İnsanoğlu isterse yaşamını değiştiremez mi? Bunu yapacak güç ve cesaret olsa olsa kadınlarda vardır derim ben… Bu kitapta daha iyi bir yaşama ulaşmak için yılmadan, umutla mücadele ederek mutluluğu arayan değişik yaşlardan kadınların hikâyesini anlatmaya çalışıyorum. Bunlar ‘bayanlar’ değil, kadınlar. Yürekli kadınlar, hayata karşı duydukları açlığı yadırgamamamız gereken kadınlar. Sevmek, sevilmek, sevişmek, çocuk doğurmak istiyorlar.
Giyinip – süslenip, makyaj yapıp, güzel görünerek özgürce kendi tarzlarında edebinle kişilikli bir yaşamın parçası olmayı amaçlıyorlar. İşte bu zorlu yolculuğa çıkan her sınıftan, her yaştan kadın, hiç ummadığı bir erkeğin, hiç ummadığı bir anda, değişik şekilde hışmına uğrayabilir…
Yeter ki çevresinde, dışardan veya aileden, ona tahakküm etmek isteyen bencil bir erkek bulunsun. Bir yerde devletimizle erkeklerimiz benzeş değiller mi? Ama olsunlar fark etmez. Benim kadınlarım sonunda muzaffer olacaklar, ikisinin de o çok ürktükleri yasak elmayı ısıracaklar.
***
ÖNSÖZ
İnsanoğlu isterse yaşamını değiştiremez mi?
Bunu yapacak güç ve cesaret olsa olsa kadınlarda vardır derim ben…
Bu kitapta daha iyi bir yaşama ulaşmak için yılmadan, umutla mücadele ederek mutluluğu arayan değişik yaşlardan kadınların hikâyesini anlatmaya çalışıyorum.
Bunlar ‘bayanlar’ değil, kadınlar.
Yürekli kadınlar, hayata karşı duydukları açlığı yadırgamamamız gereken kadınlar.
Sevmek, sevilmek, sevişmek, çocuk doğurmak istiyorlar.
Giyinip – süslenip, makyaj yapıp, güzel görünerek özgürce kendi tarzlarında edebinle kişilikli bir yaşamın parçası olmayı amaçlıyorlar.
İşte bu zorlu yolculuğa çıkan her sınıftan, her yaştan kadın, hiç ummadığı bir erkeğin, hiç ummadığı bir anda, değişik şekilde hışmına uğrayabilir…
Yeter ki çevresinde, dışardan veya aileden, ona tahakküm etmek isteyen bencil bir erkek bulunsun.
Bir yerde devletimizle erkeklerimiz benzeş değiller mi?
Ama olsunlar fark etmez.
Benim kadınlarım sonunda muzaffer olacaklar, ikisinin de
o çok ürktükleri yasak elmayı ısıracaklar.
Ağabeyi İsmail’in mutfaktan gelen gür sesi ile uyandı o sabah da Füsun. Bir süre “bahar esintisi kokulu” pembe çiçekli nevresim takımın içinde sağa sola döndü, sonra gözlerini tavana dikerek beyaz boyalı çarpık tavanı bir süre tiksinti ile seyretti. Duvarlar yengesi Ayla’nın zevksiz seçimi bir yeşile boyanmıştı Kadının zevksizliği aldığı kocadan belliydi. Ki o koca da, Füsun’un ağabeyi İsmail’den başkası değildi!
Hayatta en fazla önem verdiği ve içinde çılgınca mutlu hayaller kurduğu yatağının koruyucu sıcaklığı içinde bir süre daha kalmak istedi ama ne mümkün, yeğeni Kübra “Hala, hala uyan!” diye bağırarak top gibi odaya daldı. Kızın gençliğin verdiği dirilik ve güzellikle parıldayan ablak yüzüne kıskanarak bakarken, kocasız, çocuksuz boşa geçen hayatının acısı bir kez daha içine çöktü. Hemen hatırladı babasından bağlanan ve bu evde yaşamasını mümkün kılan üç aylık maaşını almanın zamanı gelmişti. O maaş olmasa, ağabeyi İsmail ile yengesi Ayla bir dakika bile onu yanlarında tutmazlardı.
