Masal gemisi, nihayet İstanbul Boğazından, son padişahla son şehzadesini alarak uzaklaştı.Hiçbir şey kalmadı geriye.Bir büyük boşluk kaldı geriye.Bir de bütün bunları, bulutların ufuk üzerinde koştuğu güz akşamları, kıyıya iyice yanaşan masal gemilerinin gölgelerine bakarak ve dahi o gölgeleri kendisi gibi görebilecek başkalarının varlığını da vehmederek dalgalara söyleyen öykücü.
nun.
harf dedim, kelâmın kalbi titredi.
Huruf T-mizaç olmasam da ikibinyedi yılından kendime dair birkaç mana çıkardım.
iki nun, iki isim, iki dünya, iki mana arasında kalacak varlığıma çıkan bir yolun başında, bindokuzyüzdoksanyedi’nin mayısında bu metinlere nun masalları adını verdiğimden bu yana on yıl geçmiş.
demek ki arkadaki dergi serüvenini göz ardı edersek, iki karton kapak arasında toplanmış suhuf üzerine isim-imza düşürüşümün onuncu yılı.
o zaman ben kırk yaşındaydım. oysa nun, ebcedle elli demek. bu yüzden olacak, o günlerde nun’un elli değerinden çok kalem, hokka, kader, yazı anlamlarıyla oyalandım.
kendisiyle başlayıp kendisinde bitmesine dikkat ettim.
harflerin en titreyişlisi olmasına kulak kesildim.
ama şimdi nun yılındayım. benim, ben diye bildikleri şu zaif bedenin nun yaşındayım.
hal böyle olunca, kal de bu baskının üzerine yeni bir not düşmeyi zorunlu kılıyor:
nun baskısı.
tekrarı yok, sayısı bin’le sınırlı. teker teker numaralandırılmış ve bin’inin şu ilk sahifesi de bence açılmış, ithafı eksik olsa da imzası şu elimle, şu kalemimle atılmış.
araya giren bunca karanlık nihade’ye, güzel yûsuf’a, kışkırtıcı züleyha’ya, cam ustası, yontucu ve bir türlü kendi mezarına gömülemeyen hükümdara rağmen. on yıl üzerine nun masallarını yeniden okuyunca, onda, bulanların ne bulduğunu, bulmayanların ne bulmadığını ilk kez anladım. kendi hisseme düşeni ise, yazdıklarını padişahın okumasıyla yetinemeyen hattatın hikâyesinden çıkardım. ilk yazı. kaderin, yazmaktan eylem bir sözcükle yaz-gı olduğu duruyordu orada ve bu yazgı üzerinde her şey sabitken en fazla, hattatla padişahın yer değiştirebileceği okunuyordu.
her şey başa dönüyor.
on yıl üzerine, kırık çemberin iki ucunu bir araya getirdiğimde. mademki bir yeryüzü yalnızlığı damarlarıma yürüyüp de geceye baktığımda bütün hükümler hükümsüz kalıyor, mademki ayaklarım suya eriyor, öyleyse artık bir şeyler görebilmem gerek benim, değil mi? ama soluğum hâlâ bir aynanın yüzünü buğulandırıyor.
âh mine’l aşk. körüm ben.
nasıl aklanır bu şehir?
bir körlük sarhoşluğunda bildim ki yazılan her yazı ilk yazılana düşülen bir dipnot kadarmış. ama harflerin denize karşı aldığı şekiller tutkulu yazma serüvenlerine kurban kılarmış kalemin emanetçisini. ama bir oturuşta anlatılacak hikâyelerden değilmiş, anlatmaya başlamak için bile yıllar geçmesi gerekmiş.
benimki on yılı buldu, bir harfin bedeli kaç yıl kölelik bu defterde?
kitaplar okunmak, defterler yazılmak için bu hikâyede.
benden geriye kalacak olan: bir isim, sabrım ve tahammülüm.
ama ölümden öte hayat, bilindikten başka bir bilgi varmış. ve insan dedikleri ancak kendi çapı kadarmış.
ölümlüyüm. ölümlüsünüz.
benim gördüğümü sen hatırla. unuttuğum cümleyi hatırlatma, hatırla.
bunu bilmesem, yazmak ve yaşamak arasındaki o soylu seçimde taraf olmazdım, yine de yazmazdım.
fakat fazla söze ne gerek. varlığın özü hasret.
yazının kendisi için değil. kalpte titrettiği hatırlamanın yüzü suyu hürmetine yazı, dediğimde. yazının da küçümsenebilir olduğunu belirtmem, bana bir borç oluyor.
irşâda değil paylaşıma bakıyor yüzüm. tâcidâr değilim çünkü sadece muhtâcım. harflerimin hükmü muhabbettir benim ve serâpâ hatayım.
her cümlenin, sahibini bambaşka bir kaderle birleştirdiğini, anlattığımdansa anlatmadığımın anlaşılmasının daha önemli olduğunu hazır öğrenmişken. heves bu ya; nun baskısında, nohudî renkli bir sahife üzerinde, hattatı, nakkaşı, genç mezarlık bekçisini, kalfayı, son padişahı, nigâr hanım’ı, olur ya yazıcıyı da, görelim istedim. cildi ağır, kâğıdı kalın gravür mecmualarının arasında onları bulabilirim zannettim.
bir kalem tutulmasının kalbe yüklediği ağırlığı sırtlamaya çalışarak günlerce ve gecelerce sahife çevirdim. bir-iki asır aralıkla da olsa, aynı şeyi görmüş iki insandan biri olabilmeyi ümit ettim.
Kafesli evler, ikindi gölgeli yaz sokakları, serin mezarlıklar, geniş gövdeli yelkenliler, selâmlık vakitlerinin alay kalabalığı, rüyası hakikatinden makbul dolunay, su üzerine serpilmiş saray gölgeleri…
yol kopyanın da kopyası bir kâğıt-kalem dünyasında bazen bir parıltıya gözlerim takılsa da, kendi aydınlığında yok olmayan bir ışığın daima uzağında. ne nakkaşa ne hattata rastladım. asılları yoktu, suretleriyle oyalandım.bu gördükleriniz, işte o suretler.
bütün bu sayıklamalardan ve oyalanmalardan sonra, üzerine harf düşmemiş kâğıda yanmalarımla size söylemeliyim ki, ikibinyedi’ye yüklenmiş bütün manalarıyla bir nun baskısı bu. hiçbir şey hatıra olsun için değil, ama yine de nun yılına kendiliğinden denk düşmüş bir yıldönümü hatırası.
nun yaşıl
oysa geldi de geçerlik insanın vasfı.
bir doğum ve bir ölüm tarihi olanın gerçek manada var 12 olduğundan kim söz edebilir? zaman, ancak bir zamana tâbT olanlar için geçici. hamd, zamana tâbT olmayıp da zamanın sahibi olana.
Hattat ve Padişah
HAT VE RASAT
Kaç zamandır yazmak istiyordu. Şimdiye kadar hiç kim- 17 senin söylemediği şeyleri, hiç kimsenin söylemediği bir biçimde söylemek, yazmak istiyordu. Yazmak istiyordu da, kamış kalemi, âherlenmiş kâğıdı eline alır almaz içinde bir yer bumbuz kesiliyor, aslında sımsıcak olan o şey, bir türlü kâğıda akamadan yok olup gidiyordu.
Bütün gün, bütün gece ve bir bütün gün daha rasathanenin pencerelerinden semayı gözlemişlerdi. Zâtülhalâkların, lübnele-rin, rub’uların doldurduğu salonlarda, irili ufaklı odalarda tam on beş rasıt çalışıyorlardı. Kimbilir kaç yıldan beri onu bekliyorlardı, İstanbul semalarından geçmesini ve her şeyi aydınlatmasını. Zâtüssukbeteyninden ansızın onu görmüştü. Kocaman kuyruğundan etrafa ışıklar saçarak, doğudan batıya doğru ağır ağır yürüyordu. Önce onu görmüştü, sonra da onun ışığında kendisini ve her şeyi. Artık baş rasıdın buyrukları, kâtibin iğreti tebessümü eskisi gibi sinirlerini bozmuyor, tam tersine hoşuna bile gidiyordu. Kendi kendine, ne garip, demişti, demek bütün bir varlığı ve bu arada kendimi onun ışığında görebilmem gerekliymiş. Baş çizimci, ne buyurdunuz efendim, diye sorunca da, hiç, diye gülümsemişti, hiç ama her şey aynı anda.
Eve döndüğü zaman, köhnemiş basamakları çifter çifter çıktı. Karısı komşuda, çocukları sokakta olmalıydı. Kapının önünden bağırarak yoğurtçular, şıracılar geçti. Güneş ufkun üzerinden batmaya hazırlanıyordu. Aylardan mayıs, yıllardan binyüzyetmişaltı hicrî. Tamam, dedi kendi kendisine, onu gördüm. Onun ışığında bütün dünyam aydınlandı. Şimdi artık yazabilirim. Çünkü nasıl yazacağımı, hangi biçimde yazacağımı, şimdiye kadar Osmanlı âlimleri ve edipleri hiç kullanmamış olsa da hangi şekli tutturacağımı biliyorum. İçim sımsıcak. İçim kıpır kıpır. İçim lâle tarlası. İçim fasl-ı gül. Bu defa, kâğıdın üzerine düşmeden donuveren damlacıklara dönmeden içim, yazabileceğim.
Çok müstesna bir kâğıt olmalı diye geçirdi içinden. Köşe minderine oturdu. Santurlar dört bir yandan, denize çıkmalı odanın gizli köşelerinden içine doğru vurmaya başladılar. Pencere önündeki suda oynaşan ışık tavana yansıdı. Bu, hem ay ışığıydı, hem de güneş. Bir yanda gurup vardı, bir yanda dolunay. Başka türlü olamazdı zaten, diye düşündü. Çok müstesna bir zaman bu. Rahlesinin önünde diz çöktü. Bir kâğıt çekti. Mühresini eline aldı. Duvarlardan, yıllar evvel yazdığı levhalar bakıp bakıp gülümsediler. Her birinde gerçekleştiremediği o şeyi, bu gece gerçekleştireceğini bilerek içi içine sığmıyordu. Bu gece, dedi, nihayet yazacağım. Hiç kimsenin bilmediği şeyleri anlatacağım. Mühreyi kâğıt üzerinde gezdiriyordu. Sonra, dedi, onu, yazdıklarımı diğer insanlara okuyacağım. Kimbilir belki padişahımız efendimize de okurum. O zaman, içimden geçenleri yazabilince, başarabilince ruhuma kanat takmayı, var olacağım. Paylaştıkça çoğalacak, bölüştükçe varlığımın anlamını çözeceğim. Sağ dizini dikerek oturdu. Kamış kalemi eline aldı. Santurlar odanın dört bir yanından hâlâ vuruyorlardı.
Denizin hışırtısı sabaha kadar durmadı. Ve o, sabaha kadar, hiç durmaksızın yazdı. Ay’la güneş hâlâ aynı yerde, biri doğmak biri batmak üzere, aynı yerde ama yalnızca kendi âlemlerinde asılı kalmışlardı. Yalnızca kamış kalem cızırdıyor, yalnızca santurlar vuruyor, yalnızca gözlerinden yaşlar sızıyordu onun. Her harf, geçmiş yıllarda kalmış hattatlığının tecrübesiyle, içinde tuttuğu nefesin salıverilme ânında surete giriyor, onun ışığında gördüğü kendisini de sanki levhalara hat çeker gibi özenle 19 biçimliyordu. Bir ara gülümsedi. Kimbilir, dedi, belki yıllar, çok uzun yıllar sonra bir başka yazıcı, hem ay hem güneş ışığına boğulmuş bir başka odada, şu an benim içimden geçenleri yazmaya kalkışır. Sabaha kadar hiç durmadı. Ve ömründe ilk kez, kendini bildiğinden bu yana ilk kez, akşamı da, yatsıyı da, sabahı da duymadı. Duymadığı için de namazlarını kılmadı.
Evvelâ, gelirken kapı önünde gördüğü filbahri çiçeğini anlattı. Sonra, her sene baharın ilk gülünü nasıl beklediğini, o gülü ilk gördüğünde çok büyük bir şeyler olmasını nasıl umduğunu. Sonra, sonra hanımelleriyle gönlünün nasıl kanatlandığını. Sarayın has bahçesindeki nazlı, mağrur ve cimri, tek soğana tek lâle, lâle tarhlarını. Şakayık güllerini, karanfilleri. Bütün bunlar içinde bir has bahçeye dönüştü. Ömrünün ve baharın ve İstanbul’un has bahçesi bir defter doldurdu.
Arkadan onu insan kılan acılarını anlattı. Kendi çektiklerini ve başkalarının çektiklerini. Teker teker. Ölüm fermanı yazarken harflere nefes tutulmuyordu. Kendisinden, bir ölüm fermanı yazmasını istedikleri gün saraydaki hattatlığından nasıl ayrıldığını. Çocuğunu mahalle mektebine getirip götüren kalfanın ani ölümüyle o vakitler neden o kadar çok sarsılmış olduğunu araştırdı. Varlıklarında bunca yok iken, yokluklarında bunca var olan tanıdıklarını hatırladı teker teker. Böyle bir yığın acıyı bulup çıkardı ömründen. Bir defter de bunlarla doldu.
Sonra düşlerini anlatmaya koyuldu, masallarını. İnsan olmaya çalışan bir peri kızı tanımıştı. Onu yazdı. Peri kızına, insanlık zordur, demişlerdi de o inat ederek, denemek isterim, demişti. İnsanlığın gereklerini yerine getiremezsem, o zaman süslü kanatlarıma, ışıklı dünyama dönerim yeniden. Peri kızı ilk gece, bir bedeni var olmuş olmanın sızılarını duymuş, ısınmak için odun toplamış, lâkin onları yavrusu hasta bir kadınla paylaşmıştı. Ertesi akşam, açlıktan ayakta duramayan bir ihtiyara, çalılıklardan topladığı aluç tanelerinin tamamını vermişti. Son gün, durmadan ve bağırarak tartışan bir karı-kocanın penceresi önünde durmuştu. Karı-koca çok gençtiler ve gerçeğin ne olduğunu tartışıyorlardı. Kadın, gerçek gönüldedir ve gözle görülmez, diyordu. Erkek ise, gerçek gözle görülür ve bedenleri doyurmaya yarar, diyordu. Az ötede Türkmen işi bir halının üzerinde henüz sekiz aylık bir bebek ağlıyordu. Hem acıkmıştı hem de seslerden korkmuştu. Onlara dönerek, gerçek bu değil mi, diye seslenmişti peri kızı. Ve insan olmaya hak kazanmıştı.
Yazdıkça yazıyordu hattat-rasıt. Sağ bileğinde ince bir sızı duydu. Hokkada mürekkep azalmıştı. Son deftere aşkını yazdı, bütün aşklarını. Sonra bütün sevinçlerini, kederlerini, erdemlerini, erdemsizliklerini. Yazdıklarını son bir kez gözden geçirdi. Oraya, minderin üzerine kıvrıldı, uyuyakaldı. Birazdan odanın kapısı aralandı. Yüzü çizgileriyle güzel bir kadın, karısı, yün bir battaniyeyi kocasının üzerine usulca serdi. Her ikisinin de yüzünde mutlu bir gülümseme vardı.
Padişahımız efendimize bir dilekçe yazmalıyım, diye düşündü hattat-rasıt uyanır uyanmaz. Divan-ı Hümayun’un toplanacağı gündü, Bâb-ı Hümayun’un önüne gitti. Kapıcılar başlarında kocaman sorguçlarıyla bekliyorlardı. Büyük bir kalabalık vardı. Birden kalabalık iki yana açıldı. Padişah kır bir atın üzerinde göründü. Dilekçelerini vermek isteyenler yanına koştular. Bunların bir kısmı başlarının üzerinde yanan bir meşale tutarak, eğer adaleti yerine getirmezse kıyamette bu meşale gibi yanacağını ima etmek istiyorlardı. Hattat-rasıt, hiç zorluk çekmeden nedense, padişaha yanaştı. Bu, onu ikinci görüşüydü. Gözlerinin, sararmış bir yüzdeki siyah gözlerinin ta içine bakarak, bu defterlerde hiç kimsenin daha evvel görmediği ve bilmediği şeyler var, dedi ve uzaklaştı.
Padişah, o gece, Saray-ı Âmire’nin, duvarları mavi çinilerle döşeli loş odalarından birinde, billûr kandillerden dökülen sarı bir ışığın altında sabaha kadar defterleri okudu. Haremin bir başka odasında, kadife tenli bir sıcak iklim güzeli, ipek döşekler üzerinde padişahı boş yere bekledi durdu. Ertesi sabah padişah emir buyurdu, hattat-rasıdı saraya getirdiler. Huzura aldılar. Padişah, sıcak, sımsıcak nazarlarla hattat-rasıdın gözlerinin ta içine baktı, yeşim taşlı bir yüzüğün parladığı sağ elini uzatarak yanına gelmesini işaret etti. Defterleri bir defa da ona okuttu. Hattat-rasıdın sesi sıcak, sımsıcak, seller, ırmaklar, yağmurlar gibi, ağzından dökülüyor, tek zerresi kaybolmadan, padişahın gözlerinden gönlüne akıyordu. Sonunda padişah tebessümlü bakışlarla ondan ne istediğini sordu. Hattatrasıt, bütün halkınıza okumak isterdim, dedi. Padişah, bunu, dedi, gerçekten istiyor musun. Yazdıklarını, bütün bu defterleri diğer insanlarla paylaşmayı? Onlarla paylaşmayı, böylece var ve çok olmayı mı ümit ediyorsun? Evet, diye cevapladı hattat-rasıt. Padişah, seni ben anladım, yetmez mi, diye yavaşça karşılık verdi. Bir ben gibi anlayan daha çıkmaz sanırım. Hattat-rasıt inatla ve gururla cevapladı. Hayır, sesi çok netti, bunlar onlar için yazıldı, bir kişi yetmez. Ben olsam bile mi, dedi padişah. Padişahın gözlerinin, her gün bir parça alınan zehrin etkisiyle artık iyice sararmış bir çehrede canlı ve sıcak kalmış gözlerinin içine bakarak, sen olsan bile yetmez padişahım, diye cevapladı hattatrasıt. Padişah, elini tekrar kaldırarak, onun sağ omzunu okşadı ve peki, diye fısıldadı, peki.
Saray-ı Âmire ile Ayasofya ve Sultanahmet’in arası tıklım tıklım doluydu. Kadınlar, çocuklar, genç ve yakışıklı delikanlılar, serv-i hıramanlığını siyah ve ipek çarşafların bile örtemediği genç kızlar, kocamanlar, veliler, pirler, yeniçeriler, dervişler, medrese öğrencileri, ulemanın ve üdebanın ak sakallıları, eli sazlı halk ozanları, hepsi hepsi oradaydılar. Hattâ Haremin gün yüzü görmemiş cariyeleri bile bir küme halinde gelmişlerdi. Işıklı ve hoş kokulu bir bahar günüydü, mayısın onyedisi. Hattatrasıt, padişahtan geri aldığı defterleri koltuğunun altında, daha evvel Bâb-ı Hümayun’un önüne yerleştirilmiş yüksek bir kaidenin üzerine çıktı. Gelirken, Sûr-ı sultaninin yakın pencerelerinden birinin arkasında, loşlukta, siyah bir sakalın çerçevelediği sarı, sapsarı bir çehrenin, sıcak siyah gözlerin kendisini dostane izlediğini fark etmişti.
Ey Osmanlı, diye ağzını açmak istedi. Aslında, siz, şimdiye kadar kendinizi, kendinizi aradan çıkarabildiğiniz nisbette ifadeye yeltendiniz, diyecekti. Oysa şimdi ben, size salt kendimi göstereceğim, bunu şimdiye kadar hiç görmediniz, diye devam edecekti. Fakat boğazından sadece bir hırıltı yükseldi. Sesim benim değil, diye düşündü. Daha yüksek bir tonda başlamak için geniş bir soluk aldı, daha yüksek bir hırıltı yükseldi boğazından. En ön sıradaki güzel ve genç kızlar, kaytan bıyıklı Rumelili delikanlılar sessizce gülüştüler. Ağzını bir daha açıp kapadı hattat-rasıt, karanlık, pek karanlık bir şey söyledi. Kalabalık şimdi hep bir ağızdan ve açıkça gülüyordu. Edipler sinirlenmişti, koca şairler öfkeyle kıpırdandılar. Bu ne terbiyesizliktir, diye söylendi içlerinden ak saçlı ak sakallı birisi. Bir kısım dervişler ağlamaya ve dövünmeye başlayarak, biz böyle çile, hücremizde dahi görmedik, dediler. Yeniçeriler ellerini palalarına atarak, bizi bu yüzden mi kışlalarımızdan çağırdılar, diye homurdandılar, küffar kapıda. Haremin gün yüzü görmemiş güzelleri, işveyle başlarını sallayarak, bizim Sümbül Ağa’nın anlattığı cin peri masalları bile bununkinden daha güzel, diye gülüştüler. En arka sıralardan itibaren birer ikişer çözülmeye başladı kalabalık. Sonunda hattat-rasıt, koca meydanda yalnız kaldığını fark etti. Hâlâ defterlerini okumaya çalışıyordu. Oysa, dedi hüzünle kendi kendine, bütün gece sabaha kadar defterimi padişaha okurken, sesim ne kadar güzeldi. Sesim ne kadar güzeldi ve her şey ne kadar güzeldi.
Sonunda defterlerini koltuğunun altına sıkıştırdı. Vakit öğleye yaklaşıyordu. Taş kaideden indi. Surda açılmış kafesli pencerenin önünden geçerken, kendisini hâlâ izleyen gözleri bir kez daha hissetti. Başını kaldırıp bakmadı, şansını yitirmişti. Seng-i ibretin önünden geçti. Taşın çatlaklarından koyu, kirli bir kan akıyordu. Rasathaneye gitmesi gerektiğini fark etti. Biraz evvel, kalabalığın ön sıralarındaki baş rasıdın ve arkadaşlarının sinirli sinirli uzaklaştıklarını görmüştü. Yol ayrımına geldiğinde rasathaneye değil, eve doğruldu. Basamakları yerinden oynayan merdivenlerden yukarı çıktı. Rahlesini, yazı takımını önüne çekti. Rastgele bir kâğıda uzandı. Kamış kalemini, Sürre alayıyla 23 Mekke’ye gidip gelmiş koyu renkli mürekkebin içine daldırdı. Sesini, padişahtan başka hiç kimseciklere duyuramayan hattat-rasıt bir adamın başından geçenleri yazmaya başladı. Kelimeler, içinden sıcak, sımsıcak, insan kanı kadar, gül mevsimi kadar, seller, yağmurlar kadar sımsıcak, mühresiz kâğıdın üzerine dökülmeye başladılar. Gözlerinden sicim gibi yaşlar dökülüyordu.
KAYIP PADİŞAH I
Mevsim birdenbire değişti. Çok uzun ve sıcak bir yazın ardından birdenbire güz geldi. Padişah, mavi gölgeli dairesinde yavaşça yerinden doğruldu. Boğaz’ın gri ve soğuk suları üzerinde kanat çırpan kuşlara bakarak, hoş geldiniz yağmur kuşları, diye mırıldandı, içimin hasretine hoş geldiniz. Siyah gözlerinin derininde bir yer serinleyerek gülümsüyordu.
Saray-ı Âmire’den uzakta, iki katlı evinin çıkmasında hat-tat-rasıt, bir başka kıyıdan aynı suya bakıyordu. Kendisini padişahtan başka kimseciklerin anlamadığı hattat-rasıt bir adamın öyküsünü yazdıktan sonra, evinden bir daha hiç çıkmamıştı. Günlerce rasathaneden haberciler gönderilmiş, eğer hemen zâ-tüssukbeteyninin başına dönmezse ve böyle, bir rasıdın haysiyetiyle bağdaşmayacak münasebetsizlikte işlerle uğraşmayı hemen bırakmazsa, istifa etmiş sayılacağı kendisine defalarca hatırlatılmıştı. Ama o, kapıdan dışarı adım atamadığı gibi pencerenin…