Bütün suçu okumak ve dürüstçe yaşamak olan insanlara reva görülen eziyetin romanı… Romanlarıyla halkın gönlüne taht kuran Hekimoğlu İsmail´in bu kıymetli romanını bazen gülerek. bazen ağlayarak okuyacaksınız.
***
Böyle Başladı
Ortadan kısa boylu, zayıfa yakın, içine kapanık bir delikanlıydı. Delikanlıydı amma diğer delikanlılardan çok farklıydı. Hele “delilik”le uzaktan yakından hiçbir alâkası yoktu; kendi âleminde bir gençti. Zaruri konuşmaların dışında lâf etmezdi; sevmezdi de… Sanki dünyaya bazı şeyler yapmak için gelmiş fakat yapamamıştı. Bir şeyler arıyor ve bir şeyler istiyordu. Ne istediğini kendisi de bilmiyordu. Ara sıra içlenir, “Ne oluyor bana, ne var?” derdi. Nedense halini kimseye söyleyemez ve bu soruların cevabını da veremezdi. Bazı sabahlar herkesin gazete kapıştığı anda, o da bir gazete alır; her sahifesine dikkatli dikkatli bakar, bırakırdı. Aradığını bir türlü bulamazdı. Düşünürdü, “Ne aradım?” arkasından omzunu sil-ker, “Hiç” derdi. Bazı arkadaşları roman okurdu. O da denedi, bir roman aldı, sayfaları tek tek çevirdi ve kapadı. “Bir şey yok” dedi. Bir gün kalabalığa takılıp stadyuma gitti, maçın yarısında terk etti. Bir başka gün akrabaları, yemeğe davet etmişti. Herkesin öve öve bitiremedikleri yemeklerden, o, tad bile alamamıştı. Hatta baklavayı yerken, unutularak kaldırılmamış salatadan da almayı ihmal etmedi. Başkaları güldü. O kendi kendine, “Ne var ki, normaldi bu” deyip, devam etti.
Hangi anormalliğe “Normal” demedi ki? Annesini, babasını dikkatle tetkik ediyor, söz ve hareketlerindeki tezatları yakalayıp, bu tezatlardan “Hayat” denilen bir gerçeği nasıl yaşadıklarına hayret ederek, buna da “Normal!” diyordu. Ona göre halli imkânsız görünen her hâdise ve hâl, bir “Normal” fiskesiyle kenara atılabilirdi. “Mademki, tezatların ördüğü bir hayat tarzı var ve mademki biz bunu kabul etmişiz; bu en büyük yanlışı reddetmek, umumun nazarında anormal olacağından, bir normal çek, gitsin!” diyordu. Doğru zannedilen yanlışların yanında çok hakikatler yetimdi…
Cehalet ve menfaat gibi iki direğe bağlanan gaflet salıncağında; bir Garb’a, bir Şark’a doğru sallanan bu aile içinde şimdilik baş gaile, delikanlının evlenmesiydi. Fakat “Babamın hatasını ben tekrarlamayacağım!” diyen genç, lâf anlamıyordu.
Hani şehirli bir genç kız, köydeki akrabalarına misafirliğe gider, “Aaa, bu ne pis koku?” diyerek temizliğe başlar. On beş gün sonra burnu bu kokuya alışır, “Gördünüz mü, geldim, sizi o pis kokudan kurtardım” der. Hâlbuki evin yaşlıları ise, bu ahır burada oldukça bu kokunun gitmeyeceğini bilir ve tebessümle cevap verirler.
Aynen böyle de, evin delikanlısı evlilik konuşmalarına alıştı; itiraz ede ede sonunda onu kabul etmek mecburiyetinde kaldı. Yahut bu anormalliğe de bir “Normal!” çekti.
Nitekim, bir gün annesi:
—Oğlum, evlenme çağın geldi. Ayşe’nin kızı evlâdım yerinde, n’olur onu sana alayım. Eğer sözümü tutarsan ne sevinirim, ne sevinirim. Haydi güzel oğlum, evet de!..
Düşündü, annesinin bu ısrarına ve sevinmesine yine hayret etti. Sabah kahvaltısı ister gibi “evet” dedi. Annesinin sevinmesini, boynuna sarılmasını, hatta tülbendi ile gözlerini silmesini daha çok hayretle karşıladı. Nihayet evlendi. Kızcağızı az kalsın, okunmayan roman gibi kapatıp rafa koyacaktı. Fakat kız buna razı olmadı. Çünkü onu tanıyordu. Onun çok iyi bir insan olduğunu, iyiliği sevdiğini ve hassasiyetini biliyordu. Biliyordu ki o, baklava ile turşu arasında fark görmezdi.
