“Çok uzaklarda bir yerlerde ise bir kadın yüzünde büyük bir mutlulukla yatıyordu. İpek dantellerin arasında uzanmıştı, yanında bir kundağa sımsıkı sarılmış bir bebek vardı. Bebek pespembeydi, büyük bir mutluluk içinde uyuyordu. Anne titrek parmaklarıyla bebeğinin saçlarını okşuyordu. Sonra kapı açıldı ve içeriye kocası girdi. Onu görünce anne yatağın içinde toparlandı ve; “Bir oğlunuz oldu efendimiz,” dedi. Adamın yüzünde de büyük bir mutluluk vardı; karısının boynuna bir inci gerdanlık taktıktan sonra uzandı oğlunu kucağına aldı. Onu öptü. “Ne kadar minik değil mi?” dedi. Sesinde mutluluk vardı.”
Türkiye’nin en iyi tarihi kurgu yazarlarından Muammer Yüksel’in Cennet romanıyla başladığı triloji Gaip ile devam ediyor.
1186.
Papa III. Urbanus ölüm döşeğinde…
Cennetin keşfi için gönderdiği şövalyeleri geri dönmediler.
CENNET roman trilojisinin bu ikinci cildinde, daha önce Seher’de bulunan emanet kitap, ait olduğu kişilere verilmek üzere Pierre Blois’nın ellerindedir.
Kitap yıllar içinde unutulacaktır. Ta ki tapınağın rahipleri tarafından bulunana kadar…
Bulunan gerçek kitap sırlarıyla birlikte Botticelli’ye teslim edilmiştir.
Tapınağın büyük üstadının isteğiyle papalık arşivindeki kitabı kopyalamaktadırlar.
Ancak bu kitap gerçek değildir; bunu ikisi bilmemektedir.
Kopyaladıkları, III. Urbanus tarafından oraya konan sahte kitaptır.
Ancak kitabı yoklamak için gelen Seher’in ruhunun neden olduğu korku nedeniyle sonuçlarını düşünmeden kitabı çalarak oradan uzaklaşır.
İkisi birlikte Botticelli’nin yanına giderler. Botticelli onlara elindeki gerçek olan kitaptan söz eder. Bu artık eyleme geçmeleri için bir uyarıdır.
Ancak Mario ve George engizisyon rahipleri tarafından öldürülürler.
Alessandro ise finans bulmak için kitabı Saksonya Dükü Frederick’e gönderir, yolda kitap Osmanlı atlıları tarafından çalınır ve sultan III. Beyazıt’a hediye edilir.
Alessandro di Mariano Filipepi’den sonra Leonardo da Vinci büyük üstat olur.
Ölüm konusunda araştırmalar yapmaktadır.
***
1
Balian içinin yırtıldığını hissetti; sanki görünmez bir el göğsüne sokulmuş, oradan yüreğine ulaşmış ve onu parmaklarıyla sıkmaya baş-lamıştı. Nefes alamıyordu; kalbi bir kuş gibi çırpınmasına karşın faaliyet gösteremiyordu.
Gautier dizlerinin üzerine düştü. Elini Seher’e uzatmıştı; onun kendisine yardım edeceğini düşünüyordu ama Seher onun için dostlarını düşmana satan birisiydi; ona güvenenler kılıçtan geçirilirken o mutlu mesut geriye kaykılıp akan kanları seyrediyordu. Elleri yakasına gitti; giysisinin önünü açıp nefes almaya çabaladı.
“Tanrım,” diye inledi Bahaeddin; karanlığın içine doğru çekil-diğini hissetti. Aynı anda eli belindeki kılıca gitti ve nasıl olduğunu bilmeden kılıcı çekti; sonra büyük bir hızla boynuna vurdu, çekti. Keskin çelik etin içine büyük bir arzuya girdi, yana doğru çekildiğinde o etin içinden ardında kandan bir iz bırakarak geçti; kanlar fışkırdı bir anda; şah damarından tüm bedenin kanı çevreye saçıldı. Korkusu acıyla bütünleşti Bahaeddin’in.
Aynı anda Gautier dizlerinin üzerindeyken kılıcını çekip, karnına sapladı. Boğazından çıkan çığlık mağaranın duvarlarında yankılandı. O büyük acıyı hissettirdi et ruha; ruha özgürlüğe kavuşmasının bedelinin bu büyük acı olduğunu iletmek istiyordu. Yapılanın akdedilene aykırı olduğunu, tanrının bunu yasakladığını belirtiyordu sanki. Ama ilk hareket yapılmıştı, bundan sonrası için geriye dönüş yoktu. Ölüm ya hızlı ya da yavaş yavaş ve acı dolu olacaktı. Hızlı ve acılı olan yeğlenendi. Gautier her zaman yaptığı gibi (kılıcın düşmanının içinde her şeyi parçalamasını istediğinde yapardı, yaranın öldürücü olması içindi bu hareketi) kılıcını içinde sağa sola kaydırdı. Karnının derinliklerinde bir şeylerin parçalandığını hissetti; içinden bir şeyler koptu.
Balian kılıcını çekti ve kılıcı boğazının altına dayadı; sonra ani bir hareketle kılıcı yukarıya doğru, kafa kaidesinden içeriye girecek şekilde sapladı. Büyük acısı gözlerinin açılmasına neden oldu; sonra o açılan gözlerle birlikte dudaklarından bir şeyler söylemek arzusu şekil-lendi sanki ama her şey büyük bir sessizlik içinde sonlanıverdi. Dizlerinin üzerine düştü; düşerken kılıç yere çarptı ve kafasının arkasından dışarı çıktı. Balian öylece yerde titreyerek kalakaldı.
İlk Bahaeddin’in ruhu bedenin tutsaklığından sıyrıldı. Her bir hücreden, her bir parçadan bir ruh çıktı; usul usul çıkıyordu; sanki bir tül gibiydi, akışkandı, şeffaftı; yürek gibi atıyordu, her bir atım çağlayanın kaynağından yeni bir dalganın gelmesine neden oluyordu. Bunun ardından Balian’ın bedeni ruhu serbest bıraktı. Aynı dalgalarla şeffaf bir örtü bedenden dışarı taştı. Gautier onlara baktı; yerde dizleri üzerindeydi ve hâlâ öylece duruyordu. Canının çekildiğini, gözlerinin karardığını his-sediyordu ama oradaydı ve hâlâ canlıydı. Bahaeddin ve Balian’ın ruhlarının ileriye doğru aktıklarını gördü. İşte o an yana doğru kaykıldı, ağzından kan akmaya başladı. “Bırak beni!” diye inledi bedenine. Sesi öylesine güç çıktı ki, anlaşılması mümkün değildi.
2
Bir çocuk çığlık attı; ebe kadının kanlı ellerinde havaya kaldı-rıldı. Sonra kadın onu anneye bağlayan kordonu kesti. Kenardaki ılık suda bebeği yıkaması için diğer kadına verdi. Bir oğlan çocuğuydu bu. “Oğlun oldu,” dedi, “gözün aydın.”
“Allah razı olsun,” dedi anne; büyük acısının bitmiş olmasına seviniyordu. Az önce bebeğin çıktığı organının içinden kordon sallanı-yordu. Garip bir utanç içinde bacaklarını kapatmaya niyetlendiğinde ebe kadın onun bacaklarını tuttu. “Daha çıkması gereken bir eş var.” Bu arada kordonu eliyle usulca çekiyordu, serbestlenip serbestlenmediğine bakıyor-du.
Bir başka çocuk toprağın üzerinde yatıyordu. Çığlıklar atarak ağlıyordu; kolları büyük bir öfkeyle kasılmıştı. Çenesi ağlarken titriyordu. Annesi iri yarı bir zenci kadındı. Toprağa çömelmiş, bebeğini doğurmuş, şimdi onun göbek bağını elindeki eski bıçakla kesiyordu. Kadın gökte parlayan güneşe bakıp bir oğlu olduğuna sevinemedi; açtılar ve bir boğaz daha yemek isteyecekti. Orada biraz daha bekledi; çocuğun eşinin içinden çıkması için bekliyordu. Bir zaman sonra eş içinden düşer gibi çıktığında organını giysisinin iç tarafına silip ayağa kalktı. Çocuğunu kucağına aldı. Onu örtüsüne sardı ve yürümeye başladı.
