bir iz bırakır geride. Hangimizin böyle bir yarası yok ki… Mert’in de bir sızısı var bir türlü dindiremediği. Onu koskocaman evinde yalnız bırakan, derin bir acı… Kalbinde hiç doldurulamayacak bir boşlukla, birdenbire tek başına kalıverdiği bir hayatın hikâyesi…
Nasıl mı? Soğuk bir kasım ayı, adeta herkes kış uykusundaymışçasına sessiz bir gündü. Kar yolları kapamış, gökyüzü gri bir tül gibi sarıp sarmalamıştı her yeri. Güneş, neşe, sevinç asılı kalmış bir haber aralığında yerlerini terk etmişlerdi acıya.
Başka oyuncuların rolleri vardı sahnede. Acının hükümranlığını, ölümün şiddetini, kederin saltanatını, “Şimdi bizim zamanımız değil” der gibi izliyordu kâinat. Kar taneleri, kristallerinin uçlarını iyiden iyiye sivriltmişlerdi. Her düşen tane derin kesikler atıyordu güne. Yırtılan günün arasından ise yaklaşıyordu acı haberin soğuk nefesi. Mert’in bulunduğu odanın penceresinin önüne de usul usul birikmeye başlayan kar taneleri, birbirlerine eklenerek camda ağaç dalları gibi şekiller oluşturuyorlardı.
Mert’i bir üşüme aldı. Elleriyle omuzlarını sıvazlayıp oturduğu yerden kalktı. “Bu kar her zamanki gibi yağmıyor. Bu soğuk bilindik bir soğuk değil” diyerek pencereye doğru ilerledi. Bu kışın, en soğuk geçen kış olacağı söyleniyordu. Gerçi her sene aynısı söylenir dururdu ya… Bu düşüncelere dalmışken kapı çaldı. Mert büyük bir coşkuyla, “Sonunda gelebildiler!” diyerek kapıya koştu.
Sevinçle koştuğu kapıda, şimdiye kadar hiç görmediği bir polisin tedirgin bakışlarıyla karşı karşıya kalmayı ise hiç beklemiyordu. Yüreği sıkıştı o an, içinden bir korku dalgası geçip gitt i. Güçlü omuzlarına kocaman bir dağ devriliverdi sanki. Uzaklardan, çok uzaklardan duydu sonra kapıdaki polisin söylediklerini. “Mert Bey siz misiniz?”
Sonrasında işitt ikleriniyse sonraki hayatında bir daha hiç hatırlamak istemeyecekti. Bütün ailesini trafik kazası sonucu kaybett iği; yani annesinin, babasının, kız kardeşinin öldüğü haberini verdi kesik cümlelerle polis. Bir de her zamankinden güçlü olması gerektiğini…
İnsan öyle dakikalar yaşar ki duyduklarına inanmak istemez. Anlar ama yüreği kabullenemez sözcükleri. Sırtından bir ürpermeyle bütün vücudundan ateş çıkar, ense kökünde bir kanca sıkıştırır ve aynı anda kalbinin üzerinde bir dağlanma hisseder ya; işte tam bu duygular içerisindeydi Mert. Cümlelerin kimini duyuyor, kimini duymak istemiyordu. Ama tek bir cümle, evet sadece tek bir cümle yetip artmıştı yıkılmasına. Polisin gözlerindeki hüzün sözlerinin resmini çiziyordu adeta:
“Başınız sağolsun!”
Polis konuşmasını sürdürdüğü sırada kulakları zonklamaya başlamıştı Mert’in; bacaklarını bir titreme aldı, gözleri karardı. Uçsuz bucaksız kâinatın bu mini minnacık köşesinde, bütün sevdiklerinin ölüm haberinin verildiği kapı önünde, sinirleri daha fazla dayanamadı, gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı.
O anda sertçe kapıyı yüzüne kapadı polisin. Koltuğa yığılırcasına oturdu. Duvardaki resimlere baktı. Dördünün kahkahalar att ıkları… Sarmaş dolaş ve bir arada… Olamazdı ki böyle bir şey. Kabul edemezdi. Birazdan kapı çalınacaktı. Emindi. Birden yanındaki vazoyu alıp, resimlerin asılı olduğu duvara fırlatt ı ve ağlamaya başladı. Bağıra bağıra ağladı.