Babası bir gün sordu:
— Oğlum, kadastroda münhal yer var; memur istiyorlar, girmek ister misin?
Ufak yüzü, kısa ve ayrılmış saçları ve muntazam elbisesiyle insanın içi ısınan bu temiz, fakat derin bakışlı genç, babasının yüzüne baktı baktı; döndü, genç zevcesine baktı, sonra yüzünü annesine çevirdi. Zevcesiyle annesi güldüler. O, “Hesapta bu da var mıydı?” gibilerden başını önüne eğdi.
Annesi:
— Efendi, boş ver öyle şeyleri, benim oğlum daha büyüyecek, dedi.
O, bunu annesinin densizliğine saydı. Ne büyümesi? Neredeyse
baba olacaktı! Hayır, aptal ve ahmak değildi. Konuşunca âdeta bir hatip kesilirdi. Bilgi dersen, az çok mürekkep yalamıştı. Fakat yanlış bir yere gelmişti. Bu sebepten midir, nedir, ölümü pek umursamazdı; hatta biraz da özlerdi. Bir gün yalnızlığın mahşerinde kendi kendine söylendi, “Ben niye başkalarından farklıyım?”
O an, beyninin döndüğünü hissetti. Kafası hummalı bir çalışmaya girdi. Hayatını, muhitini bir laborant maharetiyle tahlil etti, kıymetlendirdi ve hâdiseler arasında bağ kurdu: “Belki onlar başka” diye nefsine olan itimadını belirtti.
Bir şeyi sevmek istiyordu. Birisinin emrine girip ömrünü ona vakfetmek ihtiyacını duyuyordu. Ekmeğe, suya muhtaç olduğu gibi, buna da muhtaçtı. Lâkin bir şeyi aramak başka, bulmak başkaydı. Ruhundaki boşluğu dolduramadığı için içki içmeyi denedi. Pası, kezzapla temizlemek gibi bir şeydi bu. Fakat pas değil, kendini rahatsız eden şeyin inci olduğunu anladı. Günahları sevmemesi, onun için manevi bir hazine idi. Amma, hiç bir midye kendi bünyesindeki incinin değerini bilmez.
Nihayet işsizliğin maddî ve manevî zararını iyice hissettiğinden, bir iş bulmaya karar verdi. Yanlış anlaşılmasın, paraya ihtiyacı yoktu, bir iş olsundu işte!.. Çiftçi olmaya niyet etti çünkü bu işte memlekete hizmet etme imkânı vardı. Fakat herkes karşı çıktı:
—Sen efendisin, yapamazsın!
—Zayıfsın, dayanamazsın!
—Rençberlik zor, git memur ol, bedava ekmek ye.
— Sen işi ne yapacaksın, baban zengin, kayınpederin zengin!..
O, bunlara kulak asmadı. Gitti, hazine malından bozkır bir araziyi satın aldı. Etrafını tümseklerle çevirdi. İçini bölme bölme ayırdı. Baharda çamur gibi akan sel sularıyla bölmeleri doldurdu; böylece çayın milinden istifade etti. Bazen yağmur altında sırılsıklam ıslanırdı. Böyle anlarda içi bir hoş olurdu. Aradığını bulmuş gibiydi. Daha dik yürür, daha gür konuşurdu. Çünkü bir gaye için çalışmanın ne büyük bir haz doğurduğunu şu birkaç ay içinde anlamıştı. Onun bu gayretlerini görüp, “Boşuna emek” diyenlerin sözüne:
—Boşuna konuşuyorsunuz, derdi.
Çiftçilerden bazıları ona yardımcı olmak istedi:
—Kumluk arazide bostan iyi olur, dediler.
—Arı, tavuk işi olmaz mı?
—Zaten rençberlikte tek iş yaparsan, batarsın; işleri birbirine destek etmek lâzım. Meselâ bostan olmazsa arıdan, tavuktan kazanırsın. O da olmazsa fidan dikmelisin, ondan istifade etmelisin…
Günler aylara ve aylar da yıllara el uzattıkça onun da elleri nasır tuttu, cildi karardı, minyon tipine bir ciddiyet geldi. Çok memnundu. Onun bu memnuniyeti ev halkını da memnun ediyordu. Hele dizleri yamalı pantolonu ve basma gömleği, Avrupa modası kadar günün meselesi olmuştu. işçilerle oturup yemek yerdi. Çökeleği dürüm edip bir ısırışı vardı ki, babası onu bu haliyle görünce kasıklarını tuta tuta gülerdi. Akşam da evde onun taklidini yapar, herkes güle güle bir hâl olurdu. Suyu tasla içişi de görülecek şeydi…
Mehtaplı gecelerde tümseğin üstüne oturur, saatlerce bir heykel sessizliğinde beklerdi. Efsunkâr bir şekle bürünen tabiat, sanki nefes alıyordu. Ağustos böcekleriyle kurbağa sesleri en güzel orkestrayı kıskandıracak derecede güzel ve ahenkliydi. Her şey bir yana, bu yalnız kalmada bir başka esrar vardı. Bu, çok daha güzeldi.
