“Ahmet Haşim´in ince, zarif, nükteli, sanatlı, işlenmiş, kadife gibi yumuşak ve açılmış çiçekler gibi olgun nesrini methetmek için ne söylense az gelir. Ekseriyetle pek zeki ve bazen de için için alaycı olan bu nesir hakikaten ne güzeldir! Ahmet Haşim bunlarla ´Bize Göre´ hisler ve fikirler yazmıştır…
Hatırlıyorum, Ahmet Haşim, İkdam´da bir ´Bize Göre2 parçasının fikrinden ve kalbinden sızdıra sızdıra bütün yarım gününü geçirecek, akşama doğru bitirir ve imzalardı. En evvel, yazdıklarını birer birer herkese, İkdam´ın her yazarına ve her gelen misafirine okurdu. Hepsinden bir tavsiye, bir fikir, bir his almaya, her yeni okuyuşu üzerine bir tashih daha yapmaya çalışırdı.”
-Abdülhak Şinasi Hisar
İÇİNDEKİLER
Başlangıç / 9
Bir Teşhis / 11
Kürk / 13
Süleyman Nazif’in Mezarı / 15
Hemen Her Sabah / 17
Dergiler / 19
Şehir Dışı / 21
Eleştirmen / 23
Sinema / 25
Çingene / 27
Ahmet Hikmet / 29
Kelimelerin Hayatı / 31
Dilenci / 33
Basit Bir Mesele / 35
Kargalar / 37
Bir Fikir ve Bir Tartışma / 39
Yeni İstanbul / 41
Kutup Faciası / 43
Üslup Hakkında Bir Düşünce / 45
Üstad / 47
Yaz Kokusu / 49
Esnemek / 51
Deniz Kenarında / 53 Leylek / 55 Kırk Derece / 57 Müthiş Bir Böcek / 59 Gece Gezintisi / 61 Ay / 63 Gazi / 65
Bir Faziletin Değeri / 67 Kış / 71
Seyahate Çıkan Adamın Duydukları / 73
İlk İzlenimden Sonra / 75
Yaprak ve Çiçekler İçinde Bir Şehir / 77
Paris Sabahı / 79
Bir Rahibin Nasihati / 81
Hayvanlar Arasında / 85
Paris / 89
Paris Kadını / 93
Sebze Yiyiciler / 95
Neşesiz Paris / 99
Üniversite Şehri / 103
Siegfried / 105
Bir Akşam Sohbeti / 107
Geleceğin Mimarîsi / 111
İkdam, 19 Kasım 1928 / 113
Pislik ve Temizlik / 115
Son Sayfa / 117
Başlangıç
Yeniden hayat bulan İkdam’ın sanat ve edebiyat sütunlarına bakmak vazifesini üzerime almış olmaktan utanıyorum. Bu utanma duygusu, edebiyatı yüz kızartıcı bir uğraş olarak gördüğümden ileri gelmiyor. Zira bilirim ki İngiliz milleti, Hint mülküne sahip olmaktan çok Shakespeare’iyle gurur duyar; bilirim ki İran, zalim bir güneşin yaktığı kısır topraklar üzerinde var olmaktan çok, Hafız-ı Şirazî’nin şiirinde, Behzad’ın resimlerinde ve seccadelerin resimli bahçelerinde yaşıyor; bilirim ki İspanya ne Alphonse’un, ne de Primo de Rivera’nındır, fakat kızıl karanfilli Carmen’in vatanı, ancak Greco ve Cervantes’indir. Hayır, edebiyattan değil, karşısında şimdiden yetersizliğimi hissettiğim okuyucudan utanıyorum.
Gazetecilik ticaret haline geldikten sonra, kendisine “müşteri” ismi verilmesi daha doğru olan okuyucunun hoşuna gitmek gayretiyle gazeteler yavaş yavaş sayfalarından “fikr”in bütün şekillerini süpürüp attılar. Tembelliğe esir olan güzel bir vücudu nasıl her taraftan yağ tabakaları kaplarsa, gazeteler de, bir taraftan yiyecek ve içecek ilanları, diğer taraftan metni kovan resimlerin istilası altında kaldı.
Dünya medyasına göz atılınca anlaşılır ki, zamanımızda mide ve bağırsak; dimağdan, yani düşünce merkezi beyinden daha şerefli birer organ derecesine yükselmişlerdir. Hatta etrafımızda iri göbekli insanların çoğaldığına bakılırsa, birçoklarının şimdi, dimağlarını kafatasından çıkarıp karınlarında taşıdıklarına inanmak gerekiyor.
Dimağ, haysiyetinden bu kadar kaybettikten sonra, hayatî faaliyette insanın filden, karıncadan, leylekten veya zürafadan hiçbir farkı kalmıyor.
Allahım! Her zevki tatmin edecek ve ismi yine “sanat ve edebiyat” olacak olan madeni nasıl bulmalı?
İkdam, 26 Mart 1928
Bir Teşhis
Beş altı seneden beri edebiyatımızın gösterdiği çıplaklık manzarası, bütün fikir adamlarını düşündürse yeridir. Okuyup yazmanın halk arasında yaygınlaşmasına ve buna bağlı olarak okuyucu sayısının çoğalmasına karşılık, edebiyatımızı etkisi altına alan bu soysuzlaşmanın sebepleri hakkında hayli şeyler söylendi. Felce uğrayan maalesef yalnız edebiyatımız değildir. Bu bitkinliğin rengi, gizli bir hastalığın sarılığı gibi, ruh ve hayalin bütün bahçelerine bulaşmakta ve bütün yaprakları, yer yer soldurup kurutmaktadır. Geçen gün Türk Ocağı’nın bayramında, bütün iyi niyetlere rağmen, ihtiyar ve yorgun iki sanatkârın ney ve sazından daha genç ve daha canlı bir şey dinlenilmediğine bakılırsa, musikide de artık sanatkâr neslinin tükenmiş olduğuna inanmak gerekiyor.
Gerçi iyimserliği saflık derecesine vardıran bazı kalem sahipleri, hâlâ kısır çalı fidanları üzerinde taze güller görmekte ısrar etmektedir. Ahmaklığın bu derecesi hakkında fikir beyan etmek ancak tıbbın ilgi alanına girer.
Bahsi dağıtmadan “edebiyat”a dönelim: On, on beş seneden beri aynı nağmeyi geveleyip durduğumuzun açık işaretlerinden biri, okuyucunun yeni eserlere karşı gösterdiği hayretsizlik ve alışkanlıktır. Bu alışkanlık, ancak âdet haline dönüşmüş bir hassasiyetin uysallığı değil midir?
Tepkiler, öfkeler ve kinlerin öne çıktığı bir fikir dünyası içinde, artık yeni hiçbir eserin ortaya çıkamadığına zerre kadar şüphemiz olmamalıdır.
İkdam, 30 Mart 1928
Kürk
Nereden geldiği ve nasıl başladığı meçhul bir kürk modası, İstanbul’un hemen bütün kadın kesimlerine yayıldı.
Bu moda, bildiğimiz kürkü çevirip sırta geçirmek ve kurt veya goril gibi, iri cüsseli bir hayvana benzemek tuhaflığından ibarettir.
Bu moda o kadar yayılmış ki, şimdi kastor mantosu olmayan hanımın, hiç olmazsa kedi veya fare derisinden bir kürkü olması gerekiyor.
Tırnaklarını uzatıp sivrilten ve vücudunu baştan başa tüylü göstermek isteyen kadın, belli ki bir hayvana benzemek için uğraşıyor.
Kadınlarda bu insan şeklinden uzaklaşma arzusunun sebepleri ne olsa gerek?
İkdam, 4 Nisan 1928
Süleyman Nazif’in Mezarı
Süleyman Nazif’in geçen sene öldüğüne dair hiçbirimizin şüphesi yok. Fakat bu hayret verici insanın artık yaşamadığı fikrine alışmak ne kadar zor! Hâlâ, bize bir oyun yapmak için bir tarafta gizlendiğini ve nerde ise bir kapı arkasından sesinin gürleyeceğini zannediyorum. Böyle kudretli bir insanın ölmesi, rüzgârın sonsuza kadar durması gibi imkânsız görünüyor.
Fakat onu tanımış olanların şüphesi ve hayali ne olursa olsun, Süleyman Nazif artık yaşayanların dünyasından uzak, yeraltı âleminin sakinleri arasında bulunuyor. Koca bir değirmeni harekete geçirmeye yetecek gücü, bazen bir tek cümlenin içine sıkıştırmayı bilen o kasırgalar kardeşi; ihtimal, şimdi topraklar altında ya bir zelzele şekline girmiş veyahut, yarın yıldırımlarla oynaşacak koca bir çınar halinde fışkırmaya hazırlanıyor.
Süleyman Nazif’in mezarı hâlâ yapılmamış. Bunu, mezar yapmak için bir kurulun yeni oluşturulduğu haberinden öğreniyoruz. Elli altmış kuruş küçük bir miras bırakmış olan bu büyük Türk edebiyatçısının mezarını bundan sonra da yapmasak pekâlâ olur. Bu gibi aç ölenlerin çürümüş kemiklerine mermerden bir köşk yapmaya kalkışmaktan ne çıkar? Sadaka ile dikeceğimiz iki taş, o tunç lisanın, kendi sahibine yaptığı çınlayan bir mezardan daha güzel ve daha sağlam mı olacak?
İkdam, 5 Nisan 1928
Hemen Her Sabah
Hemen her sabah gazeteyi açınca okuduğumuz şaşırtıcı haberlerden biri: “Filan mahallede, filanın kızı, şu yaşta filan hanım, sevdiği gençle, şu veya bu sebepten evlenemediği için, eline geçirdiği bir şişe tentürdiyodu içmiş veya kendini etraftaki bahçelerden birinin kuyusuna atmış. Zamanında yetişilemediğinden ilh…”
Aşkın yaraladığı bin türlü talihsizler içinde en çok bu hiçe giden kurbanlara acımalı. Çünkü bu zavallılar bilmiyorlar ki, birbiriyle evlenmemesi lazım gelenler varsa onlar da yalnız âşıklardır. Üstadım Gourmont’un dediği gibi aşk ile evliliği karıştırmamalı. Aşk yabanî bir hayvandır. Kanunların dışında, isyan ve ihtilal dağlarında yaşar. Ancak gece karanlıklar basınca gizli yollardan şehre girer ve bahçelerin düzenini, ağaçlı caddelerin kanepelerini alt üst eder. Hükümetler, polis ve jandarmayı ona karşı silahlandırır. Halbuki evlilik, bir şehir kurumu, güvenlik sistemidir. Sirklerde gösteri yapan, dişi sökülmüş, tırnakları eyelenmiş, zararsız aslan; orman canavarına göre ne ise, aşka kıyasla da evlilik odur.
Aşk geçici, evlilik ise süreklidir. Evliliği aşkın devamı zannetmiş nice saf çiftler, üç ay geçmeden hislerin söndüğünü görmüşler ve bir akşam kendilerini karşı karşıya esner bulmaktan hayret etmişlerdir. Aşk değişmeyince ölür.
En eski edebiyattan en yenisine kadar, her dilde, şiirin konusu evli çiftler değil, sevgililerdir. Hayaller ve semboller, hep sevgilinin süzgün gözleri ve karanlık kirpikleri etrafında pervaneler gibi uçuşur. Kahramanları evli çiftler ve konusu evlilik olan hikâyeden daha tatsız ne olabilir?
İkdam, 8 Nisan 1928
Dergiler
Gazete yönetim ofisinde biriken edebiyat dergilerinin yapraklarını karıştırıyorum. Bunlar içinde yaşlıları, gençleri ve henüz yeni yayınlanmaya başlamış olanları var. Fakat kapakları çevrilerek içindekilere göz atılınca, derhal aralarındaki yaş farkları ortan kalkıyor ve hepsi de insana, devamlı bir buruşuk yüzle bakıyor: Aynı şeyleri aynı tarzda söylemek için bu kadar nesillerin birbiri arkasından gelmesine ne gerek vardı!
Bu dergilerin sayfalarını açan okuyucu, sanki yanlışlıkla, harabe bir binanın bodrum kapısını aralamış gibidir: Burun keskin bir çürük kokusu ile kırışıyor ve kulak sanki yeraltında bir ölüyü gömmek ve ağlamak için toplanmış garip bir topluluğun inlemelerinin korkusuyla dikiliyor. Bu keskin koku, hangi leşten geliyor? Şiirden! Bu baykuş feryadını duyuranlar kim? Şairler! Her devrin şairleri!
Bilmem bu anlaşılmaz işi nasıl halletmeli? Bizde şiir söyleyenler içinde hiçbir genç ve sağlıklı insan yok mudur? Bunların hepsi de yaşlı, hasta, verem, kambur, kör ve topal mıdır ki, sesleri yalnız inleme şeklinde çıkıyor? Sevgilileri onları kovuyor, nişanlıları bırakıyor ve su, gece ve mehtap kendilerini durmadan ölüme çağırıyor.
Şiir bu tarzda bir inilti olmakta devam ettikçe şair kelimesi, müthiş bir hastalığın ismi gibi, sağlıklı insanları elbette korku ve iğrenme ile titretecektir.
İkdam, 12 Nisan 1928
Şehir Dışı
Üç dört yıldan beri uzak çiftliğinde, arılar, inekler, keçiler ve tavuklardan oluşan dost bir hayvan çemberi ortasında yaşayan akıllı bir dostumu ziyarete gittim.
Şehirden tamamen uzaklaşan bu dostu, ilk bakışta tanımak zor oldu: Saçları vahşî bir gelişme ile başını sarmış, rengi bakır kırmızılığı almış, dişleri uzamış, ses tonunda çatlamalar belirmişti. Alnında ne hüzünden, ne neşeden eser kalmıştı. Tabiat, dostumu kendine benzetmiş ve onu bir kaya parçasına döndürmüştü.
Tabiatın insana yapacağı en büyük iyilik, şüphe yok ki, vücudu böyle sert bir zırh ve içindeki ruhu da böyle bir çelik parçası haline getirmektir. Şehirlerin sarı derisini kırların kızıl derisine değişmedikçe, güneşin ve toprağın kardeşi olmak mümkün mü?
Derler ki: Aynı ağaçların, aynı tepelerin ve aynı göklerin sonsuz bir tekrarından başka bir şey olmayan kırların huzuru, sırf şairane bir icadın eseridir. Gerçekten, yaşamak becerisindeki yetersizliği yüzünden, şehirde mutlu olamayan şair, yaşadığı çevrenin dışında bir cennet var olabileceğini zannetmiş ve başkalarını da buna inandırmak için, asırlardan beri şiirin gücünden yardım dilemiştir. Bu bakımdan şairin özlediği tabiat, özlediği kırlar; olsa olsa kolayca süt, ekmek, peynir ve bal temin eden bir çiftlik olabilir.
Fakat kır, gerçek kır, sert toprakla, sert insanın boğuştu bir dünyadır.
Eleştirmen
Bir mühendisi, bir şairi, bir doktoru, hatta ismini bile ömrünüzde duymadığınız herhangi bir mesleğe mensup birini, hiç anlamadığınız bir işinden dolayı beğenir gibi oldunuz. O anda bütün yüksek değerler ve üstünlükler sizindir: Hayırseversiniz, zekisiniz, sevimlisiniz, terbiyelisiniz; ilminize, anlayışınıza diyecek yok! Ağzınızdan kaçırıverdiğiniz küçük ve sıradan övgüye karşılık, sırtınıza geçirilen tantanalı altın kaftanı bir an içinde kaybetmemek ve yağmur altında bir çıplak komikliğine düşmemek istiyorsanız, sakın sözünüze en ufak bir tereddüt gölgesi düşürmeyiniz.
İşte rahat yaşamanın sırrı!
Halbuki her fikir tarlasından, topal ve yaralı bir hayvan gibi, sopayla, taşla, tekmeyle uzaklaştırılan eleştirmen, gerçekte, insan zekâsının en etkili hizmetkârlarından biridir. Geleceğe yürüyen kafilenin en başında, ümidin bayraklarını dalgalandıran onun koludur.
Büyük üstadım Gourmont şunu der: Bütün canlı yaratıklar içinde insanı üstün kılan, yeteneklerinin çeşitliliğidir. Hayvanların en zekisi bile sadece bir tek şey yapar. Fakat
onu mükemmel yapar: At, arka ayaklarıyla şampiyon boksörlerin yumruklarından daha mükemmel çifteler atar; arı, kimya fabrikalarına ihtiyaç duymadan bir kimya bilgini dehasıyla balını süzer; örümcek en usta dokumacı gibi boşluğa kurduğu tuzağın tellerini örer. Fakat o kadar!
Halbuki binbir alana dağılmış çalışan insan faaliyetlerinin eserleri, ister istemez eksik ve geçicidir. Hayvan amacına ulaşmış görünüyor, insan ise hâlâ aramakla meşgul.
Herhangi bir sahada insanı artık daha ileriye gitmekten vazgeçmiş görenler, bilmeyerek onu hayvan seviyesine indirmek isteyenlerdir.
Eleştirmen ise, insana ait her yeteneğin hâlâ geliştirilmeye muhtaç olduğunu haykırmakla, her sabah insana hayvan olmadığını hatırlatıyor.
İkdam, 30 Nisan 1928
Sinema
Boş vaktim oldukça sinemaya giderim. Yumuşak bir karanlığa gömülüp, makinenin hışırtısını dinleyerek, vücudumun değil, ruhumun zorlu bir yol üzerinde mola verdiğini hissederim. Karanlık, ölümün bir parçasıdır, onun için dinlendiricidir. Büyük dinlenme, bir karanlık denizine dalıp bir daha ışığa kavuşamamaktan başka nedir?
Sinemanın diğer bir üstünlüğü de olgun yaşın, kafatası içinde bir deste devedikeni gibi sert duran acıtıcı mantığı yerine, çocuk saflığını ve kolayca aldanış kabiliyetini yaşatmasıdır. Rüya âlemi üzerine açılmış sihirli bir pencereye benzeyen beyaz perdede koşuşan, dövüşen, düşen, kalkan şu ahmak şahısların tatsız tuhaflıklarından veya kovboy kapışmalarından veya inanılmaz hırsızlık olaylarından başka türlü keyif almak mümkün olur muydu? İnsan saflığıyla beslenen sinema edebiyatı, henüz değersiz yazarın işidir. Görüntüsü beyaz perde üzerinde kımıldayan şu kirpiğinin her teli bir ok gibi dikilmiş güzel kadının gözünden akan sahte gözyaşları, zevkini ve sağduyusunu şapkası ve bastonuyla birlikte vestiyere bırakmayan adamı, üzüntüden değil, ancak can sıkıntısından ağlatabilir.
Sinema, böyle yormayan masum bir göz eğlencesi olarak kaldıkça, yorgun başlar için ideal bir sığınaktır. Hayattan zevk alamayan ruhu, çocukluk tazeliğine kavuşturan bu karanlıkta, sıradan bir müzik, tatlı bir ninni yerine geçer. Ben, en güzel ve en dinlendirici uykularımı sinemanın, ipek yastıklar gibi başın arkasına yığılan karanlığına borçluyum.
İkdam, 3 Mayıs 1928
Çingene
Dün bahar bayramıydı, yani bayramların en tabiîsi. Papatya, gelincik ve bülbüller içinde, hayattan bir günün acılarını unutmak için, bütün şehir halkının, şen bir kafile halinde döküldükleri yeşil yolları izleyerek, Kâğıthane Deresi’ne indim. Bu hüzünlü ve karanlık vadide baharı görmek hayaliyle, tozlu ve dolaşık yollar üzerinde saatlerce yürümüş ve ter dökmüş olanların -her sene olduğu gibi- bu sene de kendi saflıklarına acı acı gülümsediklerinden şüphe etmiyorum.
Benim Kâğıthane’de aramaya gittiğim ne kuş, ne de çiçekti; sırf çingene görmek ve zurna dinlemek arzusuyla gittim o iki dağ arasına. Çingene, insanın tabiata en yakın kalan cinsidir. Zannedilir ki, bu tunç yüzlü ve şeffaf dişli kır sakinleri, insan şekline girmiş birtakım neşeli ağaçlardır. Çingene bizzat bahardır. Çocukluğumda gördüğüm baharlardan bugün hatıramda kalan hayal; yeşil, kırmızı, sarı şalvarlar giymiş, şarkı söyleyen ve el çırpan bir alay genç kız içinde, tahta zurnasını çalıp, yeşil vadileri uzun uzun inleten genç bir çingenedir.
Heyhat! Dün Kâğıthane Deresi’nde yankılanan, yalnız…