Bu daracık zaman aralığında; evlilik yıldönümlerinde babasının bu demir kapıdan elinde bir demet kırmızı gülle girdiği anda, annesinin mutlulukla ışıldayan yüzü geliverdi Mert’in gözünün önüne. Annesi muhabbetle babasına sarılmış, “Hatırladın ha!” diye bağırmıştı. O gülümseme var ya, işte o dünyalara bedeldi. Babasının, annesine sarıldığında o esnada koridorun ucunda bulunan Mert’e, “Sen de karına böyle yapacaksın” der gibi muzipçe göz kırpışını hatırladı. Gururlu bir erkeğin mutlu yüz ifadesiydi bu. Bir babayla oğul arasında erkek erkeğe kurulan bir temas ve belki de gizli bir sözleşmenin en güzel örneğiydi bu göz kırpış. Bir insanın anne ve babası arasındaki muhabbete şahit olması ne kadar da değerliydi! Buna şahit olamayanlar ne kadar eksik ve ne yetimdi!
Bir demet çiçeğin bir kadını bu denli mutlu ett iğine şahit olmak ne güzel öğretir insana küçük şeylerle mutlu olabilme becerisini, aşkı, sevgiyi. Hele bunun gözünün önünde yaşanması ileri dönük muazzam bir ders niteliğinde değil de nedir şahit olan bir evlat için? Kendisine uzatılan gülleri sevdiği erkeğin elinden alırken annesinin yüzünün büründüğü ifadeyi ömür boyu unutamaz bir evlat.
Unutamadı Mert. Annesinin babasına sarıldığı esnada gözlerini kapayışını, kollarını erkeğinin boynuna dolamasını ve dudaklarındaki gülümsemenin verdiği mutlu kıvrımı asla bir an bile aklından çıkaramadı. Tam o esnada aynı gülümsemenin gelip kendi yüzüne de yerleştiğini fark edip şaşırmıştı. Bir ağlıyor, bir kahkahalarla gülüyordu.
Öyle bir histerik ruh hali içerisindeydi ki gözünün önünden sürekli ışık hızıyla bazı kareler geçiyordu.
Öyle bir histerik ruh hali içerisindeydi ki gözünOkula başladığı ilk gün, sırtında kocaman çantasıyla kardeşinin bu demir kapının önünde, yılgın ama kendinden emin bir şekilde duruşu geldi gözünün önünden önünden sürekli ışık hızıyla bazı kareler geçiyordu.
Ve daha fazla dayanamadı. Daha büyük bir azap olabilir miydi şu acı dolu dünyada? Yaşam denen muammanın vahşice saldırısına uğramıştı oracıkta Mert. İşin kötüsü, aldığı yaralar bir daha asla kapanmayacaktı. Nasıl kapanabilirdi ki zaten? “İnsan ölümü bilir ama ölümle yüzleşeceğini bütün kalbiyle asla kabul edemez” demişti babası, bir dostlarının cenazesin den dönüşleri sırasında. O zaman ne demek istediğini tam anlayamamıştı. Şimdiyse bu söz yüreğinde yankılanıyordu Mert’in.
Evet, ölümü bilir ama ölümle yüzleşeceğini bütün kalbiyle asla kabul edemez insan.