Daha başka bir çocuk, kız bebek, annesinin memesini emdikten kısa bir zaman sonra Paris’te üzerine bir not yazıldıktan sonra kilisenin kapısına bırakılıyordu. Annesi zayıf incecik bir kadındı. Çaresizdi, çocuğuna bakabilme şansı yoktu. Öksürükler içinde gerisin geriye kaçtı. Çocuğuna yapabileceğinin en iyisini yapmıştı; onu bir kez olsun emzir-mişti; kanaması kesildiğinde yeniden erkeklerle birlikte olmaya başla-yabilecekti. Ama o zamana kadar yiyecek bir şeyler bulması gerekliydi. Ama bilmediği bir şey vardı; onun kilisenin kapısına bıraktığı bebeğin kundağını aç köpekler kurcalamaya başlamıştı.
Çok uzaklarda bir yerlerde ise bir kadın yüzünde büyük bir mutlulukla yatıyordu. İpek dantellerin arasında uzanmıştı, yanında bir kundağa sımsıkı sarılmış bir bebek vardı. Bebek pespembeydi, büyük bir mutluluk içinde uyuyordu. Anne titrek parmaklarıyla bebeğinin saçlarını okşuyordu. Sonra kapı açıldı ve içeriye kocası girdi. Onu görünce anne yatağın içinde toparlandı ve; “Bir oğlunuz oldu efendimiz,” dedi. Adamın yüzünde de büyük bir mutluluk vardı; karısının boynuna bir inci gerdanlık taktıktan sonra uzandı oğlunu kucağına aldı. Onu öptü. “Ne kadar minik değil mi?” dedi. Sesinde mutluluk vardı.
BİR
Emanet
1
1186 yılının sonbaharında Verona’da gün artık akşama dönüyordu; usul bir esintinin eşliğinde tüm kent gecenin karanlığına hazırlanıyordu. İşte bu kentte görkemli binanın bir odasında, perdeleri sonuna kadar açık olmasına karşın güneşin ışıkları artık bu mekanda daha fazla kalmak istemediğinden, onların yerini eriyip akmaya yüz tutmuş mumlar üstlenmeye çabalıyordu. Zaman zaman aralık pencerelerden sızan bir esinti mumların alevinin titrek gölge oyunlarına neden oluyordu.
Mumlar odanın ortasındaki yatağın çevresinde yoğunlaşmıştı. Orada yatan yaşlı adamı geceyle birlikte gelecek karanlıklardan korumak amacıyla sıralanmışlardı. Yatakta yatan yaşlı adam ağır hastaydı; kolunu bile kaldıracak gücü yoktu. Kirli gri yeşil teni, şişmiş yüzü, seyrelmiş saçları, nefes alıp verirken titreyen avurtları onun ölüme ne kadar yakın olduğunu gösteriyordu. Her nefes alışında yüzü kasılıyor ve derin bir inilti çıkıyordu; bedeni bu nefesi kabul etmekte zorlanıyordu. Ölüm bazen ne kadar geç geliyordu…
Odanın kapısı açıldı; mumların ışığı bir an söner gibi ol-du. O ana kadar sessiz bir gölge gibi, ölüm döşeğindeki adamın yanında hareketsiz duran ve en az onun kadar yaşlı olan kardinal başını açılan kapıdan yöne çevirdi.
İçeriye eteklerinde işlemeleri olan peleriniyle genç bir adam girdi. Bir an kapının kenarında durdu. Sonra çok usul bir sesle; “Nasıl?” diye sordu.
Yatağın kenarında bekleyen yaşlı adam başını olumsuz anlamda iki yana salladı. “Üç gündür bu halde.” Sonra ekledi: “Sizi çağırmamızı istedi.” Sonra usulca yerinden kalktı; yataktaki adamın kulağına eğilerek; “Efendimiz,” dedi, “Pierre Blois geldi.”
Ölüm döşeğindeki adam zorlanmış nefeslerinin arasında onun söylediklerini duymadı.
Kardinal sözlerini tekrar etti: “Efendimiz siz Pierre Blois’nın gelmesini istemiştiniz o şimdi burada. Efendimiz.” Onun omzuna dokundu. Usulca sarstı.
Yaşlı adam ölümün donukluğuna sahip gözlerini açtı. Bir an bulunduğu mekanı tanımak için çaba gösterdi; çok uzaklardan gelmişti, bulunduğu yeri tanımıyor gibiydi. Ona bakan Pierre Blois, gözlerinin parlaklığının kaybolduğunu fark etti; bu bir insanın ölüme yaklaştığının en kesin bulgusuydu onun için.
Bu adam papa III. Urbanus’tu.
Mekan ve zaman bağlantısı kurulduğunda parlaklığı kaybolmuş gözlerindeki boş bakış yerini büyük bir acıya bıraktı; kırışıklarla dolu yüzüne çaresiz bir ifade eklendi. Soluk almaya çabaladı ama başaramadı. Şiş karnı, soluk alamayan ciğerleriyle o kadar çaresizdi ki. Dudaklarından dökülen; “Kutsal babamız,” sözcükleri güçlükle anlaşıldı.
Balian ve hakikat hafızı olan kadının yanından ayrılma-sından bu yana 2 ay geçmişti. Onlardan bir haber gelmemişti. Hep onların başardığını duymayı dilemişti, dualarında beklentilerinin gerçek olması için yalvarmıştı. İnsanların karşısına çıkıp onları cennetin ebedi mutluluğuna götürecek yolun müjdesini vermek istiyordu. Gidenler gelmeliydi; hem de iyi haberle gelmeliydi. Son bir an, son bir soluk, bir nebze olsun bacaklarına derman ve insanların karşısında onlara bu büyük müjdeyi vermek… Ama artık biliyordu ki bu ona nasip olmaya-caktı. İnsanlara içinde bulundukları büyük çaresizlikten kurtuluş yolunu söylemek onun kaderinde yoktu. Ama ölümü yakındı, her şey onun için çok kısa bir zaman sonra aşikar olacaktı; görevlendirdiği kişilerin haberlerini bile almadan ölüm denen mutlak gerçeği tadacak ve mutlakıyeti öğrenmiş olacaktı. Kutsal babasının yanına daha erken varacaktı.
Bunlar kafasının içinden geçtiğinde biraz daha to-parlandı Urbanus. Çünkü ölüm döşeğinde bile yapması gerekenler vardı. Boğuk bir sesle; “Geldin mi Pierre?” diye sordu.
Pierre; “Evet efendimiz,” diyerek onun yanına seğirtti.
Urbanus elinin uzatıp onun elini tuttu; Pierre’in elini öp-mek için davranan dudaklarına direnmedi, onun dudaklarının hürmet dolu temasını elinin üzerinde hissettikten sonra onun yatağının kenarına oturmasını istedi.
Bu adama güvenebilir miydi? Ama güvenebileceği başka kim vardı ki? Ölümünü bekleyen akbabalar sürüsüne nasıl inanabilirdi? Pierre’in yüzüne baktı. Onun gözlerindeki derin itaati gördü; onun aldığı emirlere uyacağını düşündü. O sadece bir emanetçi olmayacak mıydı? Muhteviyatını bilmediği, bilmesinin gerekmediği bir emaneti saklayacaktı ve zamanı geldiğinde geri dönmesini yürekten beklediği adama iletecekti.
Pierre onun yatağının kenarında otururken zaman durmuş gibiydi, papa hazretlerinin sadık bir hizmetkârı olarak söyleyeceklerini duymak için bekliyordu.
Ama Urbanus puslu gözleriyle ona bakmaya devam edi-yordu. Pierre’e güvenmekten başka çaresi olabilir miydi? Hayır!..
Pierre onun yüzünü izliyordu. Güçlü, kudretli bir adamın ölüm döşeğinde bu kadar aciz olmasının yaşamın en büyük laneti olduğunu düşündü. Urbanus’un yüzüne bakarken onun gözlerinin usulca kapandığını gördü. O kadar yorgundu ki…
Pierre usul bir sesle konuştu: “Efendimiz beni istetmişsiniz!..”
Urbanus’un takatsizlikten kapanan gözleri bu kez daha çabuk açıldı. Pierre’i karşısında görmek yüzünde silik bir mutluluk ifadesinin oluşmasına neden oldu. Ona güvenebilirdi. O iyi bir hizmetkârdı.
Urbanus başını iki yana sallarken boğuk ses konuştu: “Çok ağırdan davranıyor,” dedi.
Pierre sessiz kaldı. Bir an efendisinin neden söz ettiğini anlayamadı. “Kim efendimiz?”
“Ölüm,” diye mırıldandı. “Bir türlü gelmiyor.”
Pierre ölüm döşeğindeki birinin neyin acele etmesini is-teyeceğini o an anladı. Ağırdan davranan ölüm meleğinden başka kimse değildi. Çünkü acılar ölümle sonlanacaktı. Ve o acımasız melek bazen o kadar ağırdan davranıyordu ki. Avını eline geçirmişti ve bu son anda kişinin çektiği acılardan mutlu olur gibi bekliyordu. Tek bir soluk olup yok olmak arzu edilen değil miydi?