1953 yılının bir akşamında, uzun zamandır görüşmediği mektep arkadaşı Nuri, yanına geldi. Ona bir kitaptan paragraflar okudu, anlattı. Nuri okuyup anlattıkça, o, ruhundaki pılı pırtıyı toplayıp bir başka âleme taşınıyordu. Yabancısı olmadığı bir âleme, daha doğrusu yıllarca arayıp bulamadığı bir âleme; “Ebedî âlem, Allah’ın emri, O’nu sevmek, O’nun rızası için çalışmak, Peygamberin izinden gitmek…” gibi şeyleri arkadaşı okuyup anlattıkça, bunların her biri bir anahtar olup, bir büyük sarayın kapılarını açıyordu. Her oda, her türlü tasvirin dışında süslü ve kıymetliydi.
Ruhu, bir kelebek gibi uçmaktan vazgeçip, yemyeşil bir bahçeye konmuştu ve bahçıvanını bulmuştu.
Gönlünde vahalar açılıyor, seraplar yerini hakikate terk ediyordu. Diyor ki:
— Binler çeşit hayvanatı ve binler çeşit nebatatı nasıl bir tesadüfün eline bırakabiliriz? Nasıl bu büyük ve sağlam nizamın nâzımını inkâr edebiliriz? Denizanasından balinaya; çayır otundan çınara kadar her şeyin hakkını veren ve her şeyi asırlar boyunca bir nispet dâhilinde besleyen, büyüten ve öldüren o Kudreti Mutlak’ı nasıl bilmezlikten gelebiliriz? Her harfin bir kâtibi varken, bir ağacı destan gibi yaratıp, dallarını mısra, yapraklarını hece ve çekirdeklerini nokta yapan, her noktada kitabı yeniden yazan, bir Rabbülâlemini yok kabul etmek ne büyük divaneliktir!..
Konuşmalar böyle devam ederken, sanki o, yeryüzünün dışına çıkmış ve kulağını arza dayayıp, dünyanın kalbini dinliyordu:
— Şu nizamın nâzımını nasıl inkâr edebilirsin?
Artık hissettiği nizamın nâzımını aramak ona düşmüştü. Aradıkça kapılar aralanıyor; aralık kapılardan, ebedî saadete giden yollar ve asr-ı saadet hayal meyal görünüyordu. Ruhunun asaleti sebebiyle günahlardan kaçan bu genç, şimdi şuurlu adımlarla Islâm cephesindeki yerini almaya çalışıyordu. Bunun için, en mükemmel asker olmaya, yani Allah’ın emir ve yasaklarına nokta nokta uymaya gayret ediyordu:
—Faiz yasak mı?
-Evet!
-Öyleyse o kapı bana ebediyen kapalı olsun!.. Tebliğ ve itaat!.. Gerisi lâf!..
Mehtaplı gecelerde, yalnız başına oturan ve bir meçhul sevgiliyi, kimsesiz yollarda bekleyen bu baş, şimdi kelime ve cümlelerde sevgilisinin sıfatlarını, arkadaşından aldığı bir kitapta bulmuş ve kendini ona vermişti. Her akşam o kitabı okuyordu. Içine kapanma hâli gitmiş, onun yerine bir gayret gelmişti; konuşuyor, anlatıyor, dinliyordu.
Süratle değişen hayat seyri içinde pek çok hadiseler dolup taştı. Birkaç hafta sonra duydu ki, o mehtaplı gecede, gelip kendisine kitap okuyan arkadaşını tevkif etmişler. Sebebi, kitap bulundurmak ve okumakmış. Bu duruma hayret etti. Sonra, kitabın müellifinin de hapis ve sürgün hayatı yaşadığını öğrendi. Bunlara bir mana veremedi. Bir sürü niçinler, nedenler sıraladı zihninde, hepsi de cevapsız kaldı. Kalktı, şehri dolaştı. Adam yaralamakla nam yapmış bir külhanbeyini gördü. Bu adamın işi yoktu. Şundan bundan aldığı haraçla geçinirdi.