Kübra’nın sabırsız bakışları altında istemeye istemeye yataktan çıktı, sabahlığını ve aile arasında sürekli alay konusu olan simli topuklu terliklerini giydi. Herkesi sinir eden bu terlikler benliğinde genç olduğu sanrısını yaşatan zararsız bir aksesuardı aslında.
Pencereyi açtı hava güneşli ve ılıktı. Son yıllarda havanın iyi veya kötü oluşu Füsun üzerinde hiç bir etki yaratmıyordu. Ama yine de güneşi hissetmek iyi gelmişti.
Kübra sabırsızlıkla patladı, “Hadi hala babamı yine kızdıracaksın!”
Belli ki İsmail paraların nerelere gideceğini ayarlamıştı çoktan. Füsun’un eline saç boyasına ancak yeten bir 100.lira verir üç ayı bununla geçirmesini söylerdi. Emekli subay olan babasından kalan maaş aslında hiç de fena değildi. Üç ayda 3600. TL eline geçiyordu ama ona bir yararı yoktu. Ona bir omuz atıp öne geçen Kübra ile birlikte odadan çıktılar.
Sucuklu yumurta kokan mutfakta kahvaltı sofrası kurulmuştu. Ocakta çay kaynıyor ve ekmek kızartıcıda ekmekler kızarıyordu. Kendisine yine bir tabak konmadığını fark etti. Bari maaşı uğruna bu gün ona bir yer açsalardı ya!
Beyaz atleti ve çizgili pijamaları içinde göbeğini şişiren İsmail camın önüne, yeşil penye pijaması içinde zehirli bir kertenkeleye benzeyen Ayla da onun karşısına oturmuştu.
Çay koymaya yönelen Füsun ocak üzerindeki sucuklu yumurta sahanının boş olduğunu gördü. “Ben gelmeden her şeyi bitirmişsiniz,” diye serzenişte bulunmak istedi ama İsmail hemen cevabını yapıştırdı. “ Peynir, zeytin ve reçel var ya! Çay da kaynıyor. Daha ne istiyorsun ?”
Yüzü kızaran Füsun günün önemini vurgulamak için zarifçe Kübraya döndü;
“Benimle bankaya gelecek misin güzelim?” diye sordu. Kızın yerine cevap annesinden geldi. “Dolapta hiçbir şey kalmamış. Aç boğazları doyurmak için son kalan kuruşumuzla pazara gidip sebze alacağız. Kübra bugün bana lazım”
Füsun yine mağlup olmuştu. Aslında yalnız başına bankaya gitmeyi, kendine ait tek bir günü yaşayabildiği için her zaman tercih etmişti.
“İyi bari çabuk gidin de TV deki izdivaç programlarını kaçırmayın,” diye yanıtlarken elindeki tabak ve çatalla sofraya ilişti.
Kirli sofra örtüsüne tiksinerek baktı. Kendi evi olsa şimdi çiçek gibi bir kahvaltı sofrası kurmuştu. Genç kızken baba evinde en sevdiği şey sofra hazırlamaktı. Renkli kağıt peçetenin hiç eksik olmadığı masayı ufak süsler, çiçek demetleri ilave ederek şenlendirirdi. Babası bu durumdan çok hoşlanır, annesi de iş ve masraf çıkardığı için hafifçe kızardı. Çocukken de kaba ruhlu olan ağabey İsmail de dalga geçerdi. Eh şimdi hayatından memnundu herhalde; dünyanın en ruhsuz kadını ile kurduğu bu yaşam tam İsmail’e göreydi.
Çabukça kahvaltısını bitirdi, çayını içti, hoşuna gitti, bir bardak daha doldurdu. Üçüncüyü de içmek istedi, ama çay bitmişti.
Evin tek banyosunun boşalıp sıranın kendisine gelmesi için bir süre bekledi. Banyoda dişlerini güzelce fırçaladı. 37 yaşma rağmen dişleri inci gibi pırıl pırıldı, ona genç bir hava veriyordu. Rahmetli annesine benzemişti O da öldüğünde ağzında kendi dişleri vardı. Yengesi Ayla genç yaşma rağmen takma dişleri yaptırmıştı. Ara sıra çaktırmadan bu durumu Ayla ya belirtir, sinirlenmesini tatlı bir keyifle izlerdi.
İşi bitince odasına yöneldi. Bu gün ne giyseydi acaba? Çok fazla kıyafeti olmamasına rağmen her şey özenle seçilmişti. Giyim konusunda zevkine çok güveniyordu özellikle giysilerinde renk uyumuna çok dikkat eder, bütçesi elverdiğince aksesuarlarla tamamlamaya çalışırdı. Ah elinde biraz para kalsa ne güzel giyinebilirdi! Özellikle ayakkabı ve çanta almak çok pahalıydı. Oysa bir kadının ayakkabı ve çantası karakterinin aynasıydı.
Giysilerini ve iç çamaşırlarını daima kendisi elde yıkardı. Asla Ayla’nın tüm renkleri birbirine karıştıran çamaşır makinesine atmamıştı. Ayla da işi azaldığı için bu durumdan memnundu zaten.
Önce ten rengi dantelli sutyen ve külot takımını giydi, artık hava serinlemişti üşümemek için ten rengi ince kaşkorsesini de unutmadı. Külotlu çoraplarını uzun bacaklarına geçirip, koltuk altlarına deodorant sıktıktan sonra eski baba evinden gelme küçük tuvalet masasına oturarak aynada kendisini izlemeye başladı. Gördükleri pek de hoşuna gitmedi. Saçlarının diplerinden çıkan beyazlan bir tüp boya ile halletmek kolaydı ama alnında, bal rengi gözlerinin etrafında ve silikonluymuşçasına dolgun dudaklarının kenarlarında belirmeye başlayan ince kırışıklıklar onu korkuttu. Zaman hızla boşa akmış, yaşamı ziyan olmuş olabilirdi. Yapacak bir şey de yoktu herhalde. Sürekli bir umut taşımasına, hala hayal kurabilmesine rağmen içindeki küçük kız gerçek yaşamda ölüyordu. Gözünün iliştiği dağınık yatağı onu yine çekmeye başlamıştı; şöyle bir uzansa, rüyaya dalsa, kendini düşsel dünyasına aktarabilseydi.
Silkinerek gardırobuna yöneldi, krem rengi bir elbise seçti. Ayna önünde ucuz kremini sürdü, yüzünü hafif pudraladıktan sonra dudaklarını boyadı. Pembe tenine çok yakışan açık kumral saçları beyazlamasına rağmen gürdü. Evde kendisi keserdi. Kaliteli bir saçı vardı, ne çok ince, ne çok kalın, küt kestiğinde ona çok yakışırdı.
Annesinden kalan yegane servet olan pırlantalı mercan kolyesini taktı, kahverengi mantosunu giydi. Kübra’nın artık demode olduğunu söylediği kürk kaşkolü boynuna doladıktan sonra çıkmaya hazırdı.
Güzel kadındı Füsun! Geçen yıllara rağmen güzeldi!
Bu güzel havada yağmur yağmayacağını düşünerek Kadıköy’deki bir mağazadan taksitle aldığı rugan taklidi şimdilerde yine moda olan dolgu topuklu pabuçlarını ve takım çantasını kuşandı. Çanta kolundaki altın bileziklere hafifçe dokunarak bir tıkırdı çıkardı. Mutfak kapısından masadakilere, “ Ben bankaya gidiyorum, bir isteğiniz var mı?” diye sordu. İsmail, “ Paraları çaldırmadan gel, yeter!” diyerek pis pis güldü.
Yine sinirlenerek sokak kapısını açtı ve hızla kendini sokağa attı. Hapishaneden bir günlüğüne kurtulmuştu.
Evlerinin bulunduğu dar sokaktan yürüyerek Ethemefendi Caddesine çıktı. Cadde hareketliydi. Arabalar iki sıra halinde caddede akıyorlar, bozuk kaldırımlarda insanlar bir telaş ve hırsla yürüyorlardı. İki genç kız arkasından hızla gelip sırt çantalarını narin omuzlarına sağlı sollu vurarak onu olduğu yerde topaç gibi döndürdüler. Füsun, “Hay Allah ! İnsan bir pardon der! “ dedi. Uzun siyah saçlı kısa etekli zamane kızları dönüp ona gülerek baktılar ve alay edermişçesine, “Pardon” dediler.