Şimdi geriye dönüp baktığında, bütün bu anlatılanlar bir hayli zaman önce yaşanmıştı belki ama okyanusta oluşan depremin güçlü ve yıkıcı dalgaları nasıl bir zaman sonra kıyıya ulaşırsa, Mert’in yaşadığı bu acının şiddeti de yeni yeni vuruyordu kıyılarına. Ruhu acılar içinde kıvranıyordu. Genç yaşında yaşadığı bunca kayıp, onu; sessizleşmiş, yaşam enerjisi çekilmiş, kendi içine kapalı bir adam yapmıştı. İnsanın hayatla arasındaki en güçlü bağ ailesi değil midir zaten? İşte yıllar önce ansızın gelen ve bir türlü unutulamayan, hatırlandıkça da gözlerini nemlendiren bu acı haberin, keskin bir bıçak gibi Mert’le ailesini ayırması sonucu onun da hayatla tüm bağı böyle birdenbire kopuvermişti. Çevreyle, kendisiyle, yaşamla ne bağı varsa hepsi…
Mert artık o günden sonra canından çok sevdiği ailesine bir daha dokunamamış, onlarla konuşamamış, onları görememişti. Annesinin, babasının, kardeşinin eşyalarına sinen kokuları dindiremiyordu çektiği özlemi. Dört duvar arasında gecelerce baktığı fotoğrafl ar kifayet etmiyordu yalnızlığına.
Kapıyı açan Mert’le kapıyı kapatan Mert aynı insan değildi. Bin yaş yaşlanmıştı adeta bir günde. Karlı bir kış günü hayatı harabeye dönmüş, sevinç ve umuda dair ne var ne yoksa hepsini yerle bir etmişti kaza haberi. İşte bu yüzden, evet tam da bu yüzden akranlarından farklı, durağan ve derin bir adama dönüşüvermişti.
Kar altında yeşil örtülere sarılmış; ikisi büyük, biri küçük tabut… Tabutlar peşi sıra mahalleye girdiğinde kapı önünde bekleyen kadınlar daha fazla gözyaşlarını tutamamış, mahallenin yaşlı dul ninesinden duydukları sözler üzerine küçük çocuklar tırnaklarını saklamışlardı.
“Alimallah cenaze geçerken ses çıkarırsanız, gülüşürseniz tırnaklarınız dökülür. Ellerinizi saklayacaksınız ki tırnaklarınız dökülmesin” demişti, bundan üç ay kadar önce yaşlı Bekir Bey’in cenazesi mahalleye getirildiği sırada gülüşen çocukları susturmak için…
Son kez evlerinin önüne getirilen ailesi, mezarlık için yola çıkıldığında bir daha geri gelmemek üzere gitmişlerdi. Bu yüzden yalnızdı Mert. Ailesinden başka görüştüğü pek fazla yakını olmadığı gibi, hiçbir zaman akraba adına kimseyle de iletişimi olmamıştı Mert’in. Anne ve babası ailelerinin tek çocuklarıydılar. Büyükanne ve büyükbabaları çok önceden ölmüşlerdi. Teyzesi, dayısı, büyükannesi, büyük babası, yeğenleri, halası; kısaca anne, baba ve kız kardeşinden başka kimsesi yoktu. Zaten ailesinin varlığında yakın akrabalarının olmamasını da pek önemsememişti.
Bu küçük ailenin varlığı ona yetiyordu. Okul hayatı da bu yüzden çok buruk geçmişti Mert’in. Hiçbir zaman arkadaşları gibi davranamadı, onlar gibi şakalaşamadı, onların güldüklerine gülemedi. Büyük bir boşluğu hep içinde taşıyıp durdu.
Pek çok genç, “Bugünler bir daha geriye gelmeyecek” düşüncesiyle dönemlerini eğlenceli hale getirip hayatı tozpembe yaşarken, yaşamlarının geri kalan bölümlerinde bu neşeli, umarsız ve umut dolu zamanları hep hatırlayıp özlemle yad edecekken Mert için hiçbir şey asla böyle olmadı. Bu yaşadığı travma kendisinden pek çok şeyi alıp götürmüştü. Başkaları gibi gülemiyor, manasız şeylerle vakit geçiremiyordu. Akranlarının söz konusu haylazlıklarına ya da umarsızlıklarına ise bir an için bile olsa dâhil olamıyordu. Kendi içine çekildikçe de dünyanın içinde bulunduğu durum, insanların sevgisizliği, yapmacık hareketleri ve standart, kalıplaşmış anlayış biçimleri kendisini son derece rahatsız etmeye başladı. Sırf eğlenmiş olmak için eğlenmek ya da eğleniyormuş gibi yapmak ona göre değildi.
