“Yaşamak en iyi intikamdır”
Müslümanların kıblesi Kâbe’de gerçekleşen esrarengiz bir baskın… Baskından tam 30 yıl sonra Arap Baharı’yla çivisi çıkan Ortadoğu… Derin uykusundan uyanan gizli ve ölümcül bir protokol… Türkiye, İran, İsrail ve ABD arasında patlak veren akıl almaz bir istihbarat savaşı… Haritaları yeniden çizebilecek kudrette bir kaos… Ve tüm bunların ortasında gözüpek bir kadın.
MİT Karşı İstihbarat Masası Şefi Sibel Ulutürk, Türkiye’yi tarihinin en büyük tehdidinden kurtarmaya çalışırken zaaf kabul ettiği duygularının, aslında en güçlü silahı olduğunu keşfediyor…
Tarihi Değiştirenler Serisi’nin usta yazarı Ali Çimen, nefesleri kesen bir istihbarat romanı ile, aksiyon dolu bir espiyonaj macerasının yanında Ortadoğu’nun kadim tarihiyle örülü bir gerilim vaat ediyor.
1
20 Kasım 1979
Mekke – Mescid-i Haram / 05.00
Zaman durdu. Tavaf eden on binlerce ayak hareketsiz kaldı. Birkaç saniye öncesine dek insanın yüzünü okşayan ılık sabah rüzgârıyla tatlı tatlı dalgalanan Kâbe Örtüsü taş kesildi. Bir anlık sessizlik, bir patlama sesiyle yırtıldı. İmam Subayil’in gözbebekleri bir anda kocaman oldu. Nabzı, Kâbe’yi tavaf etmeye hazırlananların çıkardığı uhrevi uğultuyu bastıracak kadar hızlı atıyordu. Dudakları kurumuş, elleri terlemeye başlamıştı. Azrail, elinde kendisine çevrili makineli tüfek tutan bir mümin kılığında, tam da burada, karşısına dikilmişti işte. Subayil, gözlerini kapadı. Subayil! Allah’ın zavallı kulu Subayil, ölüm geldi. İşte şimdi, hem de burada! Allah’ın Evi’nde! Kelime-i şahadet getir Subayil, hadi! Önce dizlerinden yukarıya doğru yayılan tatlı bir sızı hissetti. Ardından bendinden taşmış bir sel gibi süratle tüm vücuduna yayılmaya başlayan bir şok dalgası imamı sendeletti. İkinci patlama sesiyle sıcacık demir bilyenin, kırmızıya kesmiş beyaz cübbesini parçalayıp midesinden içeri süzüldüğünü hissetti. İmam Subayil sabah namazı için toplanan elli bin mümine imamlık etmiş, daha selamlar verilmeden Kâbe’nin mikrofonlarından ortalığa yayılmaya başlayan dehşetengiz sloganlar, sıradışı bir şeyler yaşandığının habercisi olmuştu. İmam son nefesini verirken Allahuekber nidalarıyla cemaatin arasından fırlayan bir grup, ihramlarının altına gizledikleri otomatik silahlarla Kâbe’de ölüm kusmaya başladı.
Müslümanların kıblesi mermi ve el bombası patlamalarının gölgesinde bir anda savaş alanına döndü. Beytullah daha önce böyle bir şey yaşamamıştı. Zemzem Kuyusu ve Makam-ı İbrahim’in etrafı, ilk yaylım ateşe yakalanan Kâbe ziyaretçilerinin cesetleriyle kaplanmış, Mültezem mermi izleriyle delik deşik olmuş, Hicr-i İsmail’de kocaman bir el bombası çukuru açılmış ve patlamalarla bir kısmı yıkılan Hatim duvarının üzeri kızıla boyanmıştı. Mermiler önce Hz. İbrahim’den bu yana Kâbe’yi kucaklamış huzuru, ardından da olan bitenlere anlam veremeyen masumların bedenini hedef almıştı. Cemaat, nereye kaçacağını bilemeden birbirini çiğnerken, baskının lideri olduğu sonradan anlaşılacak olan Cuheyman el Uteybi’nin sesi dört bir yandaki hoparlörlerden dalga dalga yayılıyordu: – Ey Müslümanlar! Suud hanedanlığı kâfirdir! Din dışıdır! Ama bu kâfir düzen artık sona ermiştir! Müjdeler olsun size ki Mehdi geldi! Mehdi burada! Aramızda! Yüzyıllardır İslam âleminin en seçkin imamlarının muhteşem seslerinin süslediği Harem-i Şerif ’in duvarlarında, Cuheyman’ın isyan dolu haykırışı yankılanmaya devam etti: – Ey kardeşlerim! Yanımda bulunan kayınbiraderim Muhammed el-Kahtani, Mehdi’nin ta kendisidir! Mehdi’ye biat edin, kurtuluş O’ndadır!
Baskından tam dokuz dakika elli iki saniye sonra olan biteni ne yapacağını bilemez haldeki yaverinden haber alan Kral Halid bin Abdülaziz, öfkeden dudakları titrer bir halde, daha ne olduğunu bile doğru dürüst anlamayan kurmaylarına emirler yağdırıyordu: – Bana o mürtetlerin kellesini getirin! Aynı dakikalarda Washington’da, Beyaz Saray’ın Güney Yatak Odası’nda henüz yatmış olan Başkan Jimmy Carter, dört bir tarafı kalın kadife cibinliklerle çevrili yatağında huzursuzca sağa sola dönüyordu. Başucundaki telefon, huzursuzluğunu arttırmak için yırtınırcasına çalmaya başladı. Ahizenin diğer ucundaki metalik sesli deniz subayı, Mekke’nin orta yerindeki Mescid-i Haram’da bombalar patladığını, sanki her gün yaşanan bir olaymış gibi, soğuk bir dille Başkan’a haber verdi.
Carter, hiçbir şey söylemeden telefonu kapayıp yatağında doğruldu. Karısı bir an gözlerini açar gibi olsa da uykusunu bölmedi. Carter oturduğu yerde birkaç saniye kıpırdamadan durduktan sonra yine ışığı açmadan, odayı boydan boya kaplayan açık kahverengi halıyı usulca adımlayarak pencerenin önüne geldi. Laciverte çalan sonbahar bulutları Washington semalarını örtmüş, saldırgan yağmur damlaları camları dövüyordu. Çakan şimşek, şaşkın gözlerle dışarıyı seyreden Başkan’ın yüzünü bir an için aydınlattı. Birkaç adım arkasındaki yatakta her şeyden habersiz uyumakta olan First Lady Rosalynn uyanık olsa, dünyanın bu en güçlü adamının renginin attığına şahitlik edebilirdi. Carter kendi kendine mırıldandı: Yoksa heykel devriliyor mu?
Sabahın ilk saatleriyle birlikte gecenin örtüsü üzerlerinden sıyrılan militanlar, sis bombalarını tekrar yaktılar. Görünmez olmaya kararlıydılar. Kâbe’nin üzerinden uçup görüntü almaya çalışan birkaç helikopter, açılan taciz ateşinden güç bela kurtuldu. İsyancıların ne dışarı çıkmaya niyeti vardı, ne de dışarıdaki askerleri içeri sokmaya. – Efendim, Kâbe’nin denetimini tamamen ele geçirmiş durumdalar, dedi Veliaht Prens Fahd. Prens, kalp hastası olduğu bilinen Kral’ı daha fazla öfkelendirmek istemiyordu ama bu gelişmeyi çekinerek de olsa haber vermek zorunda kalmıştı. Kral Halid, bir avuç hapı ağzına yuvarladı.
Etrafındaki doktor ve hemşireler boş yere adamı sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Öfkeli sesi altın varaklı duvarlarda yankılandı: – Hiç kimse bana Kâbe’de üç beş silahlı baldırı çıplağın dolaştığını, bizim de elimizin kolumuzun bağlı olduğunu söylemesin! Sakın! Allah’a and olsun ki bu son sözleri olur! İslam dünyasının kalbinde patlayan fırtına kısa sürede Suudi petrolüne bağımlı başkentlere ulaşmış, karşısına çıkan her şeyi yutan bir anafora dönüşmüştü. Suud hanedanlığının başkentteki sarayın da toplantı üzerine toplantı yapan endişeli yüzlerin dudaklarından dökülen soru hep aynıydı: Daha birkaç ay önce İran’da İmam Humeyni’nin Şah’ı devirmesiyle Ortadoğu’daki tüm dengeler altüst olmuşken bu Kâbe Baskını da neyin nesiydi? Enver Sedat’ın başını çektiği gruba kalırsa baskının ardında İran varmış, dedi Prens Fahd. Olabilir de olmayabilir de, dedi Prens Türkî bin Faysal. Şah’ı alaşağı ettiğinden beri Humeyni, ‘Şii devrimini’ tüm bölgeye yaymaya çalışıyor. – Kahrolası Mollalar, diye söylendi Kral Halid. Ortadoğu’nun yüreğine hançer gibi saplandı adamlar! Ardından söylenerek salondan çıktı. Veliaht Prens Fahd, meraklı gözlerle kendisine bakan Prens Abdullah’a döndü: Cin lambadan çıkarsa, bu toprakların, belki de dünyanın tarihi yeniden yazılmak zorunda kalabilir…
Baskının üzerinden beş gün geçmişti. Kâbe halen Cuheyman ve adamlarının elindeydi. Kral Halid ve kurmayları, Riyad’daki sarayın bahçesinde, ılık sabah melteminin hafif hafif okşadığı palmiyelerin altındaki devasa çadırda durum değerlendirmesi yapıyorlardı. Bu baskın, dört yıl önce yeğenlerinden biri tarafından öldürülen Kral Faysal’ın yerine geçen Halid’i fazlasıyla huzursuz etmişti. Müttefikleri İran’ı işaret ediyordu. Halid’se, işin içine hanedanlık mensuplarının da karışmış olabileceğinden şüpheleniyordu. Güvenlik bürokratları bir köşede sürekli Kâbe’deki durumla ilgili telefon konuşmaları yaparken Kral öfkeyle patladı: – Humeyni işgalin arkasında Amerika’nın olduğunu söylüyor! Amerikalıları buralardan çıkarmak için Müslümanları cihada çağırıyor, gafil! – Pakistan basını da, sizin “Baskında hariciler’in* parmağı var” şeklindeki açıklamanızı Amerikalılar ve İsrailliler olarak yorumlamış, dedi Prens Abdullah.
Kral’ın işgalciler için kullandığı ve aslında İslam topraklarının en katı mezhebini kastettiği bu terim, bazı kafalarda dış güçleri çağrıştırmıştı. – Onlar daha da şaşırmış! Komplolarla zehirlenmişler. Bu vesveselerle Humeyni’nin elini güçlendiriyorlar, diye inledi Kral Halid. – Haklısınız ekselansları, dedi Prens Abdullah itaatkâr bir sesle, Fas’tan Malezya’ya kadar her yerde Amerika ve İsrail aleyhinde gösteriler var. Aldığımız duyumlara göre Türkiye’deki bazı çevreler de işgalin arkasında İsrail’in olduğu propagandasını yapıyormuş… – Türkler, dedi Kral gözlerini kısarak, başlarındaki onca belaya rağmen sürekli gözleri burada. Geçmişte yaşamaktan bir türlü kurtulamadılar.
Suudi ulemasının saygın lideri Abdülaziz bin Baz, krizin başından bu yana kendisini sıkıştıran Saray’a, İslam’ın Kâbe’de şiddeti yasakladığını bıkmaksızın hatırlatarak işgalcilere karşı güç kullanılmasına ayak diriyordu ama nafile, sesini duyan yoktu. Yine Saray’ın kabul odalarından birinde neredeyse yarım saattir Kral’ın huzuruna çıkmayı bekliyordu. Ama buna gerek kalmadı. Öfkeden rengi atmış Halid, hışımla din adamının bulunduğu salona girdi. Selam faslını geçti. Öfkesini gizlemeye gerek duymadan, – Tereddütlerinizi anlıyorum. Ama siz de meselenin aciliyetini anlayın. Washington’ın baskısı büyük. İran, Pakistan mevzuyu sürekli kaşıyor, dedi. – Farkındayım, gayet iyi anlıyorum, dedi Abdullah bin Baz. Ama efendim, sizin de bildiğiniz gibi yüce dinimiz…
– Yüce dinimizin buyruklarını da aklınızdan geçenleri de biliyorum, dedi Kral sesini yükselterek. Hatta birazdan “Sulh yoluyla Kâbe’yi kurtaramaz mıyız?” diye sormaya hazırlandığınızı da biliyorum. İhtiyar din adamı sessizce başını sallamakla yetindi. Kafası önde, yerdeki halının kenarındaki işlemeleri süzerken bir sonraki cümlesini toparlamaya çalışıyordu.
Halid bu kez kükredi:
– Bu fetvayı vermezseniz, ortada ne ben ne siz ne de tereddütleriniz
kalacak. Hatta… Ne de Kâbe…
Hızla yerinden kalkan Kral, seri adımlarla odadan çıkıp etrafını saran telaşlı kalabalığın eşliğinde gözden kayboldu. Halen oturduğu yerde kenar süslerine bakan Bin Baz’ın son duyduğu, Kral’ın
koridorda yankılanan emriydi:
– Her kimseler onları derhal ve ne pahasına olursa olsun oradan
çıkarın. Hem de hemen!
Bu emrin ardından İçişleri Bakanlığı’nın palmiyelerle çevrili geniş avlusunda homurtuyla motorlarını çalıştıran iki SH-3 Sea King, özel timleri alır almaz havalanıp birkaç dakika içinde gözden kayboldu.
Özel timler, elleri tetikte, Mescid-i Haram’ın üç ana girişinin ağzında mevzilenmişti. Kâbe’nin doğudaki eteğinde kalan Safâ ile Merve tepelerinin bulunduğu Ebû Kubeys, güneybatısında yer alan Sevr, kuzeydoğusundaki Hira ve Sebîr ve batısında yer alan Kuaykıân dağları üzerinde uçan helikopterler, roketatar ihtimaline karşılık uzaktan gözlem yapmakla yetiniyor, elleri dürbünlü gözcüler içeride ne olup bittiğine dair bir şeyler yakalamaya çalışıyorlardı. Tek gördükleri, Mescid’i çevreleyen minarelerin diplerinden ve geniş avlunun dört bir yanından yükselen farklı renkli dumanlardı. Mescid-i Haram’ın hemen dışındaki kriz merkezinden olan biteni izleyen Prens Türkî bin Faysal’ın alnındaki damarlar çatlayacak gibiydi. Askerlerin Kâbe’de silahlı bir çatışmaya girmek istememesi adamı öfkelendiriyordu. Yanında saraydan karga tulumba getirilen İmam bin Baz vardı. Prens, imamın yanında olduğunu anons ederek telsizi din adamına uzattı. Derin bir iç çeken ihtiyar gönülsüzce de olsa telsizin mandalına bastı:
Bin Baz daha ayetin sonunu getirmeden timler, Mescid-i Haram’ın kapılarına yerleştirilen patlayıcıların infilak etmesiyle ileriye atıldı. İçeri giren ilk asker, daha ne olup bittiğini anlamadan kafasına yediği mermiyle yere yığıldı. Duman tabakası zemine çöktüğü için etrafı göremeyen timler, minarelerin tepesine mevzilenmiş keskin nişancılara kolay hedef oluyordu. Makineli tüfek sesleri dört bir yanda yankılanırken Osmanlı revakları üzerinde siper almış militanlar aşağıya rastgele el bombaları fırlatmaya başladı.
Ağır silahların da kullanıldığı ilk çatışma, düşürülme riskini göze alarak operasyona dâhil olan helikopterlerin de katılmasıyla üç saat sürdü. Sonuç Riyad açısından tam bir fiyaskoydu. Ambulanslar Mekke’nin boş sokaklarını son sürat geçerek yaralı askerleri hastaneye yetiştirmeye çalışırken Kral Halid başkentte burnundan soluyordu: – Üniversiteleri ve medreseleri kapatın! Yabancıları sınır dışı edin! Mekke, Medine ve Taif ’te sokağa çıkma yasağı ilan edin. Mescid-i Haram’a kimse yaklaşmayacak, üzerinde kuş bile uçmayacak! Gazetecilere de göz açtırmayın!
Suudi güvenlik güçlerinin gece boyunca tekrarladığı operasyonlar her seferinde geri tepti. Sahte Mehdi ve adamları adeta yerlerine çakılmıştı. Her saldırıya aynı şiddette karşılık veriyorlardı. Mekke’nin dünyayla bağlantısı bir haftadır kesikti. Suudi yönetimi haber sızmaması için olağanüstü bir karartma uyguluyordu. Halid ve kurmaylarının tek bir hedefi vardı: İslam dünyası ne olup bittiğini anlamadan bu işi halledecek ve unutulmaya terk edeceklerdi.
Ulusal güvenlik muhafızları, her saldırıyla birlikte kullandıkları güç miktarını arttırsalar da Kâbe’yi işgal edenlerin direncini kıramamışlardı. İsyancıların pes etmeye niyeti yoktu. Çanlar Krallık için çalıyordu.
Prens Türkî saatin geç olmasına aldırmadan Kral’ı aradı. Dört gündür Mescid-i Haram’ın dibinde kurulan operasyon merkezinde bir an bile gözlerini kırpmamış adamın çaresizliği titreyen sesine yansıyordu. Kelimeleri dikkatle seçti: – Majesteleri, dedi, söylemeye utanıyorum ama bu iş bizim uzmanlığımızı aşıyor. Böyle devam edersek Mescid-i Haram büyük zarar görecek. Askerler çok huzursuz. Kral Halid, hiçbir şey söylemeden telefonu kapadı. Yüzünde artık öfke değil, çaresizlikle karışık bir teslimiyet okunuyordu. Kurmaylarının şaşkın bakışları arasında kefiyesini çıkardı ve terli saçlarını parmaklarıyla geriye doğru taradı. Başını ellerinin arasına alıp ceylan derisi koltuğuna gömüldü. Biz beceremiyorsak? Onlar.
…