Camına tül perde çekilmiş meyhanenin açık kapısından, içerde içenler görülüyordu. Daha geçen gün iki ahbap kafaları çekip, “Yaparsın, yapamazsın” kabadayılığı yüzünden biri diğerini bıçakla öldürmüştü. “Meyhaneci serbest, bizim kitabın müellifi hapis!.. Acayip” dedi. Genelevde çalışan bir fahişe faytona binmiş, ortada hiçbir şey ve hiçbir mesele yokmuş gibi, şehrin en kalabalık yerlerinde geziyordu. Şu memurun rüşvet yediğini bilmeyen yoktu. Halk, “Onun huyudur, yemeden yapamaz” diyerek yasak olan bir işi tabi-ileştirmişti. “Şu zengin, serhat şehirlerinden kaçak mal getirmiş ve şu binayı da böyle bir kazançla yapmıştı. Şu kulüpte oturanlar, bir kısım devlet memurları değil miydi? Hiç bir zaman suçlu sayılmadan kumar oynuyorlardı. Hem de bu işi koca koca diplomaları ile yapıyorlar. Bu parada çoluk çocuğun hakkı var demeden alıyorlar, yiyorlar sonra kaybeden de rüşvetle açığını kapatıyordu. Şu bayan öğretmen, talebesini saatlerce evinde alıkoymuştu; bir değil, defalarca… Ve o talebe de gururla bize bir şeyler anlatmıştı.”
Her kavmin, her meslek sahibinin, kısacası her zümrenin iyisi de kötüsü de vardı. Biz kötülüklerinden misal verdik, iyilerini siz biliyorsunuz. Kötülerin itibar gördüğü dünyada yaşamak zordu. Başına şiddetli bir ağrı saplandı. Midesi de sancılanıyordu. Bütün bu gördüklerine ve duyduklarına bir mana veremedi. Bu misalleri o kadar çoğaltabilirdi ki, saymakla bitmezdi. Fakat faydası neydi? Baş ağrısı, mide bulantısı mı?
Artık şehri dolaşmaktan vazgeçti. Döndü, eve geldi. Zevcesine:
—Bir çay yapar mısın, demli olsun! dedi.
—Vallahi kusura bakma, misafirim gelecek, pasta hazırlıyorum! diyerek, şuh bir eda ile mutfağa koştu.
İç âleminden bütün dünya habersizdi. O, memleket sathına yayılan kötülüğün revaç bulma sebepleri üzerinde beyin patlatırken, genç hanım, kibar kibar pasta yapmakla meşguldü. Kalktı, kendi eliyle çayını yaptı, bir bardak içti, baş ağrısı için ilâç aldı. Sonra belki bir saat düşüncelere daldı. Akşam yaklaşmış, misafirler de gitmişti. Can sıkıntısı ile kalkıp dışarı çıktı. Arkasından zevcesi konuşuyordu:
— Evde durmaz, bizimle meşgul olmaz. Bir tarla işi tutturdu, onu da yüzüne gözüne bulaştırdı. İnsan azıcık anlayışlı olur.
Annesi:
—Bu oğlanda bir hal var amma, anlayamadım.
—Eline bir kitap geçirmiş, onu okuyalı hareketleri değişti.
—Burada mı o kitap?
—Burada…
—Getir, bakalım ne yazıyor. Hımm, bizim oğlan hoca olacak desene, artık rençberlik tamam!
—Sakal bırakmasını istemem.
Annesi:
— Sakal değil, bıyık bıraksa, yine yolarım. Sonra ne imiş böyle gerici merici işler. Dans etsin, poker oynasın, arada bir içki içsin. Şöyle sarhoş sarhoş gelip, “Anneciğim” diye boynuma sarılsın. Vallahi daha çok hoşlanırım, diye kahkahayı bastı.
Karısı:
—Ben de… Amma dans ederken gönlünü başkasına kaptırır, diye korkuyorum.
-Onun ağzını yırtarım, beni biliyor mu?
-Bravo anne!
-Ooo, kızdırmasın beni, senin üstüne gül koklatmam.
Anne, iyi kötü günler görmüştü. Çile çekip, sefa sürmüştü. Tatlı dilliydi, lâf olsun diye en yakınının arkasından atar tutardı. Edepli edepsiz demez, şakalar da yapardı ve herkesi güldürürdü. Kitap okumamıştı. Fakat arada sırada vaaz dinlemeye gider, anne baba hakkını anlatan vaizlere bayılırdı.