Güne iyi başlamadığını düşündü. “Dışarıdakilerin de evdekilerden pek farkları yok,” dedi içinden. Gözleri sürekli vitrinlere takılıyordu. Ama durmadı, Kadıköy’deki vitrinler daha güzeldi nasıl olsa. Otobüslerden nefret eden Füsun Erenköy Tren İstasyonuna doğru hızlandı.
istasyona girince burnuna yılların getirdiği bakımsızlık, insan nefesi ve havasızlıktan oluşan yoğun bir koku çarptı. Allah kahretsin, çok iyi koku alan burnu neredeyse bir mutsuzluk kaynağıydı. Ama, yılmayarak her ne olursa olsun gününü güzel yaşayacağına söz verdi kendi kendine.
İstasyon kalabalıktı. İnsanların çoğu hala işlerine gitmeye çalışıyorlardı. Onun da kısa süreli bir çalışma hayatı olmuştu. Üç sene Okmeydanı Hastanesinde çalışmış, annesi ölünce evdeki erkeklere bakmak ve hatırlamak istemediği bazı sebeplerden dolayı özellikle ağabey İsmail’in ısrarı ile işten çıkmıştı. Kolundaki altın bilezikler de bu dönemde maaşından biriktirdiği paralarla alınmıştı. O senelerde altın böyle pahalı değildi nede olsa.
Tren uzaktan göründü. Herkes bir telaşla kendini ön sıralara atmaya başladı. Füsun inadına en arkada kaldı. Bu tarz mücadeleler hiç ona göre değildi. Hem ya biri iter de Allah korusun raylara düşerse. Ayakta kalmaya razıydı.
Olağan bir itiş kakışla trene bindiler. Korktuğu kadar kalabalık değildi. Bir kadının oturduğu koltuğun yanı başında, tavanda asılı tutunma askısını tutarak dikildi. Uzun boyu bu gibi durumlarda ona yardımcı oluyordu. Önden koşarak yer bulan gençler koltuklara kurulmuştu. Kimsenin yer vermeye niyeti yoktu. Onu gören erkek gözleri hemen üzerine odaklanıyor, yaşını deşifre etmeye çalışır gibi yüzünü, endamını süzüyorlardı. Olsun, hala erkek bakışlarını cezp edebiliyordu ya!
Bir durak sonra başında dikildiği kadının koltuğunda oturan adam kalktı, kadın cam önüne kayarak ona yer verdi. Oh, oturmuştu! Şimdi rahatça insanları gözlemleyebilir ve onlar hakkında tahminler yürüterek yol boyunca eğlenebilirdi. Evet! Bu gün iyi bir gün olacaktı!
Gözleri hemen karşı koltukta oturan çifte takıldı. Anadolu’nun bağrından, bilmem nereden, kopup İstanbul a göç ettikleri her hallerinden belliydi. Kadın ayak bileklerine kadar inen koyu mavi bir palto giymişti. Başında siyah zemin üzerine mavi çiçekli bir türban vardı, alnını kapatan siyah bant eşarbın altından iki parmak dışarı çıkmıştı. Kucağında, kapkaçtan korumak için olsa gerek, siyah renkli eski bir çantayı sımsıkı tutuyordu. Ellerinin derisi sürekli suyun altında kalmaktan kabuk gibi kurumuştu. Füsun ona çok pahalı olmayan Arko el kremini tavsiye etmeyi düşündü. Tırnakları kısa ve küttü. Başını eğmiş sürekli çantasına bakıyor ve ara sıra etrafına kaçamak bakışlar atıyordu. Belki de Füsun’dan daha gençti ve adama çocuklar vermişti, ama çok yıpranmıştı. Adamsa olağan bir takım elbise giymiş ben erkeğim dercesine bacaklarını iki yana açmış pişkin pişkin Füsunu süzüyordu. Adam kadını biraz önce inen erkeğin karşısına oturmaması için koridor tarafına oturtmuş, kendisi de cam kenarına kurulmuştu. Füsun içinden “eşek herif! “ diye geçirdi. Toplu taşıma araçlarında kocası yanında olan bir kadın için uygun yer cam kenan olmalıydı.
Adamın arsızlığı ve hödüklüğü canını sıktı ve bir hınzırlık yapmaya karar verdi. Bacak bacak üstüne attı ve mantosunun eteklerini yuvarlak güzel dizlerinin üzerine çekti. Herif neredeyse yerinden fırlayacaktı! Bir kadm böyle bir adamla evlenip yuva kurmamalıydı canım! Sonra adamı hayalinde bir şekilde güzelleştirmeye kalkıştı. Tıraşı gelmiş siyahlıbeyazlı sakallarını kesti. Fakat en başta bu adamı bir güzel yıkamalıydı kesin. Gözleri fena değildi. Fırça gibi kaşlarını biraz makasla düzeltse gözler ortaya çıkabilirdi. Kır düşmüş saçları olduğu gibi kalabilirdi. Ecevit mavisi bir gömlek ve lacivert takım elbise giydirdi, kravat yerine boynuna kaşkol doladı. Ama boşuna, ne yapsa bu adam bir şeye benzemezdi!
Adamla ilgilenmeyi kesti. Oldukça yeni olan tren vagonu yolcularca çok hor kullanılmıştı. Her tarafta çoğu cinsel içerikli abuk sabuk yazılar vardı, koltuklar sökülmüş, lekelerle kaplanmıştı. İnsanların neden her şeyi sürekli çirkinleştirmek istediklerini bir türlü anlamıyordu. Kendilerinden bir şeyler katmak istiyorlarsa bu şeyler neden hep kötü, pis ve çirkin oluyordu.
Omuz başına genç bir çift geldi. Kalabalık biraz daha iteleyince görüş hizasına girdiler. Esmer tenli genç kızın üzerinde düşük belli bir kot pantolon, belini örtmeyen uzun kollu gri tişört ve senenin modası kısa kollu siyah mont tarzı kapitone yelek vardı. Boynuna iki kez dolayarak önünde düğüm yaptığı kalın atkının hemen üstünden küçük bir gül dövmesi görünüyordu. Dize kadar çıkan ince topuklu uzun siyah çizmeler ona Alexander Dumas’ın romanlarından uyarlama filmlerdeki kahramanların havasını vermişti. Omzundan çapraz geçirdiği küçük çantası yeleğin kapüşonunu buruşturmuştu. Gür ve parlak siyah saçlarını arkasına iliştirdiği kulaklarının birinde iki küçük halka, minik bir gümüş top, tam üç küpe vardı. Füsun diğer kulağı göremiyordu, kulaklarına yazıktı canım! İnsan neden vücudunun bozmak ister ki?
Sevgilisi kızın belini yakalamış ellerini çıplak teninde gezdiriyor, ara sıra yanağına kaçamak öpücükler konduruyordu. Şimdiki çiftler çok cesaretliydi doğrusu böylesi kalabalık trende bile birbirlerini sıkıştırmaya kalkışabiliyorlardı. Toplum bir yandan kapanırken bir yandan açılıyordu. Onun gençliğinde hiç bir çift buna cesaret edemezdi.
Genç oğlan da esmer, siyah kıvırcık saçlıydı. Kulak memelerine ulaşan saçlanna jöle ile sertleştirerek şekil verilmişti. Gri kumaş bir mont ve beyaz fitilleri görülen koyu mavi yıpranmış bir kot pantolon giymişti. Pantolonun dizleri yırtıktı. Tüm modern görünme arzusuna rağmen buram buram taşra kokuyordu. Konuştuğu anda Füsun anladı; doğunun bağrından kopup gelmişti bu amansız şehre.
Güzelim Haydarpaşa garını da yakmışlar ve bir süre için son durak Söğütlüçeşme istasyonu olmuştu. İş bilmezlik ve ehliyetsizlik her yerde kendini gösteriyordu. Eğer altında yatan başka sebep yoksa tabii ki!
İstanbul’un un en güzel binalarından biri olan Padişah Abdülhamit tarafından Alınanlara yaptırılan Lefke taşından bu binanın yanması Füsun’un moralini çok bozmuştu. Ona sürekli ters giden Ağabey’i İsmail ve yengesi Ayla da ilk kez Füsun ile aynı duyguları paylaşmışlardı. İsmail, Binanın I.Dünya Harbi sırasında bir kez daha yandığını annelerinden duyduğunu söylemişti. Ayla da, İstanbul halkının yüreğini ağzına getiren 1979 yılındaki tanker kazasını hatırlamıştı. “Independente” isimli petrol tankerinin patlaması ile binanın ön yüzü ve tüm değerli vitrayları hasar görmüştü. Güneşli günlerde garı muhteşem bir ışık yağmuru ile aydınlatan bu vitraylar ancak 1983 de tamamlanabilmiş ama eski görkemine kavuşamamıştı. “Geçmişle olan bağlantılarımızı koparıyorlar” diye düşündü.Yerine koymak istedikleri her ne ise Füsun’ a çok yabancıydı.
Feneryolu istasyonundan binen kalabalık genç çifti sürükledi götürdü. Onların yerini türbanlı bir genç kız aldı. Al sana yabancı bir şey daha! Kızın kıyafeti son derece modemdi aslında. O da dar bir kot giymiş ayağına tüylü çizmeler geçirmişti. Haki ceketi kalçalarını zar zor kapatıyordu. Başındaki siyah türbanla boynuna doladığı haki atkı tam bir tezat teşkil etmişti. “Çok komik!” dedi Füsun içinden, “ikisi birlikte kullanılınca çok komik olmuş”. Kız devamlı kenarından mavi boncuk süsler sarkan cep telefonu ile mesajlaşıyordu. Türban ve modernite hangisinin içi boştu acaba? Aman dedi Füsun “Ben basit bir kadınım aklım fazlasına ermez, felsefe, politika bana boş gelir ama estetik, işte o önemli!”
Kadıköy
Sonunda Söğütlüçeşmeye geldiler. Burası Kadıköy’e Haydarpaşa’dan daha yakındı. Kalabalık acele ile kapılara hücum etti. Koca vagon bir anda boşaldı. Füsun en arkaya kalmaya çalışırken, karşısında oturan karı koca acele ile ayaklarını ezip geçmişti. Trenden indi, çıkış kapısına doğru ağır adımlarla ilerlerken en iyisi Kadıköy’e yürümek dedi içinden. Zaten cüzdanındaki dokuz lira bankadan önce bir kafe’de oturmaya anca yeterdi.
Yola koyuldu, metrobüslerin arka tarafından geçen yolun tren yolu altına gelen bölgesinde güzel çam ağaçları ile kaplı yeşil bir alan vardı. Şurada ağaç altında bir sigara tüttürse hoş olurdu diye düşündü. Tiryaki hiç olmamıştı. Ara sıra keyiflenince, düşünceye dalınca veya arkadaşları bir sohbet sofrasında sigara tüttürmeyi severdi. Gerçi işten öylesine olaylı bir şekilde ayrıldıktan sonra eve kapanmış, kimseyle görüşmek istemediği için tek bir arkadaşı kalmamıştı. Çantasında bir paket sigara bile yoktu. Maaşı alınca bir kaç paket sigara alsa iyi olurdu.
Birbiri ardı sıra hızla geçen otomobil ve minibüslerden uygun bir ara bulur bulmaz kendini karşı kaldırıma attı. Caddenin sağ tarafındaki kaldırımdan dükkanlara baka baka Boğa heykeline doğru yöneldi. Kaldırımı kaplayan beşgen taşlar oldukça düzgün olmasına rağmen gruplar halinde ya aşağıda, ya da biraz yukarıda kalıyor ve ayakları sürekli bu girinti, çıkıntılara takılıyordu. Dünyanın her yerinde kaldırımlar böyle miydi acaba?
Camiyi geçtikten sonra bir akbil gişesi gördü, akbil’ini doldurmak istedi, ama o da maaşı beklemek zorunda idi. İlerledikçe mallarını vitrin önüne sokağa yığmış dükkanlar…