Gecenin İkinci Rüyası | Leyla İpekçi


Leyla İpekçi, zamanın, yolcunun, yolların, ötekinin, değişimin, değişmeyeni, vicdanın hayata ve ruha izini düşüren yüzlerine bakıyor. Erbilden, İsfahandan, Erivandan, Paris’ten, Konyadan, İskenderiyeden ve birçok farklı iklimden gündelik hayatı kıpırdatan sözlerle, bazen aynı duanın içinde, bazen aynı hikâyenin, aynı acının içinde olduğumuzu sezdiriyor Gecenin İkinci Rüyası. Föy metni; Leylâ İpekçinin; vaktin, yolcunun, yolların, ötekinin, değişimin, değişmeyenin, kalemin, kitabın, eşyanın, vicdanın hayata ve ruha izini düşüren yüzlerine bakmaya çalıştığı yazıları “Gecenin İkinci Yarısı”nda bir araya getirildi. Çoğulcu bir medeniyet olabilmenin kapılarını aralama arzusuyla, birbirimizle konuştuğumuz ve sustuğumuz dillerde anlaşabilmenin üslubunu, hakkaniyetin saldırganlıktan uzak dilinin tonunu bulmayı deniyor. Mücadele ettiğimiz hakikatler adına kurduğumuz dilin bizi başkalarıyla buluşturma imkânlarını geliştirmeye çalışıyor. Erbilden, İsfahandan, Erivandan, Paristen, Saraybosnadan, Konyadan, İskenderiyeden, Rizeden, Medineden, Mogadişudan ve daha birçok farklı iklim ve coğrafyadan gündelik hayatı kıpırdatan esintilere yer veriyor. Bazen aynı duanın içinde, bazen aynı hikâyenin, aynı acının içinde olduğumuzu sezdiriyor.

***

İçindekiler

Zamanın kabukları………………………………………………….7

Vaktin yolları………………………………………………………..10

Çocuk ve sonsuzluk………………………………………………13

Yorgun düşmüş saatler……………………………………………15

‘Neden gidiyorsun?’……………………………………………….17

Aynı yerde başkası olma biçimleri……………………………20

Manevi kek………………………………………………………….23

Sükûna erdiğinde gece……………………………………………26

Gümüş dili…………………………………………………………..29

Hüzün, veda ve yolcular…………………………………………32

Yalnızlık, mutluluk ve çok konuşanlar………………………34

Belleğin arka bahçeleri……………………………………………36

‘Kelime kahraman’…………………………………………………39

Aradaki tek harf…………………………………………………….42

Bizi buluşturan dillerde………………………………………….45

Giyinme odası………………………………………………………48

Harfsiz bir kitabı aralar gibi ……………………………………. 51

‘Kötülük çiçekleri’nin tohumu………………………………..54

Kendine bakamayan göz………………………………………..56

Nurlu yüz …………………………………………………………… 59

Her yerde can var………………………………………………….62

Yeni baharların tohumu …………………………………………. 65

Sarmaşıkların son günü …………………………………………. 68

Erken inen akşamlar………………………………………………71

Perspektif kalktığında…………………………………………….74

Organik mutluluklar peşinde…………………………………..76

‘Bazı çocuklar bıçak içindir’…………………………………….79

Çocukluğun masalı susarsa……………………………………..82

Arzu bebekleri………………………………………………………85

Ömrümüzün dolunay gecesi……………………………………88

Ramazan’da bir sevgili gibi………………………………………91

Yükseliş ve tevazu………………………………………………….94

Göz bebeğinin hakikati………………………………………….97

Alevin şiiri……………………………………………………………99

Örtünmenin metafiziği…………………………………………102

Özgüvene değil kıyamete inanmak ……………………….. 106

Aklı akılla terk etmek ………………………………………….108

Maydonozun ruhu………………………………………………110

‘Yazar, evde çalışıyor’…………………………………………… 113

Dünyadan kopuk dünya vatandaşları…………………….. 116

İnsan yorgunluğu………………………………………………..119

Sanal âlemlerde sabahlarken…………………………………. 122

Televizyonu bırakmak………………………………………….. 124

Vicdan moderatörleri…………………………………………..127

Ölülerimizin özerkliği…………………………………………..130

Bir ‘maneviyat’ olarak şiddet………………………………….133

Diyarbakır cezaeviyle yüzleşmek …………………………… 136

Vicdan müzesine itirazım var…………………………………140

‘Torunların tanıklığında Ahtamar………………………….143

Toprağın sahibi kim, ev nerede?…………………………….. 146

Hama ile Tottenham arası kaç saniye?…………………….. 149

Çay kahve içip neyle savaşıyoruz?………………………….. 152

Otobüs dolusu çocuğa karşı ‘anne!’ ……………………….. 155

Mogadişu’da seher rüzgârı…………………………………….. 158

11 Eylülden iki ay sonra Avrupa kentlerinde …………..166

Çapraz hayatlar………………………………………………….. 182

Balkanlar’ın yaralı kalbi ……………………………………….189

Erbil’in hikâyesinde hepimiz varız………………………….200

Erivan’da sınırlar kalkınca……………………………………..203

Arap baharına daha yıllar var…………………………………208

‘Connecting yayla’ ………………………………………………218

Modern yerellikler, çoğul kimlikler…………………………224

Hatıra dolu konaklar……………………………………………228

Dedemin köyüne ilk gidişim…………………………………231

İnsan tozu………………………………………………………….236

Zamanın kabukları

Yıl sonu. Takvim yaprakları daha hızlı kopuyor. Aylar yeni döngüsüne başlayacak. Biraz durduralım bugünlerde zamanı. Kendimize bakalım. Yankımıza, yansımalarımıza…

Zamanın geçişini beş yıl arayla çekilen iki fotoğrafımda gördüm. Ateş ve Bahçe’ adlı romanım için benimle yapılan söyleşiye yeni görseller gerekmişti. İlk bakışta büyük bir fark yok gibiydi tenimde yer edinen kırışıklıklar ve tortular açısından. Ama gözlerimdeki ifade bambaşkaydı.

Bakışlarımı geri getirmek imkânsızdı artık. Tohum ile meyve arasındaki fark kadar uzundu gözler ile bakışlar arasına sıkışan zaman. Baktım kendime, bir başkası gibi. Ve zamanın geçişini üzerimde taşımanın sorumluluğunu hissettim.

Uzaklarda, ufuk çizgisinde seyretmekte olan bir yelkenli, zamanın geçişiyle ilgili bir şey getirir bazen yakına. Gelecekte devam eden bir zaman aralığına doğru yol almak, sahile çarpıp duran hatıraları da sonraya doğru sürüklüyordur durmadan. Fotoğraftaki görüntümden şimdiki bana dek yaptığım yolculuğu bu yelkenlinin yol alışına benzettim. Yelkenlinin neyi götürdüğünü, hatta neyi taşıdığını anlayabilmek için sahilde kalman gerek. Ama sahilde kalmışsan, el sallamaktan daha fazlasını yapmalısın.

Kendime baktım, gözlerimde yıllanmış aksimi görmek beni şaşırtmadı. Peki sen? Fotoğraftan bana bakan? Görebiliyor musun geçmişin canlı olduğunu ve onu hep ufuk çizgisine doğru beraberimde taşıdığımı? Günlerin sonuna doğru rüzgârda seyreden bir yelkenlinin yalnızlığında ne çok kalabalıklar olduğunu fark ediyor musun?

Sonraya kalan her şey birikiyordur orada. Bütün kimlikler, ideolojiler, ardı arkası kesilmeyen çalıştaylar, demeçler, polemikler iç içe geçiyordur. Aldığımız yaşlar, üst üste yığılan acılar, basit sözlerin bıraktığı iz, her şeyin her şeyle olan ince bağlantıları… Bazı küçük güzel şeyler, varlığını anlamlandırdığın kelimeler… Sende iz bırakan her şeyin biriktiği, sonraya kaldığı o an, zaman kabuk kabuk dökülüyordur. Saatler yoktur artık. An vardır, beyaz bir kuğu gibi açılan… Sonsuzluğa… Tüm vakitleri kucaklar, kapsar, yine de tam olarak tanımlamaya gelmez.

Onun izdüşümü senin vücudunda hakikat bulur. Vicdanında. Uzaktaki yelkenlinin taşıdığı beyazlık, seyyal, uçucu bir yansıma olur vicdanında. Bir çeşit ağırlıktır bu. Yük. Bir nevi bilmek! Bilmenin getirdiği yükümlülük. Bununla var olursun. Bu şuurla. Ve bilmenin karşılığını bulmak, bildiğini tercüme etmek istersin… Saatler yoktur. Vakit vardır. Vicdanında. Kozmik bellekte. Ufuk çizgisi silinip gider.

Ve yelkenli, yeni yılda hala, hep yol almaktadır.

Yol kaldırır sınırları. Bir devam ediş olur hayat. Kâinat. Her şey… Zaman genişler. Zamanın içinde zaman açılır. Yeni dilimlerde, yeni kiplerle kadim bir anı yaşamaktayızdır.

Şimdiki ben, hem fotoğrafta kalıp zamanı bekleyecek olan ben’i barındırıyor, hem de yol alıyor açık denizlere. Beş yıl önceki fotoğrafım, şimdiki ben ile birlikte ilerliyor bu yelkenlide. Yolda olmak, zamanı birliyor aynı anın içinde. Yol, sınırları kaldırıyor. Devasa taşların, sarp kayalıkların, umulmadık yarılmaların, uçurumların yanından dipsiz sulara çıkarıyor şimdiki beni. Yeniden açık denizlere açılacak, kıyısız denizlere. Seninle benim geleceğimiz olacak sonra.

Kıyısız deniz, beyaz yelkenlisini özler. Bilir. Taşımak ister yolcusunu. Tutmak… O kadar tutar ki, durmak gibidir artık yol almak. Kalmak gibidir tüm vakitlere. İç içe geçişiyle yılların, dünyanın hatıraları da öncesiz ve sonrasızdır çünkü. Evvel ve ahirin çiçeklendirdiği o anda ne eski vardır artık ne yeni… Bakıyorum fotoğraftaki görüntüme. Saatler arasında yeni zaman birimleri açılıyor. Genişliyor sonsuzluk. Halka halka açılıyor anlar. Kadim kabartılarda geniş zamanlı bir varlığa dönüşüyoruz. Ve seninle ben, zamanın bekleyenleriyiz. Ufuk çizgisinde yol alan yelkenli ile kıyısız deniz! Uzak bir çölde kuruyana kadar kıvrıla kıvrıla akıp giderken… Her şey bir devam ediş. Ve uzaklarda usulca… Bir beyaz yelkenli…

Vaktin yolları

Günlerdir yoldayım. Doğuya gittikçe erken doğuyor güneş. Başka bir zaman mefhumum yok. Bir masalın içindeyim. Geçmişte ya da bugünde. Anlatılmakta olan bir masalda. Geçip gittiğim, geride bıraktığım her şey, bir gündüz düşüymüş gibi, kendi sihirli âlemini taşıyor beraberinde. Âlem içinde âlemler taşıyor. İçinden geçtikçe kadim damarlarını keşfediyorum. Yaşamsal bir döngünün kıvrımlarında kendi yolumun izini sürüyorum.

Güneşten önce uyanıyor, gideceğim rotayı belirliyor ve yola koyuluyorum. Ben geçtikçe açılıyor yol. Yollara yol olma özelliğini veren benden başkası değil. İnsan şahsi masalını yolda işitiyor en çok. Tabiatın çizgilerinin herhangi bir çehrenin aksine, hiç kırışmadığını fark ediyorsun. Zamansız tabiat. Ne ihtiyarlıyor ne de yorgun düşüyor. Sana şahsi masalını emanet ediyor. Sonsuzluk hissinin sınırını çiziyorsunuz birlikte. Dağlara doğru yükseliyorum bazen. Tepeleri karlı. Yükseldikçe düşüyor ısı. Sulu kar oluyor. İndikçe etrafımda dünyanın en parlak kırmızısından gelincikler, boyası kurumamış gibi duran en taze papatyalar, adını bilmediğim mor, lila, turuncu çiçekler açıyor. Benim bakışıma muhtaç olmayan. Taşa, toprağa, çimene kendini yansıtarak gerçekleştirebilen bu çiçeklere gıpta ediyorum. İddiasız duruşlarındaki o saklı bilinç alçakgönüllü kılacak beni yol boyunca. Aynı bakışın içinde hep birlikte genişliyoruz. Dağ çıkıyorum, dağ iniyorum. Yaşamın özü dağdan geliyor. Kar suları eridikçe en derin vadilerdeki en ıssız kökler onunla ıslanıyor, onunla can suyuna kavuşuyor en uzak filizler. Volkanlar gibi patlayabilir, eriyikleriyle ısınan yaşam bana harlı bir geçmiş, küle dönmüş bir bellek de bırakabilir. Süpürülmesi imkânsız tortularıyla.