Arkadaşlarının sabahlara kadar dans edip ertesi sabah perişan bir vaziyett e kalkmalarını onlar gibi bir eğlence olarak göremiyordu mesela. Ya da sadece gönül eğlendirmek için yaptıkları arkadaşlıkları ve bunu ballandıra ballandıra başkalarına anlatmalarını tuhaf buluyordu. Belki böyle büyük bir acı yaşamasaydı bu tür şeyler ona da çekici gelecekti kim bilir. Belki araya karışır ve rutine o da kendini bırakıverir, kim bilir belki o da eğlendiği kanısına varabilirdi. Böyle zamanlarda, “Belki de ben farklıyım.
Ben de bir anormallik var” diye düşündüğü de olmuyor değildi. Oldukça yakışıklı, genç bir delikanlıydı Mert. Hani derler ya “erkek güzeli”, işte aynen öyleydi. Herkes gibi iki gözü, iki kulağı, bir burnu vardı belki ama onda farklı bir şey vardı. Bakanın bir daha baktığı, görenin aklında kaldığı biriydi Mert.
Bir ortama girdiği zaman herkesten daha heybetli görünürdü. Hatt a 1.95 boyunda, uzun bir adam olmasına rağmen her nasılsa kendinden uzun olanlardan bile daha uzun görünürdü. Giydiklerini kendine yakıştırır, aynı şeyi başkası giyse asla onda durduğu gibi durmazdı. Alnının genişliği, burnunun muntazamlığı, bakışlarındaki derinlik görende bir etki hasıl olmasına sebep olurdu.
Ama gel gör ki yalnızdı, yapayalnız. İçindeki boşluğu bir türlü dolduramıyordu. Tatmini mümkün olmayan duygular geceleri birer kâbus gibi zihninde kanatlanıyor, gecenin geç vakitlerinde sanki beyninde sürekli birileri dolaşıyordu. Kan ter içerisinde uyanıyor ve sesleri dinliyordu. Yan odaya gidip kapılarını açmak, anne ve babasını uyur vaziyett e bulmak, ardından kardeşinin odasına gidip üzerini örtmek istiyor ama artık bunun mümkün olmayacağını içi sızlayarak hatırlayıp tekrar başını yastığa koyuyor ve gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Hâlâ ağlıyordu Mert, hem de her gece…
Bir yandan da yaşadıkları genç yaşında olgun bir adam olmasına yetip de artmıştı. Dünyaya başka bir yerden bakıyordu Mert. Merhamet… Bu duyguyu çok önemsiyordu. Belki de hayatın kendisine göstermediği merhameti bundan böyle herkese göstermek için muhabbeti hep canlı tutmaya gayret ediyordu. Kim bilir, merhametsiz bir dünyada yaşıyor olmak belki de bu duyguyu önemsemesine sebep oluyordu.
şte o gün bugündür, belki de bir anda bütün sevdiklerini kaybetmenin acısı içinde, yaralarını hafifl etebileceği, sığınacağı bir liman, güneşini geri getirecek bir masal peşinde… İşte bu yüzden bir can yoldaşı derdinde…
İnsanın ailesi olmalı; annesi, babası, kardeşleri… Ya da bir eşi, sevdiği biri ve çocukları… Yalnızlık Allah’a mahsus değil mi? Mert üniversitede psikoloji eğitimi almaya gitmeden önce, şair olan babası son bir kez oğlu Mert’i karşısına almış ve şiirsel bir dille şunları söylemişti: “Sana verilenlerle yetinme, nasıl yaşaman ve nelere tepki vermen konusunda bu sistemin seni şartlandırmasına izin verme. Ölüm aslında çok yakın insana. Gel gör ki insanlar hiç ölmeyeceklermiş gibi yaşıyorlar. Sakın! Sakın sen böyle yaşama, asla hoyratlaşma. Unutma, mutlaka hükmünü tamamlar hayaller. Sen tekrar tekrar bak, tekrar tekrar düşün. Sakın korkma, nasıl olsa masal hayatlar. Öyle bir yaşa ki sar muhabbetle; geceyi, günü, ayazı, soğuğu, zehir zemberek soluğu.” Mert hep babasının bu sözlerini düstur edinmişti.
Aslında bütün isteği bu yalnız dünyasında onu rahatlatacak bir soluktu. Yaşamış olmak için değil ama gerçekten hissederek yaşamak ve karşılığını bulmak… Bu yalnızlığının bir gün mutlaka doldurulacağına, hayallerinin mutlaka gerçekleşeceğine dair bir inancın cılız da olsa sesleri duyuluyordu yüreğinde. Belki de inanmak istemişti. Buna tutunmuş, bu duyguya saklanmış, bütün yalnızlığını içinde büyütt üğü bu duyguyla bastırmıştı. Belki kaybett iklerini de bununla tamamlayacaktı. Kim bilir…
Zaman zaman bir hayal, olmayacak bir düş gibi hissetse de bu duyguyu, umutsuzluğu hemen geçerdi kısa bir an olsa da…
Mert koltukta elinde kumandayla TV kanalları arasında gezinirken, kanallardan birinde, yaşanan bir çatışmayla alakalı gösterilen bir haberde takılıp kaldı. Bir kadın yüzü görünür biçimde kefenlenmişti. O anda durup dikkatle izlemeye başladı. Genç kadının yüzünde bir gülümseme vardı. Acı bir gülümseme… Mert, kadının yüzüne bakarak, “İnsanlık nasıl oldu da bu hale geldi?” diye düşündü. Oturduğu koltuğa mıhlanmış gibiydi. Bu görüntü morgda teşhis etmek için gösterdikleri annesinin yüzünü hatırlatt ı kendisine. Babasını ve kardeşini yüzünden teşhis edememişti zira. Sadece annesi tanınabilir bir haldeydi. Gözlerini yumdu birden. Televizyondaki spikerin sözlerini artık duymuyordu, sadece bitmek bilmeyen bir uğultu… Kulakları zonklamaya başladı. Bütün kan beynine hücum ediyor gibiydi. Kalp atışları hızlandı. O karlı günde aldığı acı haberi duyduğunda olduğu gibi bacakları titremeye başladı Mert’in.
Önce elleriyle kulaklarını kapadı, sonra kulaklarından çekip dizlerinin üzerine koydu ve ayaklarının titremesine mani olmaya çalıştı. Bu sırada penceresine yağmur damlaları vurmaya başladı. Yaz yağmuru… Cama vuran yağmur damlalarının sesi terapi gibi geldi kendisine. Bir süre öylece dinledikten sonra ayağa kalktı. Evde daha fazla kalmak istemiyordu. Duvarlar üstüne üstüne geliyordu. Yaz yağmurunda biraz ıslanıp arınma fikri bir nebze de olsa içini rahatlattı.
Her zaman gitt iği pastaneye gitmek ve yağmuru oradan izlemek istiyordu. Zaten bu küçük şehirde gidilecek kaç yer vardı ki? Odadan çıktı, koridorun sonundaki vestiyerden ceketini alıp üzerine geçirdi. İki kanatlı demir kapıyı hızla kapatt ı. Üzeri üst üste yağlıboya katmanlarıyla kalınlaşmış kapı kapanmakta zorlanıyordu, yeniden denedi ve bu sefer kapatabildi.
Bu kapı ne çok şey yaşadı, ne çok şey gördü ve kayda aldı. Her boya katmanında bir sır diğer sırrı kapadı. Ses sessizliğe büründü, haber ulaşamadan eskiyip gitt i. Ama o nesiller boyu saklamaya devam ett i. Zaten sır asla sır olarak kalamazdı. Sır, sır olarak kalırsa sırrından çatlar ve kan tutar, kan kusardı. İşte bu yüzden hacamat yapar gibi, sır kusardı muhakkak özünü.
Yaşadığı ev annesinden kalmıştı Mert’e. Annesine de kendi annesinden… Öyle anlatırdı Mert’in annesi Süheyla Hanım. Germiyan Sokak’taki bu iki katlı bina, mahallenin en güzel evlerindendi. Ermeni bir ustanın yaptığı kapının “kuzuluk” diye tabir edilen iki penceresi üzerinde çok güzel demir dövme süsler, bu iki pencerenin ortasında da zarif bir hanım eli şeklinde pirinçten bir tokmak yer alıyordu.
Kapının hemen yanında sonradan ilave edilmiş kanarya sesli bir zil, bu heybetli tokmağın yanında ucuz, kimliksiz, garip dururdu. Kapıysa üzerindeki pirinç elle ihtişamlı ve soylu görünümünden hiçbir şey kaybetmemişti yıllara meydan okurcasına. Yan sokaktan girilen ikinci bir kapısı daha vardı evin. Bu kapı iç avluya açılırdı. Kayrak taşlarının kaplı olduğu bahçenin eve yakın bölümünde de bir tulumba… Mert çocukken bu tulumbayla oynamayı çok severdi ama annesi her defasında üzerini ıslatt ığı gerekçesiyle bir şekilde bu tulumbadan uzaklaştırırdı kendisini. Yine de annesinin görmediği zamanlarda buradan su çıkarıp içmekten vazgeçmez, bu durumdan da tuhaf bir şekilde mutlu olurdu.
İşte bu bahçeden geçip kapıdan dışarı çıkan Mert, sokağın köşesine doğru koşturdu. Hem ıslanmak istiyordu hem de ıslanmamak. İki koşup bir duruyordu. En nihayetinde, “Yaz yağmuru nasıl olsa kısa sürer, neden koşuyorum ki?” diye düşünüp durdu. Avuçlarını açıp ellerini kaldırdı, yağmuru toplamak ister gibi bir hali vardı. Başını gökyüzüne kaldırdığında iri damlalardan biri tam o esnada alnına düşüp küçük parçalara bölündü, ardından diğeri ve peşi sıra diğerleri… Başından aşağı akan yağmur taneleri sakallarını ıslatmıştı. Henüz sakallarının yeni yeni çıktığı dönemlerde, annesiyle çıktıkları bir pazar dönüşü, torbalar ellerinde yaz yağmuruna yakalanmışlardı. O sırada pazarcı çadırının altına sığınan annesinin yağmur hakkında söyledikleri düştü aklına: “Yaz yağmuru dünyadaki en güzel şeydir.” Bir süre öylece durdu. “Anne seni çok özledim” dedi usulca yağmura. Sonra sakalını sıvazlayarak evlerin önünden yürümeye devam ett i. Dükkânların küçük gölgeliklerini kendilerine siper edinmiş kadınları, durağın kulübesine sığınmış amcaları, karşıdan karşıya koşarak geçen çocukları, su sıçratan arabaların ardından küfreden gençleri ve yağmur kokusuyla dolmuş şehrin gizemli zarafetini izledi.
Meydana kadar yürüdü. Saat kulesine doğru ilerleyip yağan yağmurun iyice şiddetlendiğini fark ett i. Zamanı durdurmak istedi o an. Ceketi sırılsıklam olmuştu, spor ayakkabıları da. Üzerindeki penye de ıslanmış ve vücuduna yapışmıştı. Yine de yağmuru hissetmek iyi gelmiş; adeta yağmurla bütünleşmişti.
Bu safl ık, bu zamansızlık, bu temiz damlalar onda bir gün bu yalnızlığın elbet biteceği umudunu doğurdu. Yağmura sarıldığı gibi, aynı muhabbetle, aynı şevkle birine sarılabilmeyi diledi. Sadece yüreğinin kapılarını açabileceği bir başka yürek istiyordu. Zamana aldırış etmeden, zamansızlık içinde bir yerde öylece kaldığını, bu yollarda bir gün elbet sevdiğiyle de beraber yürüyeceğini düşledi, yine böyle bir yağmurun altında ama bu sefer el ele… İşte böyle her bir damlada yeni bir hayal kurarak saat kulesinin hemen karşısındaki pastaneye kadar geldi.
…