Urbanus devam etti: “Yaşananların karşılıksız olmadığını biliyorum. Bir sebebinin olduğunu biliyorum. Son anda, belki son nefesimde müjdeyi alacağımı düşünüyorum.”
Pierre avucundaki şişmiş, boğumları kaybolmuş eli sım-sıkı tuttu. Söylenenlerin ne anlama geldiğini tam olarak anlaya-madı bu kez. Beklenen müjdenin ne olduğunu bilmiyordu. Efen-disinin elini okşadı usulca. Pierre’in bu teması yaşlı parmakların titreyerek kendisine cevap vermesine neden oldu. Son bir dokunuşun arzusuyla parmaklar genç tende gezindi. Pierre, Urbanus için yaşamı temsil ediyordu; eğer son anında beklediği müjde kendisine iletilmeyecek olursa bu adam Urbanus’un arzusunu gerçekleştirecek olan kişiydi. Urbanus elini genç adamın yüzüne uzattı. Pierre kendisine uzanan ele yüzünü yaklaştırdı ve parmakların yüzünde dolaşmasına izin verdi. Yüzündeki o temas çok farklıydı artık. Bu canını acıtan bir düşünceydi. Efendisi ölüme yaklaşıyordu; bu temas beklemediği bir temastı. Pierre’in gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Onları silmek aklına bile gelmedi. Yüzündeki eli avucuyla sımsıkı kavradı, tenine bastırdı.
“Ağlama,” dedi Urbanus. Elini çekti, yatağa bıra-kıverdi. “Ağlaması gereken belki benim. Belki başaramadım.”
“Hayır efendimiz,” dedi Pierre, “siz…” Sözcük bulmaya çabalıyordu. “Siz… bir öncüsünüz. Yaptıklarınızı kimse yapamazdı.”
Yorgun yüzde silik bir gülümseme belirdi ve kayboldu. Ölüm döşeğindeki baş yorgun bir biçimde iki yana sallandı. “Bir şey yapamadım halen. Kutsal topraklardaki başarısızlığın bile nedeninin ben olduğumu düşünenlerin varlığını kim inkar edebilir?” Çok uzun bir cümleydi bu onun için, soluksuz kalmıştı. Soluğunun düzelmesi için bir an bekledi, sonra yeniden konuştu: “Onlar ne düşünürse düşünsün, tanrının sırlarının ve zenginliğinin yanında kaybedilenlerin ne anlamı olabilir ki?” Derin bir soluk aldı; canı acıyor gibiydi. “Bana kısmet olmadı ama; olmayacak gibi… Ömrüm vefa etmeyecek. Ruh kaçtı benden. İçimdeki ses bunu söylüyor. Onu ya-kalayamadım ve artık yakalayabilmem de mümkün değil.”
Pierre cevap vermeden onu izledi.
“Senin saklamanı istediğim bir şey var; onu al,” dedi yaşlı adam. “Ama o senin değil.” Soluklandı yeniden. Ekledi: “Onu bir emanet olarak kabul et. Sakla. Günü geldiğinde onu senden alacaklar.”
“Kimler efendimiz?”
Gözlerini kapattı ve derin bir soluk almaya çalıştı. Solukları yetmiyor gibiydi. Gözleri kapalıyken konuştu. Sesi ne kadar titrek ve yorgundu. “Onlar dönecekler.”
“Ne zaman efendimiz?”
Yaşlı adamın eli güçlükle kalktı. Susması için zorlukla işaret etti ona. Sonra başını yana çevirdi. Titrek eliyle işaret etti. “Orada!” dedi.
Pierre onun gösterdiği yere baktı. Notlar yazılmış kağıt-lardan oluşan yığın duruyordu karşısında. Yerinden kalktı ve kağıt yığının yanına yürüdü. Orada bir deri dosya gördü; deri bir kayışla bağlanmıştı ve düğümün üzerine kırmızı renkli mum dökülmüş, üzeri mühürlenmişti. Papa Urbanus’un mührü vardı üzerinde. Pierre dosyayı aldı.
“Evet o!”
Pierre mührün üzerinde parmaklarını gezdirirken yeniden yatağın kenarına yürüdü. “Aldım efendim.”
Urbanus yeniden gözlerini kapattı.
Bu arada odanın kapısı açıldı. Kardinal hizmetkârlarla birlikte içeriye girdi; adamlar bir tepsi taşıyorlardı ve üzerinde kapaklı bir kase vardı. Kardinal odaya girince onlara baktı. Pierre’in elindeki dosyayı gördü. Yüzündeki ifadede hiçbir deği-şiklik olmadı. Saygı dolu bir ifadeyle geldi yatağın kenarında durdu. “Size tavuk suyuna çorba getirdik efendimiz,” dedi.
Pierre “Size yardım etmeme izin veriniz,” dedi. Elindeki dosyayı yatağın kenarına bıraktı. Urbanus’a yaklaştı. Onun yatakta doğrulmasını sağlamak için omzundan kaldırdı; papa gözlerini açtığında. “Yemek yemeniz gerek efendimiz,” diye konuştu.
Keskin bir soluk çıktı papanın boğazından. “Aç değilim.”
“Yemeniz gerek ama.”
Pierre hizmetkârların yardımıyla efendisinin sırtındaki yastıkları destekledi. Daha dik bir durumda oturmasını sağladı. Hizmetkârlardan biri tepsiyi Urbanus’a yaklaştırdı. Kasenin kapağını açtı; odaya tavuk suyuna yapılmış olan çorbanın kokusu yayıldı. Geniş kaşığı kaseden doldurdu; altındaki damlayı kasenin kenarına sildi ve ölüm yatağındaki papanın ağzına götürdü. İlk lokma titrek dudaklara bulaştı. Urbanus bu lokmayı yuttu. Ama bir sonraki lokma ile tarifsiz bir öksürüğe kapıldı. Yüzü kıpkırmızı oldu öksürürken.
Hizmetkâr geri dönüp kardinale baktı. Kardinal başının olumsuz anlamda iki yana salladı. Hizmetkâr tepsiyi kenara koydu.
Kardinal papanın öksürükleri arasında; “Hiç yemiyor,” dedi Pierre’e.
Pierre başını salladı anladığını belirtmek için.
Papanın öksürüklerinin sonlanmasını beklediler. Zaman geçti. Öksürükler sakinleşti. Urbanus kendisi yatağa bıraktı, hizmetkârları omzunun altındaki yastıkları çektiler. Şimdi güçlü papanın ölüme yaklaşan başı, altındaki kuş tüyü yastıklara gö-mülmüştü. Aklaşmış seyrek saçları o nefes aldıkta usulca titriyordu. Hava daha da kararmıştı ve mumların ışığı onun yüzünde gölgeler oluşturuyordu. Urbanus elini kaldırdı ve hizmetkârlarına kendisini yalnız bırakmalarını işaret etti.
Pierre onun bu isteğini yerine getirmek için yerinden doğruldu. Deri kaplı mühürlü dosyayı da elindeydi.
Dosyayı görünce elini uzattı ona Urbanus; Pierre ona dosyayı uzattı. Papa dosyanın mührü üzerinde parmaklarını dolaştırdı güçsüzce, sonra onu Pierre’e doğru itti. “Onu koru!” dedi.
“Onu koruyacağım efendimiz.”
Urbanus bu seçiminde haklı olmayı diledi yürekten. İn-sanlığın akıbetini ilgilendiren önemli bir bilgiyi içeren dosyayı ona vermek ölüme yaklaştığı bu anda ölümden daha acıydı. Ama öylesine yorgundu ve çaresizdi ki gözleri kapandı ve aklındaki kuşkular eridi gitti.
Pierre efendisine baktı. Sonra usul adımlarla kapıya doğru yürüdü.
Kardinal hizmetkârlara tepsiyi alıp gitmelerini işaret etti, hizmetkârlar içilmemiş çorbanın kabını mutfağa götürmek için yöneldiğinde Pierre’e baktı. Ama hiçbir şey söylemedi.
Pierre büyük bir hürmetle onun önünde eğildi. Sonra dosyayı bağrına basıp kapıya doğru ilerledi.
Kardinal onun arkasından baktı; en az Pierre kadar o dosyada ne olduğunu o da bilmiyordu. Ama önemi yoktu; ölümün kapısındaki bir adamın kaprisi diye düşündü Pierre’e verilen dosyayı. Yapılması gereken başka şeyler vardı onun için.
Her yanda büyük bir sessizlik vardı.