Yıldızla bulutu kendi nuruyla görebilen bir dağ da olabilirim yolda. Razı olmanın özgürlüğüyle anlamlandırabilirim varoluşumu. Karanlık gecelere doğru. Korkmadan. Bir yağmur damlasında saklayarak en güzel anılarımı.

Yol üzerinde bir vakit çıkıyor, bir vakit giriyor. Vaktin yolları sınırlı. Yol, ileriye doğru gitmekle yolcunun ölümsüzlüğe ulaşamayacağını imliyor. Yolların da sonu var. Ama sen dön, diyor durmaksızın. Yollar ilerlemek için değil, dönmek içindir. Geriye dönmekten değil buradaki kasıt. Döngüsel bir hakikate varmak. Varoluşuna şükranlarını sunmak için. Her gün yeni baştan.

Topraklandıkça topraktan geldiğini hatırlayan tenine buz gibi dağ suyunun ilk temasıyla diriliyorsun yeniden. Ölüyorsun belki de metaforik olarak. Yüzüne, kollarına, bîtap düşmüş ayaklarına değen suyun kıymeti sana bir kez daha bu vakit çıkmadan rahmete kavuşma arzusu veriyor. Sana yol boyunca emanet edilen nimetlerin bilincine varabilirsin.

Soğmatar’dan Karadut köyüne. Meram bağlarından Harran ovasına. Nemrut’un zirvelerinden fıstık ağaçlarının en yeşiline doğru Halfeti’ye. Türbeler, taştan mezarlar, yeraltı tapınakları, kaya kiliseleri. Taşın binlerce yıllık belleğinde sadece kendisine ait olan izi bırakır yolcu. İlahi balıkları besler kesintisiz zikriyle. Ateşin suya dönüşmesinin imkânları da açılır ateşe yakıt olmaktan vazgeçebilen her yolcuya… İbrahim’i (as) yakmayan ateş, ışığıyla aydınlatır yolları.

İbrahim’in, Üzeyyir’in, Eyyüp’ün, Elyasa’nın (a.s), Tebrizî’nin, Rumî’nin, Hacı Bektaş’ın ve daha nicesinin makamını keşfederken, ay ve güneşi sırtlanmış tanrıçaların da aynı zirveye çıkabildikleri bir yol olduğunu görüyorum. Kırışmış çehreleriyle binlerce yıla bakan tanrıçalar arasında… Rüzgârda dağılıp kaybolabilir de insan. Tarihsiz ve isimsiz bir ölü gibi iki taş parçası da kalabilir senden geriye.

Kıblesine dönen her canlı, nereye dönerse dönsün aynı yüze bakıyor. İşte bundandır ki, insan hep görmek istiyor baktığını. Anlamak, anlamlandırmak istiyor. Bir dağı yarıp taşın iç yüzünde ne olduğunu öğrenmek istiyor. Mermer çıkarıyor bazen taş ocağında. Bazen fosil atıklarda arıyor geleceğinin teminatını. Çıktığın her yol kendine doğru.

Yolda olmak, beni eksiltebilir de, çoğaltabilir de. Değişen her şeydeki değişmez olan. Belki en çok geçip giderken gösteriyor kendini bana. Çünkü her yolcu kendi göz mesafesinden bakıyor yola. Ve gördüğü: Her yolcuya kendi göz mesafesinde.

Çocuk ve sonsuzluk

Dünyanın kalp atışı olarak nitelendirilen bir titreşimi varmış, bilmiyordum. Bu titreşimin hızı daha önceki zamanlarda saniyede 8 iken günümüzde 12’ye yükselmiş. Ve hızla yükselmeye devam ediyormuş. Bizler bir günü 24 saat olarak algılasak da, bu kalp atışları hızlandığı için gün artık neredeyse 16 saate denk geliyormuş. Bu titreşim, saniyede 13 devire çıktığında dünyanın durup ters yönde dönmeye başlayacağı söyleniyormuş.

‘Muş’ diyorum çünkü bu söylentilerin bilimsel dildeki tabirlerini bilmiyorum. Zaten ne kadar doğru olduklarını ölçecek ilmim de yok. Belki yalnızca bir söylentidir vaktin hızlanmış olması! Ama gerçek olduğunu kendimden ölçebildiğim, en azından sadece kendimde gerçek olduğunu bildiğim bir şey var: Saatlerin geçişi hızlandı. Ben yetişemeden, idrak edemeden akıyor zaman.

Geçenlerde küçük bir çocuk, “Teyze!” dedi, “Nereye gidiyor saatler?” Uzun uzun baktım boşluğa… “Bilmem ki…” dedim. Ama yok olmadıkları kesin! Başka bir boyutta, başka bir zaman algısında var olmaya devam ediyorlardır herhalde. Bunun üzerine biraz düşündü, çokbilmiş bir edayla ekledi: “Sonsuzluğa gidiyorlarsa, evet kesinlikle yok olmuyorlardır!”

Somut, çerçeveli ve tanımlı bir sonsuzluk metaforu. Kıyamet olabilir belki, saatlerin sonu, vaktin değil. Dünya hayatının, kâinatın sonu, ebedî hayatın değil. Dünyanın titreşimine uygun olarak bizler de titreşiyorsak eğer, sonsuzluğun bizde vücut bulduğu o sınırlı karşılığı hissediyoruzdur belki de.

Titreşimler saniyede 13 devire çıktığında dünyanın durup ters yönde dönmeye başlayacağı bilgisini bu çocuk benden daha kolay idrak ediyor olmalıydı. Çocukların sonsuzluğa bakışı saatlerle sınırlı değil demek ki!

Yine denilene göre, şu anda güneş sisteminde yaşanılan enerji değişiminin bir nedeni de, yukarıda bahsettiğim bu yüksek enerji alanına giriyor olmamız. Bu yüksek enerjiye geçişin sonucunda DNA spirallerinin kendileri de değişim geçiriyorlar. Şimdiye kadar bildiğimiz iki sarmallı DNA yapısı hızla mutasyona uğruyormuş. Dünyanın kalp atışları hızlandıkça sarmalın 2’den 12’ye çıkacağı tespiti yapılıyor. Dahası, bu enerji emiliminin güneş sistemindeki tüm maddelerin özünü değiştirmesi bekleniyor.

Bunca hız ve değişimin ortasında, birbirimize ve her şeye mutlakmış gibi bakmak nasıl da büyük bir zulüm.

Benim için çözüm, bir başlangıç olduğunu reddetmekten geçiyor. Çocuğun sonsuzluğunu üzerime bu şekilde geçirebilirim. Başlangıç yok. Bir şeyin başlaması için başlama eylemini bilmesi gerekirdi. Beynimizin verdiği emirle hareket etmemiz gibi, ilk varlığın da vücud bulabilmek için önceden bir emre itaat etmesi gerekirdi. ‘Ol’ emrine. ‘Ol’mak eyleminin kast ettiği anlam, önceden zuhur etmiş olmalıydı o halde. Başlangıcın öncesi var evet. Mevcud olmanın da. Anlamın var olması ise harflerin önceden mevcudiyetine delalet. Harflerin ‘Ol’ emrinden önce var olduğunun idrakı, başlangıç noktasını silikleştiriyor. Öncenin de öncesi var çünkü. Akledilebilir her şeyin bir boyutta varolmasından hareketle, mümkün olan her şeyin sonrası var. Sonranın da.

Lineer bir zaman algısı, düz çizgide süregiden bir akıştan bahse-demeyiz. Bir ahir zaman ironisi olarak, kıyamet saati bilinemez ama yakındır, öyle değil mi… Bin sene sonra da yakın olacak. Bir saat sonra da.

Ve ben “Ahir evvelden hayırlıdır.” diyeceğim soran olduğunda.

Yorgun düşmüş saatler

Hepimizin kendimizce bir milat algısı var. Zamanımızın başlangıcı. Bu bazıları için doğum yılı. Kimileri için 2000, yeni milenyum. Eski Yunan ya da Rönesans da kimilerine göre zamanın başlangıcı sayılan dönemler. İstanbul’un fethiyle başlayan yeni çağ. Ya da cumhuriyetin kuruluşu. Kuşkusuz bunlar da olabilir.

Zamanın akışını kronolojik bir eksende algıladığımız sürece, elbette bir başlangıç anı, bir başlangıç noktası olacaktır zamanın. Bunun bir de bitiş noktası olması gerekecektir. Ama bakış açımızı bizi aşan bir zaman algısına ayarlayabilmek, zamanın da ilahî bir niteliği olduğunu hatırlamayı gerektiriyor. Biz yapmadık zamanı. Biz saatleri yaptık. Kendimizi onun akışında bulduk. Tıpkı zamanı onlar sayesinde ölçebileceğimiz güneşle ayı burada, bu dünyada bulduğumuz gibi.

Biz saatleri yaptık evet. Dünya saatlerini. Ölçebileceğimiz, algılayabileceğimiz, içinden geçip gidebileceğimiz anları… Kendimizi saatlere hapsetmeyip zamanı ölçülemez kıldığımızda ne oluyor? İnsandaki zaman duygusunu önemsizleştirmiş mi oluyoruz? Yalnızca dünya gezegeninin değil, kâinatın zamanına ait bir bilgi taşımıyor olsaydık, kâinatın şuuruna varabilir miydik? ‘Evrensel’ zamana ait o bilgiye?

Âlemlerin sayısını bilmiyoruz. Ama kıyamet yalnızca dünyada değil, kâinatta kopacak. Kıyametin içinde saklı zaman. Saniyelerin içinde yorgun düşmüş saatler.

Âlem içindeki âlemleri barındırabilecek denli açık. Tıpkı kalp gibi. ‘İyi cilalanmış’ bir kalbe kâinatın sığması mümkün. Geceleyin uzaya baktığımızda gözbebeğimize milyonlarca ışık yılı uzaklıktaki yıldızların sığabilmesi gibi. Gerçek ile mucize arasındaki, suret ile asıl arasındaki ilişki başka nasıl kurulabilir? İlahî zaman bilgisinden koparırsak zihnimizdeki kelime indeksini?.. Amerika’da yapılan bir araştırmada yetişkin insanın beyninden günde ortalama yüz bin sözcüğün geçtiği belirlenmiş. Beyinden gün içinde geçen sözcüklerin 34 cigabaytlık bir hard diske sığacak kapasitede olduğu söyleniyor. Aynı zamanda beynin daha fazla gelişmeye müsait bir yapısı da var. Kapasitesinin üst sınırı bilinmiyor. O halde, beynin zaman algısının da ucu açık olmalı. İçinde gittikçe genişleyen bir kâinat barındıracak kadar. Kıyamete kadar.

Şimdi kendi ölümümüzle birlikte, aynı anın içinde, saatlerin sonunu bekliyoruz. Kâinat şuurumuz olduğu gibi, kıyamet şuurumuz da var. Onu nasıl beklediğimiz bizi birbirimizden ayırıyor… Hakikatiyle var olanın vücuda gelme serüveninde, saatler, evet, bizim için bir kez daha çalıyor. Mutlu yıllar.

Benzer İçerikler

Operasyon | Selman Kayabaşı | Birazoku

yakutlu

HAMLET-WILLIAM SHAKESPEARE  

yakutlu

Donmuş – Robin Wasserman

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy