Osmancık | Tarık Buğra | Birazoku


Osmancık, “Tarihin en uzun ömürlü, en büyük devletini kuran irade, şuur ve karakter”in Tarık Buğra’nın yorumuyla romanlaştırılmasıdır. “Ben, yola, bir görüşü veya yorumu savunmak veya aşılamak için çıkmadım. Bunu hiçbir romanımda yapmadım. Sadece konuyu anlamaya ve anlatmaya çalıştım. Anladığım gibi anlatmaya çalıştım.” diyen Tarık Buğra, Osmancık’ı da aynı anlayışla ve “Osmanlı’nın sırrı nedir?” sorusundan yola çıkarak yazdığını söylüyor.

Bu nedenle, romanda Osmanlı Tarihi ile birtakım paralellikler veya zıdlıklar bulunsa da -ki, bunlar önlenemez- karşılaşacağınız, “Ey Osmancık; beğsin. Bundan sonra öfke bize, uysallık sana; güceniklik bize, gönül alma sana; suçlama bizde, katlanma sende; bundan böyle, yanılgı bize, hoşgörmek sana; aciz bize, yardım sana; geçimsizlikler, uyuşmazlıklar, anlaşmazlıklar, çatışmalar bize, adalet sana; kötü göz bize, şom ağız bize haksız yorum bize, bağışlama sana. Ey Osmancık; bundan böyle, bölmek bize, bütünlemek sana; üşengenlik bize, gayret sana; uyuşukluk bize, rahat bize, uyarmak, şevklendirmek, gayretlendirmek sana” gibi sözler, aslında, hiçbir tarih kitabında bulamayacağınız, yalnızca romancı Tarık Buğra’nın, Kayı Boyu’ndan Osmanlı imparatorluğu’na götüren karakteri ve anlayışı ortaya çıkarmak için Ede Balı’ya söylettiği nasihatlardır.

***

BİRİNCİ BÖLÜM

Gün doğmak
için batar

ÖLÜMDÜR bu gelen. Azrâil’in ayak sesleridir işittiği. Biliyor bunu; çoktandır. Ama gene de hazır değildir. Bir burukluk var içinde. Allah’dan nice zamandır, gece, gündüz dudakları kıpır kıpır mehil diliyor.

Son göç’ün, o tek başına çıkılan büyük yolculuğun, bu yalan dünyadan ayrılışın yaklaştığını bahar başlangıcında, badem ağaçlarının çiçeğe durduğu günlerde sezmişti:

– “Oğul, ben öldüğüm vakit, beni Bursa’da, şu Gümüşlü Kubbe’nin altına koy.”

O gün bu gün Allah’dan mehil diliyor: Bursa’ya gömülmek için.

Bursa’ya gömülebileceğini bilmek için.

Bursa’ya gömülebileceğinden emin olmak için.

Allah’dan mehil diliyor; gördüğü ve yaşamakla eşit değerde bir soy, sop ülküsü yaptığı rüyanın gerçekleşeceğine inanmak için!

Ancak o zaman, ancak Bursa alınırsa erebilecektir gönül rahatlığına ve ancak o zaman gülümseyerek; Hoş geldin, hoşnudluk getirdin” diyebilecektir Azrâil’e; çünkü ancak o zaman hazır olabilecektir Münker ile Nekir’e, çünkü ancak o zaman inanacaktır Allah’ın kendisine bağışladığı ömrü, mutluluğu, gücü hak ettiğine, iyi kullandığına, doğru kullandığına!

Dayanılmaz ağrılar çekmektedir. Bitkindir. Kımıldanacak hâli kalmamıştır; ama Deli Dumrul’laşmak hırsıyla sarsılıyor:

“- Beni Bursa’ya gömün.”

Bursa önlerine, Orhan Gazi erlerine işittirmek için ünlemek istemiş, ama sâdece inleyebilmiştir.

Çektiği ağrıların daha fazlası olamazdı. Buna karşılılık hüzün daha da ağdalaşıyor ağdalaşıyor da, o Deli Dumrul’laşmak hırsını körüklüyor ve imkânsızı zorluyor. Başarıyor da:

Yattığı keçenin üzerinde doğrulmuş, ellerini uzatmıştır. Ne kadar da uzundur bu kollar.. Yedi adım ötede, kapının eşiğinde, bir Kelime-yi şehâdet’lik mesafede duran Azrâil’in tırpanına ulaşacak, kapacak ve ikiye bölecek kadar uzun.. ve güçlü.. Öyle sanılabilirdi.

Odada, evde, sokakta, yörede çıt yoktur; yaz bahçeleri bile suskundur.

Derken, Dünya’nın en hızlı nal sesleri!

Sungur dışarı fırlıyor ve göz açıp kapayana kadar da dönüyor;

– “Gözün aydın hânım; Bursa bizimdir.”

Halsiz boyun ona doğru dönüyor. Fersiz gözler -ama şakacı- gülümsüyor: “Gene geç kaldın Sungur” der gibi.

Çünkü daha önce, nal seslerinden almıştır o müjdeyi. Nalların dilinden anlar o. Hep ayni yıllarda hep aynı hızla gitseler, ya da gelseler de nallar sevinmekte midir, dövünmekte, yerinmekte midir, bilir o.

Uzun, kollar dirsekten bükülmüş, çocuk kolları olmuştur. Yaba irisi eller çocuk elleri olmuş, gök yüzüne doğru açılmıştır: Osmancık şükrediyor, duasını okuyor ve hep gülümsüyor artık, eşiğe bakarak. Eşikteki, sanki, Azrâil değil de, az sonra yeniden kavuşacağı, gönül sultânı Malhun Hâtundur.

Osmancık, artık hazırdır, huzurludur, mutludur. Ağrıları dinmiştir. İçindeki burukluk silinip gitmiştir. Kaslarını katılaştıran gerilim çekilmiştir. Duyduğu, artık, büyük ve başarılı seferler sonundaki mutlu yorgunluktur. Rahatça uzanıyor: Dinlenecek, Yar Hisar zaferinin ve bütün zaferlerin, asıl önemlisi, en büyük, en sağlam temeli atmış olmanın yorgunluğunu çıkaracak.. Sanki..? Sanki değil, tıpkı öyle:

İri elâ gözler yumulmuştur. Ama gür kaşları, uzun kirpikleri, sert bıyıkları, kemerli burnu ve köşeli çenesiyle o karayağız yüz gülümsemektedir.

– “Uyudu” diyorlar.

Oysa hatırlamaktadır o:

Bir bir hatırlıyor; dinlediklerini hatırlıyor; gördüklerini hatırlıyor; deliliklerini hatırlıyor; durulup arınışını; büyük yörüngeye oturtuluşunu hatırlıyor; yerleri, olayları, halleri, kişileri hatırlıyor; gerçek doğuşunu hatırlıyor:

Şimdi Uludağ’dan da büyük ve yüklü bir hâtıralar dağıdır Osmancık:

İlkbahar selleri

Çocukluğunda ele avuca sığmazdı. Delikanlılığa yöneldiği yıllarda da kabına sığmıyordu. Derken, “Nerde çalgı, orda kalgı” dönemi başladı: Gücünün, kuvvetinin sahibi değildi; gücü, kuvveti onun sahibiydi. Uzun ve boğum boğum kollarında kılıç, kocaman ellerinde yay, üstünleştikçe üstünleşiyor; asıl önemlisi, bu üstünleşme kendini gösterme tutkusuna kayıyordu: Değil bir meydan okumaya, bir yanbakışa, bir dudak büküşe bile katlanamazdı.

Kavga aradığı görülmemişti; ama en önemsiz aykırılıkları ve aykırı bulduğu davranışları kavga sebebi sanıyor, sayıyordu. Gurur her şeyi idi; gururu için yaşıyordu.

Ve, bu gurur, kişiliğini ispatlama, kabul ettirme hırsını pek andırıyordu; ama belki de, düpedüz, bir kişilik arayışı idi:

Ağaları, Gündüz ve Savcı övülürdü. Onları herkesden çok da Osmancık beğenirdi. Beğenmek bir yana, hayrandı onlara.. bilgilerine ve akıllarına hayrandı. Dengeli davranışlarına, görev şuurlarına, çekip çevirme yeteneklerine ve evliliklerine hayrandı. Bütün başarılarında ve mutluluklarında kendi başarısını ve mutluluğunu görür gibi olurdu; içine bir kerecik olsun kıskançlığın pası düşmemişti. Her şeyden öte, yeğenleri, Bânu Çiçek -ve hele- Bay Koca ve yengeleri Burla Hatun ile Ayna Melek onun gönül ışıklarıydı; uğurlarında yapmayacağı şey yoktu.

Osmancık, çok seyrek de olsa, bazı bazı, kendisinin de bir eşi olsun istemektedir. Bu da, Gündüz ve Savcı ağalarının mutluluklarına özenmekten değil, Bay Koca gibi bir oğul özleminin içini sarıverişindendir.

Ama seyrektir bunlar ve o gurur, o kişiliğini ispatlama hırsı -ya da- o kişiliğini arayış, Osmancığı bütün bu hayranlıklardan, bu özlemden ve aile hayatından çekip almakta, bambaşka alanlara doğru yönlendirmektedir: Osmancık -ne kadar hayran olsa, beğense, sevse de- ağalarına benzemeyen bir kişilik istiyor. Bu dizgin tanımayan istek de onu babası Ertuğrul Beğ Gazi evinden, anası Cankız’dan bile, yeğeni Bay Koca’dan bile ayırıyor, her gün bir parça daha uzaklaştırıyor.

Bu uzaklaşma, ayni zamanda, Kayı Boyu’nun -törelerinden değilse bile- göreneklerinden, alışkanlıklarından, günlük tutum ve davranışlarından adım adım ayrılıştır.

Osmancık buna karşılık, arkadaş canlısı, dost susuzu idi ve, gururu arkadaşlarının ve arkadaş bildiklerinin de sorumluluğunu, kesin olarak üstlenmişdi: davranışları kendisi için ne ise, ne oluyorsa, arkadaşları ve arkadaş bildikleri için de o oluyordu. Bu gururda kendisi ne ise, arkadaşları da ve arkadaş bildikleri de o idi.

Babası, bir yığın öğütten sonra onu kendi haline bıraktı ve öteki oğlu Gündüz’e emek vermeye başladı. Bütün yöreyi ve çevresini şaşırtan bir şey, Osmancık asıl bunu bir gurur meselesi yapması beklenirken, babasının bu kararından -azâd edilmiş gibi- mutlu oldu; keyfince yaşamanın tadını daha çok çıkarmaya başladı:

Gür kirpikleri, kalın kaşları, karayağız teni, ışıldatan gücü, her soydan kızlara çekici geliyordu. Ona gönül veren çoktu. Onun gönlü de, su gibi, bir oyana, bir bu yana meyledip duruyordu.

Ne yapar, ne ederse, herkesin; “Osmancık bu, yapar.. Osmancık değil mi, eder.. Ertuğrul oğlu Osmancık mı? Öyledir o” demeye alıştığı bir dönemde kimsenin beklemediği bir şey oldu ve kader denilen şey, yalnız Osmancık için değil, bütün yöre için, belki de bilinen bilinmeyen, akla gelen gelmeyen daha başka yöreler için bambaşka bir yön tutuverdi: Bu, onun Şeyh Ede Balı ile tanışmasıdır.

*
**

On binlerce koyun, binlerce öküz, inek, at ve onbinlerce insan!

Bu göç Osman’ın bildiği göç değildi; Söğüt’ten kalkıp Domaniç’e konmaya hiç benzemiyordu. Günlerce yürünüyor, mevsimlerce konaklanıyordu. Derya gibi ırmaklar, karı eksilmeyen doruklar, gölge görmemiş çöller, uçsuz bucaksız ovalar geçilmişti. Nice kızlar, nice oğlanlar bu göç boyunca serpilmiş, erginleşmiş, evlenip ana, baba olmuştu. O kadar uzundu bu göç yolu. O kadar uzakta idi Amuderya.

Ve, bu göçün Turgut Alp, Hasan Alp, Saltuk Alp, Aykut Alp, Gazi Abdurrahman, Ak Temür, Kara Mürsel, Kara Tekin, Samsa Çavuş, Şeyh Mahmut, Sülemiş gibi yiğit beğleri vardı.

Kimi rahmete kavuşmuş, kimi sağdır. Sağ kalanların da kiminin eli hâlâ kılıç tutar, kimi iyice kocayıp bir köşeye çekilmiş.

Babasının gazâ yoldaşları idi onlar. Osmancık, o destanlık göçün bazı hikâyelerini onlardan da, babasından da dinlemişti. Ama büyü Ede Balı’da gizliymiş:

*
**

Domaniç temmuzlarından birinde, bir gecedir. Gökte Samanyolu bir sırma kemerdir. Sarı, mavi yıldızlar parıl parıl parıldamaktadır. Yayla serinliği gönüllerde soylu yiğitliklere, hafızalarda büyük olaylara özlem estirmektedir. Korunun eteğindeki düzlükte, Ulupınar’ın çevresinde ateş yakılmıştır. Kuru çam dalları çatırtılarla yanmakta, alevler kimilerinin alınlarını, kimilerinin bir yanaklarını, ya da tüm yüzlerini aydınlatmaktadır. Kimi çocukluktan kurtuldu, kurtulacak; kimi delikanlı, kimi orta yaşlı, kimi kocamış, elli, altmış kişidirler. Rahman’ın sazı susmuş, okuduğu ağıt bitmiştir. Ama ses ve saz henüz soldaki vâdide yankılanır gibidir. Bu yankılarla ve oynak aydınlıklarla birbirleri için ve kendi kendileri için başkalaşır gibi olmuşlardır. Sanki bambaşka bir yerdedirler ve bambaşka yerlerde olmak istemekte, bambaşka yerlerde olmaları gerektiğine inanmaktadırlar. Bu hâl içinde, yaşlıları büyük göç ve eski yurd çekiyor. Gençler de onların yolculuğuna kapılıyor. Fakat Osman’ın istediği bu değildir.

Osmancık, ne olduğunu bilemeden, başka bir şey istiyor; başka sözler istiyor, başka yüzler istiyor, başka hikâyeler istiyor. Ve tedirginleşiyor. Yerinde duramıyor. Usulca kalkıyor. Uzaklaşıyor onlardan ve vâdinin kıyısındaki Sivrikaya’ya gidiyor:

Aşağıda, gecenin dipsizleştirdiği uçurum, karşıda el değmemiş hülyalara açık bir sınırsızlık. Temmuz yıldızları ufku sınırsızlaştırmış.

Osman ufka dalıp gitmiştir.

– “Hey, Osmancık; neler düşünüyorsun?”

Ede Balı’dır bu.

Osman gülümsüyor… Mahzundur gülümseyişi, çünkü Osman hiçbir şey düşünmemektedir ve birden bire, bir şeyler, çok önemli ve çok güzel bir şeyler düşünmüş olmayı arzuluyor; ona ve kendisine, anlatmak için!

İçi elvermiyor, “hiç” demeye;

– “Dünya ne kadar büyük” diyor.

Ve, Amuderya’yı Söğüt’e bağlayan, kızları ergenleştiren, analaştıran yolu düşündüğünü söylüyor.

– “Bir o kadar da Amuderyâ doğusu, Söğüt batısı” diye ekledikten sonra pekiştiriyor:

– “Dünyâ çok büyük.”

Ede Balı da kayaya çıkmış, onun omuz başındaki bir oyuğa oturmuştur. Sesi yumuşacıktır, sesi şefkatle gülümsemektedir:

– “Dünya’yı bize büyük gösteren bizim küçüklüğümüz, oğul. Hırsımız, sabırsızlığımız, bencilliğimiz. Önce bu yüzden küçülüyor, sonra da Dünya’yı çok büyük görüyoruz.”

Osman başını kaldırıyor. Bu sözlere inanmadığı, yıldızların aydınlığında bile bellidir; Ede Balı’nın yumuşacık, hoşgören gülümseyişi de öyle:

– “Bak” diyor; “gökyüzüne bak. Yıldızlar. Say onları. Sayamazsın değil mi? Hey, Osmancık, gökte şu gördüklerinin yüz katı, bin katı daha varmış. Çok büyük dediğin Dünya’da şu gördüklerinin en en küçüğünün yanında tırnak ucu kadar bile kalmazmış.”

Osman şaşırıyor. Aklı yatmıyor. Bir Ede Balı’ya, bir gökyüzüne bakıyor. Sonunda, onun, başta babası, herkesçe övülen bilginliğine ve kişiliğine karşı duyduğu saygı ağır basıyor; inanıyor; Dünya’yı, bu yeni bilgisine göre anlamaya çalışıyor. Fakat sonuç değişmiyor:

Amuderya ile Söğüt arasına doğumlar, ölümler, mevsimler sığdıktan sonra, Dünya yıldızlara göre tırnak ucundan da küçük olsa ona ne?

Başını inatçı inatçı sallıyor:

– “Dünya çok büyük.”

Ede Balı’nın gülümseyişi, aynı sevgi ve hoşgörü ile hep sesindedir:

– “Anlamadın” diyor.

Anlatıyor da… Yorulmadan ve Osman’ınkini bastıran bir inatIa… Kimi sözleri, ayrı ayrı yapılarla tekrarlıya tekrarlıya:

Doğru, Dünya büyüktür… Çok, çok büyüktür; hattâ Osman’ın kurabildiğinden de çok büyüktür. Fakat bir ömür için, tek insan içindir bu büyüklük. Bir soy için değil; bir soyun benimseyeceği, bir soya benimsetilecek bir amaç, bir ülkü için değil!

Ve, Dünya’nın böyle amaçlara, böyle ülkülere açık olduğu, böyle amaçlar ve ülküler için küçüldüğü dönemler vardır.

Ve, Dünya böyle bir dönemdedir.

Ve, Dünya öyle bir soy, öyle bir ülkü beklemektedir.

Ve, Dünya’ya tekliğinden arınmış, soyu ve ülküsü ile özdeşleşmiş, soyunu ülkü ile özdeşleştirmiş biri gerektir.

Ede Balı, sanki, ruh olup uçmuştur; sanki, artık o yanı başında değildir; var olan, sâdece, bir sestir; sesleşen bir gönüldür ve o da, Osman’ın beynindedir:

İnsan tek olmadığını anlamamış, anlayamamışsa ve anlayamıyorsa, Dünya, gerçekten de, çok, çok büyüktür; çünkü insan, zamana ve mekâna göre çok, çok küçüktür ha var, ha yoktur.

Ve, öyle insanlar umutsuzdur, umutsuzluk delisidir; güçlerini, kuvvetlerini, yeteneklerini, bahtlarını har vurup harman savurur.

Ve, öyle insanlar, yatsıda doğar, sabah ezanı okunmadan, şafak sökmeden ölür.

*
**

Sözün tam burasında, ses Osman’dan ayrılıyor, yeniden Ede Balı oluyor: Ede Balı Osman’ı uyandırmaya, uyarmaya koyuluyor:

– “Öyle insanlar için, Dünya, elbet, akla sığmayacak kadar büyüktür ve… daha öteleri ko bir yana… Bursa’yı bile geç, Karaca Hisar dahi, öyle insanlar için, şu gördüğün yıldızların en yakınından da uzaktır.”

Ama Osman henüz uyanmamış ve ne değişmiş, ne de kendisi olabilmiştir. Bunun olması için sesin tam Ede Balı olması ve dalgınlık sisinin gözlerinden çekilip Ede Balı’yı görmesi gerekmektedir. Yapıyor Ede Balı bunu.

– “Sen onlardansın.”

Osman, işte bu paylayan sesle Osmancıklaşıyor; öfkeleniveriyor. Fakat karşı hamle daha atiktir ve pervâsızdır:

– “Öfkenle avunuyorsun. Gücünü, kuvvetini öfkelerinle avutuyor, çürütüyorsun. Rum güzellerinin Kara Osman diye cilvelenişleri, Rum ve Germiyan delikanlılarının senden korkuları yetiyor sana. Ömrünü harcıyorsun; Allah’ın emânetine ihanet ediyorsun. Sokakta, pazarda, düğünde, dernekte, avda, seyranda bir lâf atışması, hoşuna gitmeyen bir davranış olmaya görsün, tokadın, sillen, kılıcın, kaman hazır. Üç beş Rum, birkaç Germiyanlı tepeledin, yahut kaçırdın mı, yiğitsin gayrı… İşin tamam, için rahat. Çürüyorsun oysa.”

Osman başını kaldırmış bakıyor. Öfke sendelemekte, yalpalamaktadır; ne yapacağını, ne diyeceğini bir türlü bulamıyor. Ve, Ede Balı’yı, yıldızların isimsiz aydınlığında, hiçbir günün, hiçbir vaktinde görmediği kadar görüyor: Ede Balı’yı görüyor; ama gördüğü kimdir, hattâ nedir, bilemiyor:

O, sanki, babası Ertuğrul’dur. Yok ama, babası değil, babasından ve babasının gaza yoldaşlarından dinlediği, dedesi Süleyman Şah’dır; dedesinin babası Kaya Alp’dır ve birbirlerinin babası, Kızıl Buğa’dır, Bayıntur’dur, Aykuluk’tur. Doğan’dır; kısacası Yâfes’den Nuh’a kadar bütün ceddidir, der Ede Balı. Bütün ceddi, bu, yıldızların aydınlattığındadır. Ve, bütün yörede çık yoktur; bütün yöre ve Osman sâdece bu sese kalmıştır:

“Hey Osmancık, yiğit yiğit, tek yiğit öfkesini yenendir; gücünü, kuvvetini, gönlünü, başını öfkesinden arındırandır; benliğinden sıyrılan kuldur.”

Ve susuyor; artık konuşmayacakmış gibi, yokmuş gibi. Gerçekten de. Ede Balı artık orada değildir ve sanki, orada değildi; Osman’ın omuzbaşındaki bir gölge idi de onu düşüren ışık sönüvermişti; gölge yıldızların ötesine kaymıştı… sanki.

Şimdi, aşağıdan, dipsiz karanlığın altından uğultular gelmektedir. Ardındaki çamlık uğuldamaktadır. Ulupınar’ın yanındaki alevleri artık yoktur; o alevlerin aydınlat-

Benzer İçerikler

BİTİK ADAM -THOMAS BERNHARD

yakutlu

Beria | Cenk Çalışır | Birazoku

yakutlu

Kara Güneş

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy