Mızıkçı olacaksın bu hayatta.
Koşulları kabul etmeyecek,
burnunun dikine gideceksin…
“Kurallar çiğnenmek için vardır.”
gibi bir şey demeden yapacaksın bunu hem de…
Kafan esince yaşına başına bakmadan
zile basıp kaçacaksın mesela.
Ve sana bir şey diyeyim mi?
Bir lunaparkın olacak, böyle kocaman
ve sen onun içinden hiç çıkmayacaksın.
***
Kafama değil de resmen aklıma o kitabı atıp hayatımın bütün gidişatını etkileyen Neslihan Toykan’a,
“Senden edebi bir şaheser bekliyorum” diyerek fitili ateşleyen üstat Erdal Demirkıran’a, Her düştüğümde sol kolumda bulduğum anneme ve sağ kolumda bulduğum babama
Kitaba ve bana olan etkilerinden dolayı binlerce teşekkür ederim.
Mızıkçı olacaksın bu hayatta, Koşulları kabul etmeyecek,
Burnunun dikine gidecek, Kuralları çiğneyeceksin.
Nasılını bilmiyor musun?
Birazdan öğreneceksin…
DEIA Adaları
21 Mayıs 2022
Parası olan herkesten nefret ettiği sürece, zenginden alıp fakiri zenginleştiren bir Robin Hood gün gelecek o zenginleştirdiği fakirden de nefret edecekti… İçinde kin beslediğin sürece Robin Hood bile olsan asla bizim kahramanımız olamayacaksın.
Diye kendi uydurduğu bir masal ile uyuttu küçük burunlu, ıslak ağızlı yavrusunu. Dışarıda kıyamet öncesi yağan son yağmur gibi gökten okyanusu indiriyordu Tanrı sanki, lakin doğanın kıyamadığı bu güzel çocuğun uykusuna hiçbir gök gürlemiyordu. Kapıyı hafif aralık bırakıp, minik adımlarla salona yöneldi baba Kanner. Camdan dışarıya baktı. Acımasızca yağan yağmura, fırtınaya daldı, bu denli acımasız görünen doğanın uyuyan bebeklere insafı mı kabarmıştı ki dışarıdaki kıyametin sesi içeriye ulaşmıyordu?
Bir yağmurluk geçirip sırtına çıktı dışarı Kanner. Yağmurda yürümeyi severdi. Gerçi bu yağmur pek de keyifle yürünebilecek cinsten değildi. Cevap bulamadığı bir sorunun üzerine doğru yürüdü koşar adım. Nereye gittiği belli değildi ancak kafasında dönüp duran soru hep aynıydı. Cevabını düşünmeden sürekli sorarak yürüdü yağmura. Geçmişini düşünerek şu anda yaşadığı Cenneti sorguladı, acaba Yaradanın adaleti böyle mi işliyordu? Önce Cehennemi doyasıya yaşatıp hayatta kalmayı becerenlere Cennet mi veriliyordu?
Tanrı tüm adalet sistemini “ne kadar tırmanırsan o kadar yüksekte olursun, ancak düşersen bizden değilsin!” üzerine mi kurmuştu? Tırmandığımız Dağ’dan zaman zaman lavlar akacağını söylememişti kimse bize! Neden-sonuç ilişkisi neden tersten işliyordu? Neden sonucu görmeden “neden” anlaşılamıyor ve insan neden bir türlü göremiyordu ki her insan bir başka insan için vardı. Hayattan soğuduğunda ve “NEDEN!” diye haykırdığında aklına ilk sevdiklerinin isimlerinin gelmesi bunu anlaman için zaten yeterli bir nedendi.
Lakin her şey o büyük düşünürün dediği gibiydi; kimse görmek istemeyen kadar kör değildi… Devam etti yürümeye, ezbere gidiyordu yolu ve yine başlamıştı kendisiyle konuşmaya hatta daha çok tartışmaya. Bütün bahaneleri yok ederek kendini köşeye sıkıştırmaya bayılırdı çocukluğundan beri. Kendini öyle bir kaptırırdı ki bazen dışarı bile taşardı sesi. Neyse ki alışkındı onu tanıyanlar ve hepsinin ortak görüşüydü bu çocuğun biraz ‘garip’ olduğu. O yüzden sıkıntı yoktu. Yağmurun gürültüsü tamamen odaklanmasını sağlamıştı ve bir Aborjin sözünü hatırladı dalarken hatıralarına; ‘Kendini, kendi kendine araştır, keşfet. Başkalarının senin yolunu senin için belirlemelerine izin verme. O senin, sadece senin yolundur. Diğerleri o yolu seninle birlikte yürüyebilirler; fakat hiç kimse o yolu senin için yürüyemez.’
Guangzhou
Yıl 2010
Hayallerinin peşinden koşup, hayal kırıklıklarıyla yaşayan her hayalperest gençten biriydi Kanner, hani şu sistem yıkıcı olma umuduyla yola koyulup sistemin içinde kaybolan aykırı ama birbirine benzeyen gençlerden! Her değerli imzanın süslü kalemini tutma hevesiyle atlıyordu tüm akbabaların umut vaat eden projelerine. Güzel olacak diyordu, güzel olacak, bugün olmasa da, bir gün mutlaka… 40 yaşından sonra başarıya ulaşmış 21 ünlü adamın hikâyelerini okumuştu. Hala gençti, telaşa gerek yoktu! Hâkim olamadığı sinirinin baş sebebi olan, göz göre göre yitirilen o güzel şehr-i İstanbul’un katliamcıları onda tik oluşturmuştu. Dayanamıyordu gördüğü hiçbir çirkin manzaraya. Stres adamı erken öldürür! Diye öğüt verirken, kendi söküğünü bir türlü dikemiyordu yine üstat. Sıkıntılı kalabalıktan kaçıp Çin’de yaşamaya başlamak kimseye akıllıca gelmiyor olsa da yine bir bildiği vardırın arkasında kayboluyordu bulutlu düşünceler. Tartışmasız, kavgasız, gürültüsüz 2 yılı geride bırakmıştı Çin’de. Oralarda çok normal olan kedi hırlamasını andıran bir ses tonundan sonra yere tüküren herkese küfrede ede yürüyüp geçinip gidiyordu Kanner. Birine çarpınca pardon diyordu önceleri, sonra pardon dediği herkesin garip garip suratına bakması ve çarpan kimsenin pardon dememesi onu da bu kalabalık içinde birine çarpmanın normal, hatta çarpmamanın anormal olduğunu kabullenmeye zorladı. Sistem yine yuttu Kanner’i yani. Artık yürürken omuzunu çekmeyene omuz atan, tükürene tükürerek karşılık veren bir sonradan Çinli olmuştu Kanner. Maalesef kötüsüne maruz kaldığı için, kötü bir Çinli olmuştu. Herkes böyle değildi sonuçta. Bütün Ruslar kaba değildi mesela veya her Portekizli çingene, Fransızların hepsine ırkçı demek, ırkçılığın kendisiydi olmalıydı aslında. Savaşta ülkesini kurtaran her liderin vatandaşlarını görmek istediği bir yüksek kalite vardı hiç şüphesiz. Kendi yurdundaki insanların ileriye değil de sürekli geriye gidiyor olması fazla sinir bozucuydu, Çin gibi bu kadar büyük nüfusa sahip bir ülkede ise her türden insan olduğunun farkındaydı. Liderlerinin hayal ettiği grup ve liderlerini anlamayan öteki grup. Lakin çekiyordu işte, kötü huylu bir mıknatısı vardı ve negatif ne varsa etrafta buluyordu onu. Her günün yarısını mutlu yarısını mutsuz geçirdiği bir ilişkisi vardı, Çinli kız arkadaşıyla yaşıyordu stüdyo dairesinde. Sinirlendiği zaman araya mesafe koyabileceği ekstra bir odası yoktu. Hâlbuki çok alışkındı her sinir harbinde kendisini odasına kapatıp, camdan dışarıya bakıp hayata küsmeye. Çabuk küserdi yüreğini çocukluğunda unutan Kanner. Düşünmemeye odaklanıp kendini yavaş yavaş yatıştırmaya çalışır 100’e kadar sayar, yetmez 200’e çıkar sonra saymaktan sıkılınca canının da sıkıntısının geçtiğini fark ederdi. Hiç büyümeyen bir çocuk gibiydi. Onun kalbini kırmakla toparlamak bir çocuğun elinden şekerini alıp-geri verme arasındaki çabuk değişebilen çocuk mutluluğu gibiydi.
Kavga kötüdür asla nereye varacağı belli olmaz başlayan bir kavganın, egosu ne kadar yüksekse bir insanın kavganın sonu da o denli feci sonlanabilir, ölümle, sakatlıkla veya ömür boyu kanayacak bir yarayla.
Kavgadan kaçan bir insandı Kanner, ya siyahtı her şey ya da beyaz grisi mi olurdu hiç? Kavga da neydi? Ya öldürürdün birini ya da hiç dokunmazdın ona göre. Sorumlulukları olmasa belki de bildiği ve bilmediği tüm pis işlere girişebileceğini düşünürdü her sinir harbi halinde ki genelde sinirli olurdu.
Her duasında sabır dileyip bu kadar sabırsız olan başka bir adam daha yoktu herhalde yeryüzünde! Bazen, o çok geride kalan günlerini hatırladığında canı sıkılır, morali bozulurdu. Anlatılanların aksine yaşadığı çocukluktan hiç ama hiç memnun değildi, keşkeyi bir tekerleme gibi kullanıyordu eski günlerini hatırladıkça. Sıkıcı, ezik, problemli, huysuz bir tip hatırlıyordu sürekli, fazla seçici, soğuk ve korkak! Acaba nedeni ne olabilirdi? Bir çocuk, çocuk yaşta kendi nedeni olabilir miydi? Beyni hala gelişimini tamamlamamışken, ne versen onu aldığın çocuk muydu suçlu olan, yoksa onun örnek aldıkları mı? Kim bilir belki de genç anne-baba olmak o kadar da iyi bir şey değildi? Henüz kendini yetiştirememiş insanlar yeni yetişen bir insanı nasıl yönlendire-bilirdi? Hani çocuk ailesini taklit ederek büyürmüş ya, ben sabahtan akşama kadar televizyon seyrediyorum ama sen otur ders çalış belli ki pek de iyi bir örnek değildi. Sürekli kayıt yapan bir beynin yanında aman o anlamaz diyerek ne de çok konuşuyoruz, hiç dikkat ettik mi?
Kanner da her çocuk kadar, belki de bir fazlası kadar üzdü o dönem ailesini. Sık sık kavga ederlerdi ablasıyla, çünkü o akıllı kız çok sevdiği kardeşinin, müthiş tatlı ve eğlenceli bir bebek olan bu çocuğun büyüdükçe bu denli aptal olmasını kabul edemiyor ve ona büyük abla olarak davranmaktan vazgeçemiyordu. Kuralsız, sorumsuz gençlik de büyük abla sendromu karşısında problem üretiyordu. Ne olursa olsun sürekli yükselen bir sevgi ile sevdi ailesi Kanner’ı. Yurt dışına babasının yanına okumaya gittiğinde tam kendini bulma çağındaydı 14 yaşında dünyanın tüm bilgisine sahip, dünyanın merkezi olduğunu sanan her çocuk kadar itici ve ukalaydı.
Miami
Yıl 2004
Baba olmanın kolay bir iş olmadığını, sabrın ne demek olduğunu babasında gördü Kanner. Baba Nett susup beklemeyi ve akışına bırakabilmeyi becerebilen nadir insanlardandı. Ani çıkışları, patlamaları olmayan, sabretmeyi becerebilen bir adamdı.
Kanner ise sanki biraz önce yeryüzünü var etmiş gibi yersiz bir yüksekte yaşıyordu büyük gördüğü küçük hayatını. Yaşayabileceği çok güzel anıları, hatıraları buruk bir yüz ifadesine tercih etti kendini bir türlü bulamayan kişiliksiz tavırlarıyla sabrın sonu olan Kanner.
Hiç unutamadığı, her hatırladığında bin bir pişmanlık yaşadığı, arabayla suratsız oğlunu gezdirmek için binanın garajına inerken babasının “ben sana ne yaptım?” diyerek ağladığı an belki de bu hayattaki en büyük pişmanlığıydı onun. Keşke şimdi yer yarılsaydı da içine girseydi hatta. O anı silmenin imkânı yoktu, artık yaşanmış ve bitmişti ancak yerine güzel şeyler koymak her zaman mümkündü. Evet ne diyordu okuduğu onca kitap? Doğru şeyi yapmak için yanlış zaman yoktur! Sen değişirsen her şey değişir! Doğru düzgün bir adam olma zamanıydı artık. Adam olma zamanı, saygıyı öğrenme zamanıydı artık. Saygısız olan oydu belli ki çünkü hiç kimse üzerine sorumluluk almıyordu ve kimse suçu üstlenmedikçe Kanner sorunun hep kendisinde olduğunu düşünüyordu. Kimse karşısına çıkıp da uykun yokken seni zorla yatağına yollayıp kıvranmana sebep olduğumuz için özür dileriz! Keşke yanımızda dalsaydın her seferinde ve biz seni yatağına taşısaydık, ancak bilmiyorduk biz de gençtik ve öğrenmemek bizim kabahatimizdi senin değil demedi. Sonuçta çocuk yapacak kadar, bir ev geçindirecek kadar olgunsa, çocuğundan özür dileyebilecek kadar da cesur olmalıydı insan! İşlerin inatlaşmadan sürmesi gerektiğini kimse söylemedi bize. Demedi, deseydi belki bugün bile hala her yatağa girdiğinde yaşadığın stres olmazdı. Ya da aç ders kitaplarını çalışacağız deyip üçlü koltukta uyuduğum için üzgünüm, çocuğumla arkadaş olmam gerektiğini şimdi fark ediyorum, umarım birlikte bunu aşabiliriz. De diyen olmadı ve Kanner her çalışmasında ‘ders’ sözü geçerse eğer irkiliyordu. Yerine; dil öğreniyorum, fizik okuyorum, araştırma yapıyorum diyordu. Kimse çıkıp da yanında kavga ettik, cahildik özür dileriz demedi. İşin en kötü yanı ise insanların sanki bunların hiç biri yaşanmamış gibi davranmaya devam edebilmeleriydi ve belki de bu yüzden hala annesiyle babasını yan yana görünce diken üstüne hissediyordu kendisini suçlu mu suçsuz mu belli olmayan çocuk Kanner.
Kişisel gelişim kitapları, youtuberlar veya Discovery Channel sayesinde artık herkes beynimizin gerçek ile hayali birbirinden ayırt edemediğini biliyordu. Yani Bir duyumun arkasını takip etmediğimiz zaman sanki o olay yaşanmış gibi anlatmaya, bilgiyi yaymaya devam edebiliyorduk. Kafamızın içinde bir hayat yaşatıp, uzun uzun bunun hayalini kurup gerçeği ile karıştırabiliyorduk maalesef. Bu olay kitleleri bile etkileyebiliyorken kişilerin geçmişi hep güzelmiş gibi anıp hatırlaması bu sendroma kapılmayan insanlara biraz gülünç geliyordu haliyle. Peki, senin başına böyle bir şey geldi mi? Kimse karşına geçip de biz eskiden böyleydik, şöyle yapar böyle ederdik diye sana, seninle olan geçmişi sil baştan anlatmaya kalkıştı mı? Korsakov sendromu diyordu ki ‘bazı anılar bazen farklı şekilde hatırlanabilirdi’ yani aslında hiç olmamış olaylar olmuş gibi hatırlanabilirdi. Bu kişilerin yalan söylediği anlamına gelmiyordu sadece hafızaları yanılıyordu.
Bilindiği üzere hikayenin sonunda hepimiz ölüyorduk, bu son hiç birimiz için yeni bir bilgi değildi, yeni bilgiler sonda değil aksine başlangıçtaydı. Varolma amacımızı bulma hevesi bize hayata devam etme, geleceği planlama, ileri gitme azmi getirdi. Sanki bu bize ölümsüzlüğü kazandıracakmış gibi çabalayıp durduk. Geçmiş, insan ırkının, dünyanın, evrenin geçmişi olduğunda çok kıymetli ve araştırılıp hatırlanmaya değerdi. Ancak bunun basite indirgenmiş hali, yani insanların bugünü yaşamak yerine inatla geçmişi yaşama arzusu ve daha da kötüsü bunu yanılan anılarıyla dayatmaları hiçbir baskı olmaksızın göğüs kafesini sıkıştırabiliyordu insanın. Sanki ölümden hiç haberi yokmuş gibi yaşayabiliyordu kimileri. Kendisinden çaldığı vaktin değerini ancak bir gün birinin çıkıp da ‘tekrarı yok!’ dediğinde idrak edip şok geçirecek gibi dün’ü yaşıyordu insanlar. Bir yeni güne daha savaş açıp, eskide kalan ‘kendinden kederli’ insanlar.. Olacak olanı bildiği halde şaşırabilen, üzülebilen o saf insanlar.
Neyse ki sevdiği tek bir özelliği vardı hala değişmeyen, her yeni gün bir eskisini sorguluyor ve üstüne bir şeyler katarak ilerliyordu. Ah bir de unutabilse! Unutamamak en büyük eksiğiydi onun, keşke annesinin o müthiş hafızadan silebilme, mutsuz eden şeyleri unutabilme huyu Kanner’a da geçseydi! Kendini geliştirebilmek adına içinde bulunduğu ve hiç beğenmediği bu durumundan kurtulmak için bulduğu tüm kişisel gelişim kitaplarını okuyor, bütün sivri, uçtaki adamları takip ediyor kendinde olmayan, eksik gördüğü bir duyguyu tamamlamaya çalışıyordu; paylaşma duygusu. Kardeşi olduğu halde paylaşmayı hiç bilmediğini fark etti okudukça. Sevmiyordu, alışmıştı artık paylaşmamaya, paylaşmayı enayilik zannediyordu Oysa inandığı tüm insanlar paylaşmanın müthiş bir duygu olduğu konusunda hem fikirdi. Okudukça öğrenip, kendini yenileyebilen Kanner artık bu huyunun yanlış olduğunu biliyordu, ancak bu çocuğa birileri DENGE denen şeyi öğretmek zorundaydı! Pastasının en sevdiği yoğun krema ve bütün kestaneli bölümünü en sona saklayıp, onu da sevdiklerine yediriyordu. Ya da cebindeki parasının yarısını sokakta dilenenlere dağıtmadan yolda yürüyemiyordu, kafası takılıyordu, sadaka belayı defeder oğlum deyip kendi kendine yarı yoldan dönüp dilenci aradığı oluyordu. Sonrasında ekstra bir pişmanlık, şey Allah’ım sadaka verdim ama belayı def etsin, etmeyecekse vermeyim tarzında değil, yani bir pazarlık olsun diye değil, öyle bir duygu yok içimde ama susturamıyorum içimdeki şu gevezeyi, eğer öyle düşünüyorsam gerçekten sen belamı ver benim!
İstanbul
2006
Bir gün; yazılmamış o masaldan çıkan perinin salonun ortasına bıraktığı kitapla başladı her şey…
Sanki o malum emir tekrar indi gökten OKU OKU OKU
Hayatı boyunca Aslan Kral ve 101 Dalmaçyalı dışında kitap okumamış ve okumayı da pek düşünmeyen biri için OKU emri tek seferde gelseydi pek bir işe yaramaya-bilirdi. Onun için üç kere yankılandı kulaklarında. Hatta bu kadarı da yeterli değildi, kitabın içinde onu yakalayacak bir şeyler olmak zorundaydı, çocuk o kadar gıcıktı ki kitabı sonundan açtı tüm tadı kaçsın ve bu büyü de neyse artık bozulsun diye. Ancak Tanrı bir plan yapınca bozmak da zor oluyordu sanırım. Kartal’ın enfes hikâyesi karşıladı kitabın sonunda onu, döndü kitabın başına ve o da ne! Yine bir kartal hikâyesi! Ne olduğunu anlamadan 40 sayfa kitap okumuştu! Bu kuşkusuz yeni bir rekordu onun hayatında. O günün geri kalan hayatının ilk günü olduğunu yıllar sonra anlayacaktı. Kendine dışarıdan bakabilmeyi öğrendi. Kanner QUICOTIC artık onun yönetiminde, sorumluğunda olan bir simaydı ve onu nasıl beslerse o kadar çok faydalanacaktı.
Aynı sözleri defalarca okuyordu, sonra inanıyordu o sözlere nefes almadan yaşayamayacağına inandığı kadar. Önce kişiliğini sorguladı okuduğu kitaplar, toparladı kendini, adam olma yolunda adımlar attı, sonra uykusunu sorguladı günün 13-14 saatini uykuda geçiren ölümden haberi olmayan bu adamın, onu da düzene soktu. İnanınca insan dağları deliyordu, imkansız gibi gelen ne varsa hepsini delip geçiyordu hatta. Artık olması gereken bir insandı, her normal insan gibi yani, ekstra bir durum yoktu ama insan dediğinin de doyumdan haberi yoktu! Şimdi fark istiyordu, farklı olmak istiyordu ve bunun için uğraşıyordu. Çünkü hayat anlamlandıkça daha zevkli olmaya başlıyordu. Okuyordu, okuyordu ta ki okuduğunu kavrayana kadar aynı satırları defalarca hatta. Dedim ya oksijensiz yaşayamayacağına ne kadar inanıyorsa o kadar inanıyordu kitaplarına. Sonra anlatıyordu annesine, ablasına, etrafındakilere, bazen uzakta olan babasına bile gerekirse eposta yoluyla. Anlatıyordu tepki alıyordu, anlatıyordu farklı geliyordu, o anlattıkça insanlar alışmaya başlıyordu, o inandıkça, ısrar ettikçe diğer insanları da inandırabileceğini görüyordu farklı fikirlere, başardıkça daha da artan bir hırsla sarılıyordu kitaplara, hayatını değiştiren o kitaplara…
Bocalamakla bilmek arasında komik bir bağ olduğunu keşfetti. Bildikçe, geliştikçe daha da bocalıyordu. Artık kendini ifade edemez bir duruma gelmişti Kanner, çünkü eski cümleleri onu anlatmaya yetmiyor, yeni cümlelere de o yetersiz kalıyordu, ya daha çok şey öğrenmek zorundaydı ya da bildiklerini unutmak zorunda. Aksi halde sanki iyi bilmediği bir yabancı dili konuşuyor gibi konuşmaktan kurtulamayacaktı. Akıllandıkça delirmeye başladı şizofrene bağlayan Kanner sürekli birileri onu takip ediyor, sürekli arkasından birileri geliyor, sürekli bir çift göz üzerinde geziniyor gibi hissediyordu. Bu tip şeyleri her yerde, herkese anlatamayacağının bilincinde olmasa gördükleri ilk akıl hastanesine yatırabilirlerdi onu. Gece gördüğü şekillerin, attığı sessiz çığlıkların korkusundan tuvalete gidemeyip sabaha kadar çişini tuttuğu günleri hatırladı, güldü. Yine korkuyordu bazen ama bu sefer o günlerin aksine üzerine gidip korkusunu yenebiliyordu.
Acaba herkes onun gibi miydi? Etrafında sürekli gamsız insanlar oluyordu, oysa Kanner pisuara çişini bile yapamıyordu yanında birileri varken ve her seferinde sanki o dünyanın en gamsız adamı gelip gözünü Kanner’dan ayırmadan pisuvarı doldurup gidiyordu da o hala konsantre olmaya çalışıyordu işeyebilmek için. Kafasındaki düşünceleri susturmayı başardığı gün ile öldüğü günün aynı ana denk geleceğinden emindi! Bir tek ben mi kafama takıyorum her şeyi? Deyip başka insanların ne düşündüğünü merak ediyordu sürekli.
