İyi insanlara ilişkin bir roman…
Yaşam çatışmaların, çelişkilerin sürdüğü bir döngü…
Bu döngü içinde yer alan insan ilişkilerindeki roller genellikle “kurt” ve “kuzu” ikilemi arasında gidip geliyor. Bu ikilemde ya parçalamak var ya da parçalanmak…
Üstün Dökmen, kurgusal ve ironik ögelerle yüklü bu kısa romanda, kurt ve kuzu olmanın ötesinde üçüncü bir seçeneğin ardına düşüyor.
Roman kahramanının kişiliğinde okuru salt insan olarak yaşamaya, insanlık vadisinde var olmaya çağırıyor.
Kahramanımız Hüsnü’yü bakalım neler bekliyor?
***
Bu romanı —ya da senaryo taslağını yazma konusunda beni yüreklendiren, her gün yeniden yenilenen Tiyatro Yeniden’in Sanat Yönetmeni Dersu Yavuz Altun’a ve tüm oyuncularına ithaf ediyorum ve Zehra’ya tabii. “Zehra Dökmen”in konuyla ne ilgisi var?” diyebilirsiniz. Zehra Dökmen sevgilimdir ve eşimdir, tüm konuların onunla ilgisi vardır.
Bu romandaki bütün olaylar ve karakterler gerçektir. îroni/iğne, özellikle öküz altında kurbağa aranmaması rica olunur.
Uzun yıllar yurtdışında yaşadıktan sonra ülkeme dön düğümde her şey çok değişmişti; ülkem adeta tanınmaz olmuştu. İnanmak güç biliyorum ama tüm değişiklikler olumlu yöndeydi.
Herkes, her şey değişmişti. Acaba ben de değiştim mi diye aynaya baktığımda, içim rahatladı. Eskisi gibiydim, bende herhangi bir değişiklik yoktu. (Değişmemek, bazı insanlara özgü, ender rastlanan bir özelliktir. Sanırım ben bu gruptandım.)
Ben değişmemiştim. Çünkü Avrupa’da kaldığım uzun yıllar boyunca, değişmemek, kimliğimi kaybetmemek için kimliğime, pasaportuma dört elle, dört gözle sarılmıştım.
Pasaportumu, annemin fanilamın içine diktiği gizli cepte taşırdım.
Kimliğimi kaybetmek, Avrupalılara benzemek en büyük korkumdu. Bu korkudan ötürü, yaşadığım şehirlerde, hiçbir müzeye, konser salonuna, tarihi meydana gitmedim; doktora ödevlerini, tezimi yaparken, şehrin meydanlarına ilişkin internetten resimler indirip bunları benim çektiğim havası yarattım. (Ben de çeksem aynısı olacaktı zaten.)
Çok okudum, çok çalıştım; üniversitenin kütüphanesinde uyuyakaldığım çok oldu. Doktoramı bitirince işe girdim, çalışmaya başladım. Okurken ve çalışırken günlerim, okulla ve işyerimle Türk mahallesi arasında geçti. Mahallemizde, Türk manav, Türk bakkal, Türk berber, bir de helal et satan Türk kasap vardı; yani cemiyet yeterliydi. Dilim domuz etine, elim boyalı kadınlara bulanmadan, yirmi yıl yaşayıp ayrıldım Avrupa’dan. Kimliğimi kaybetmemek için evime, içime kapanıp kaldım.
Şimdiki aklımla anlıyorum ki, kimliğimi kaybetmedim ama gelişmedim de. Oysa bu süre içinde ülkemin insanları çok değişmişti, gelişmişti.
ilk şoku valizlere yaklaştığımda yaşadım. Herkesin sakin beklediğini, hiçbir izdiham olmadığını gördüm. Erkekler geride durmuşlardı, hanımlar önde bekliyorlardı. Bir kadın veya yaşlı bir erkek valizini görüp de hamle yaptığında, hemen arkadaki genç erkeklerden biri öne çıkıp valizi banttan alıyor, onların arabasına yerleştiriyordu.
Sonra, el arabaları için 2 Euro alınmıyordu. Daha da ilginci, görevliler valizleri kulplarından tutup banda atı atı vermiyor, iki elleriyle saygılı bir tebessümle, adeta beşiğe bebek yerleştiren bir anne dikkatiyle bandın üzerine koyuyorlardı.
Hepsinden öte, reklam panoları Türkçeydi. Gözlerime inanamadım; kendimi Türkiye’de sandım. (Aslında gerçekten Türkiye’deydim.)
Yirmi yıl önce böyle değildi, ülkem çok değişmişti.
ikinci şoku takside yaşadım.
Taksicinin Taksiratı
Eskiden ülkemin taksi şoförleri zorlu insanlardı; müşteriye kan kustururlardı. Taksilerinde, müşteri yokmuş gibi bangır bangır arabesk müzik çalar, sigara içerken kış vakti arabanın camını sonuna kadar açarlardı. Daha da kötüsü, hepsi değilse bile bir kısmı, yolu bilmeyen müşteriyi iki kilometrelik adrese, yolu uzata uzata, döndüre dolaştıra, on kilometre kat ettikten sonra ulaştırırlardı. Yine hepsi değilse de bazısı, öfkeli ve kaba olur, burnundan solurdu.
Taksi şoförlerinin mafyayla ilişkisi vardı galiba.
Kim demişti, hatırlamıyorum, büyük bir filozof şöyle demişti:
“Bazıları asker olmak ister, olamazsa casus olur; bazıları sanatçı olmak ister, olamazsa eleştirmen olur.”
Eğer bu filozof hayatta olsaydı muhtemelen şöyle derdi: “Bazıları mafya fedaisi olmak ister, olamazsa siyah takım giyer, siyah gözlük takar, bar fedaisi ya da özel koruma olur. Hiçbirini olamazsa taksi şoförü olur.”
Kafamdaki bu düşüncelerle taksiye binince şoke oldum. Taksinin radyosu açıktı. Taksici, “Günaydın efendim,” dedikten sonra hemen ekledi:
“Rahatsız ediyorsa müziği kapatabilirim.”
Radyoda Beethoven’in Ay Işığı Sonatı çalıyordu. Bilirim ama pek dinlemem. Taksiciye hayretle bakarak, “Lütfen kapatmayın, çalsın,” dedim.
“Herkes klasik Batı müziği sevmiyor da o yüzden sordum,” diye cevap verdi. “New Age seven var, Klasik Türk Müziği seven var… Berlin Filarmoni’nin ve New York Senfoni’nin son CD’leri var, eğer isterseniz internetten başka şeyler de indirebilirim.”
“Yok, sağ olun, ben Beethoven Bey’i severim.”
“Geçen ay bir konağın tavanarasında Münir Nurettin üstadın, bilinmeyen bir taş plağı bulundu, inanır mısınız, dinlerken ağladım.”
Bu kültür bombardımanı karşısında ezildim. Ben de ağlamaklı oldum. Ben yurtdışındayken ülkem inanılmaz gelişmişti. Sokakta modern kıyafetli kadınlar ve erkekler, güçlü ve zarif adımlarla, birbirlerine yol vere vere yürüyorlardı.
Taksi şoförü, bütün kırmızı ışıklarda durdu, sarı ışıkta bile durdu. Bütün trafik kurallarına uydu; ‘kimseye korna çalmadı’ başkaları da ona çalmadı.
Bunca yıldır yazları memlekete gelince, hep ailemin yanına, yazlıktaki evimize gitmiştim. İstanbul sokaklarını yıllar sonra ilk kez görüyordum.
14 Taksici, kaldırımda bekleyen yaşlıca bir erkeğe yol verdikten sonra, sola döndük ve dar bir sokağa girdik. Sokakta, yol boyunca eski İstanbul’un ahşap evleri uzanıyordu. Hepsi restore edilmişti, pırıl pırıldı. Önlerine çamaşır asılmamıştı. Kaldırımlar tertemizdi.
Kendimi rüyada zannettim. Ama her şey gerçekti. Ülkem değişmişti; İstanbul o günlerden bu günlere gelmişti.
Taksi normal hızla seyrediyordu ama ben sevinçten uçuyordum. Bir anlamda taksiyle aramda bir hız, bir zaman farkı oluştu. Hani ne derler, zaman görecelidir diye. Şöyle: içinde bulunduğum taksi ve şoförü, eski taksilerden çok ileriydi, bu yüzden hızlı gitmiyordu. Aynı anda ben adeta eski günlerin taksi şoförlerinin hızıyla uçuyordum. Kafam karıştı. Karışmasının sebebi, resmen taksiciydi, gayriresmi olarak bendim. Bence taksicinin taksiratı (günahı) büyüktü; ben günahsızdım, suçsuzdum.
Galiba bu suç konusu da görecelidir; eski çağlardan bu yana, görünen ya da görünmeyen bir olaydan ötürü suçlanmaya gör, göreceli olarak nice suç sana yüklenir.
Bizim bir Ahmet Ağabey vardı, çok okurdu, göreceli olarak bilgiliydi. Derdi ki:
“Kim ki en masumdur, engizisyon onu cehenneme odun yapar; kim ki en suçludur, taksiratı çoktur, engizisyon onu stajyer alır.”
Ahmet Ağabey bu sözüyle ne demek isterdi, anlamaz…