— Hay ağzına sağlık, ne güzel söylüyor, derdi.
Namaz kıldığı da olurdu. Fakat cildi gösteren çorapla namaz kılınamayacağını, kılınırsa bir farzın terk edildiğini bilmezdi. Başını camiye gidince kapatır, sonra da açardı. Ümidin hududu yoktu, “Eh, belki kabul olur, âhiret işini de hallederiz” gibilerden ara sıra ibâdet yapıyordu. Nasreddin Hocanın göle maya atması gibi bir şey!.. Ya tutarsa…
Geline gelince: O, cildini, yâni güzelliğini bir hazine gibi bilmiş ve tuvaletiyle daima onu cilâlamıştı. Herkes tarafından beğenilmesini çok isterdi. Birisi, onu beğendiğini, meselâ güzel giydiğini veya güzel olduğunu söylese, dünyalar onun olurdu. Bu sebepten kocasından çok, komşularını memnun etmeye çalışırdı. Komşular, “Temizsin” dedikçe, o her gün evi silerdi. Yeni yeni pastalar yapmasını başarır, görenlerin, “Ooo, neler de biliyormuş, ne kadar da maharetli imiş…” demelerine bayılır, onlar için yeni sürprizler hazırlardı. Hâlbuki kocasına bir çay demleyecek zamanı yoktu. Kitap dersen, onunla alâkadar değildi. ibâdet etmek için, kaynanasının yaşına gelmeyi bekliyordu. Bu hususta sanki Azrail ile mukavele yapmıştı. ibâdet işinde daha ileri giden olursa, “Sen kalbime bak, kalbime…” der, elini göğsüne vururdu. Fakat kalbini ne kendisi, ne de
başkası bilirdi. Bütün iyiliği muhite uymak ve cenneti satın almak ümidiyle fakirlere para veya eski giyecek vermekten ibaretti. Kalp temizliği ile kap temizliğini müsavi tutuyordu.
Kaynanasına dert yanardı:
—Anne, oğluna bir şey de.
—Ne diyeyim kızım, ne istiyorsun?..
—Benimle gezmeğe çıksın. Çaya, partiye gidelim.
—Kızım kocanın huyunu biliyorsun, o bunları yapmaz, hiç boşuna ümitlenip durma.
—Kâhyaların gelini geniş bir bilezik almış…
—Kolunda kelepçe gibi duruyor. Daha kibarını seçebilirdi. —Nedense benim de hoşuma gitti…
—Sizin kafanızda rüzgâr esiyor…
—Bizim bey geliyor…
Pencereden başını uzatarak:
—Buyursunlar efendim!.. Bugün erkencisin.
—Selâmün aleyküm.
Annesi diğer odaya geçerken; genç kadın alaylı bir tarzda cevap verdi:
— Nasıl diyecektim? Ve bereket ve selâmet, aleyküm selâm. Güldüler…
Genç adam:
— Yavaş yavaş olacak, dedi.
— Bugün erken geldiğine göre zikir mi yapacaksın?
— Bilmem ki…
—Sahi sana “Hoca” diyorlar; senin hocalıkla ne alâkan var?
—Allah, peygamber deyince oldun hoca. Gel gör ki, nerden nereye düşmüşüz!.. Benden hoca olursa, var cemâati tahayyül et!
—Duyduğumuza göre pancar parasını dindarlara vermişsin?..
—Vermek lâzım…
—O parayı oraya vereceğine bana bilezik alsaydın, halı alsaydın, koltuklarımızı yenileseydin daha iyi olmaz mıydı?
—Onları da yaparız.
—Hani nerede? Hadi gidip alalım.
Yandaki odada konuşmalara kulak misafiri olan annesi geldi ve çıkıştı:
—Oğlum, caminin içi dururken dışına haramdır derler; bana bir entari getirmedin, avuçlar dolusu parayı götürüp onun bunun eline verdin. Allah’tan kork!
—Anne sandıklar dolusu entarin var. Fakat istersen yine alırım.
—Ayy, entarim fazlaymış, evlâda bak!.. Kasabın karısı simli entari giymiş, ben giyemem mi?
-Giy.
Annesi kızarak bağırdı:
-Al da giyeyim!
-Hadi gidip alalım.
-Ağzımla istedim, onun kıymeti kaçtı. istemeden alsaydın ya… Hem öyle bin bir zahmetle kazandığın paranı götürüp ona buna verme. Onların evine git, bak neleri var neleri… Aklını başına topla, babanın zenginliği para etmez.
O anda kapıdan içeri giren baba:
-Nedir bu çal çene?..