Artık eskisi gibi mücadele etmiyordu, oluruna bırakıp, zorlamamayı deniyordu. Artık hiçbir şey yapmıyor sadece susuyordu fakat sustukça çok enteresan bir şey oldu ve herkes onu daha çok sevmeye başladı. Çevresi büyüdü, yeni dostlar edindi ve bu kadar güzel dostları bir arada toplaması onun için eskiden sadece uçuk bir hayaldi. Sevdi aldatıldı, sevildi ağlattı, üzdü, üzüldü ama hiç biri iz bırakmadı, hepsi yeni tanıdığı heyecanlar, yeni tatlardı. Parası oldu, parasız kaldı ama hiç borç almadı, vermeyi de sevmezdi zaten, para vermeyi borç vermeye tercih ederdi, aklının kalacağı hiçbir şey yapmayı sevmiyordu. Aklı bir tek sürekli uzağına düşen ailesinde kalsındı başka da aklında hiçbir şey kalmasındı.
Donetsk
2012
Tanrı; insan ölmeden birkaç saniye önce canını alırmış ki acı çekmesin… Silahın süngüsü sırtını delip kalbe saplanmadan birkaç saniye önce öldü ve yükselen ruhu gördü sırtından vuran katilini. Gördü ölümünü anbean, gördü acıyan yüzünü. Acaba yanıyor muydu canı? Can? O kendi değil miydi zaten? Kafası karıştı. Kafa? Hani şu demin yerde seken şey mi? Aman Tanrım olamazdı! Ölemezdi! Bu, o muydu? Bu kadar basit miydi ölmek, koşarken kazara bir karıncanın üzerine basar gibi! Neyse ki artık tanıyordu katilini. Uzun uzun gözlerinin içine baktı. Yakalayın! İşte katilim! Sesimi duyan yok mu?! Sesim? Sesim de mi yok? Sonra etrafına baktı arafta kalan, bombalar düşüyordu çocukların düşlerine, bir yaz kurşunu yağıyordu gökyüzünden ve hiçbir şemsiye engelleyemiyordu ıslanmalarını…
Şu çöken bina, henüz ilk taksitini bile ödemediği buzdolabını aldığım yer değil mi? Daha dün top oynadığımız cadde değil mi bu? Hani top şu kırmızı arabanın altına kaçmıştı, alev kırmızısı olan, bugün gerçekten de alev kırmızısı…
Katilim! Nereye kayboldu şimdi bu adam? ‘Adam’ derken sıfattı tamlanan.
Dolaştı mahallesini hüzünde bedenlenen genç. Kanlı gözyaşı dökecekti de ne kan vardı ne de yaş. İçi acıdı içi olmayanın da oncasının gözü kırpılmıyordu böcek ilaçlar gibi kurşun yağdırılırken. Sahi ya? Ne için yapıyorlardı ki şimdi bunu? Büyükbabamın bir ömürde aldığı bu daireyi an’da yıkmak onlara ne katacaktı merak ettim bak şimdi. Birilerinin aynı anda meyve salatası yapıp dolapta salataya uygun sos yok diye fena halde canı sıkılıyor ve “tadı kaçıyordu” dimi? Tuhaftı dünya gerçekten çok tuhaf! Başka bir yerde sevgilisinin ardından ağlıyordu adam, gitme diyordu, ölürüm sensiz! Vay densiz! Dedi gözü önünde dünü ölen yarınsız. Tuhaf da olsa aklına geliş şekli, acaba onun perisi ne haldeydi?
Sahi ya, o da mı yok şimdi? Düşlerimin perisi, uyku sonram, hayal ötem, o da mı öldü? Yok mu şimdi denize bakıp da derin derin düşünmek, uzun uzun hayal etmek onu? Tüh! Tam da dedikleri gibi oldu demek, yapıp da pişman olduğum hiçbir şeyi hatırlamıyorum bile, yapamadıklarıma pişmanım sadece, bu daha acıymış gerçekten…
dedi maziye dalarken…