Kötü Yol | Orhan Kemal


İnsanı hayali kahramanlara çevirmeden, zayıflıkları, güçsüzlükleri ile benimseyen ve olduğu gibi seven yazarların başında gelen Orhan Kemal, edebiyatımızda sıradan insanın yaşam kavgasını en iyi anlatan yazarların başında gelir. İnsanın yitirdiği onurunu yeniden kazanışını anlatan Kötü Yol, maceralı kurgusu ile de okurların ilgisini çekecek romanların başında geliyor.

Orhan Kemal’in kitapları bir okurun hayatta rastlayabileceği o çok nadir hazineler arasında yer alır. Çok az yazar okurunun dünyasında onun kadar iz bırakır, okurunu onun kadar biçimlendirir. Orhan Kemal umudu ve aydınlığı yeniden kazanmamız için yol gösterir bize. Edebiyatımızın en değerli ustalarından bin olan Orhan Kemal’in kitaplarını yayımlamaktan onur duyuyoruz.

Everest

***

1

Güneş uzaklarda, ta uzaklardaki tül mavisi dağların ardından ağır ağır yükseliyordu.

Hava serindi henüz. Çok değil, yanm saat sonra güneş alev saçan kocaman bir top gibi şehri kavurmaya başlayınca serçe solutan bir sıcak, insanları kırmızı yayla testileri gibi terletip sızdıracak, güneş yükselip ısı arttıkça da şehirlilerin davranışları ağırlaşacaktı.

Müteahhit Kâtibi İhsan, beş yaş küçük kız kardeşinin derme çatma karyolasının ayakucundaki yer yatağında gözlerini açtığı zaman, şehrin saat kulesi sabahın altısını ağır ağır, uzak uzak vurmaya başlamıştı. Her gün böyle, saat kulesinin uzak uzak, ağır ağır vuruşlarıyla uyanır, sıçrayıp kalkar, sarı keten pantolonunu bacağına geçirir, elini yiizünü yıkayıp, çokluk kahvaltı bile etmeden, yazıhanenin yolunu tutardı.

Yaşından beklenmeyecek kadar ağır, sakin bir delikanlıydı. O yaştaki gençlerin kadın kız ardında ya da meyhane köşelerinde çılgın gibi ömür sürmelerine karşılık o, sabahın erken saatlerinden akşamın geç saatlerine kadar yazıhanenin nemli griliğinde birtakım defterlerle evraklar arasında kendini yitirirdi.

Sigara bile içmiyordu. Cimriliğinden değil, gelmiyordu içinden. Onları yakından tanıyanlar, “Bu çocuğun mutlaka tohumu başka!” diyorlardı. Haksız da değillerdi. Değillerdi çünkü üçkâğıtçıydı babası. Sigara onda, içkilerin çeşidi onda, köylerden kente tozlu kollar gibi uzanan toprak yollarda karayağız ameleleri mandepsiye bastırıp, üçkâğıt dümeniyle soyup soğana çevirmek ondaydı!

Karısının deyimiyle “seferden döndüğü” akşamlar koynu koltuğu irili ufaklı yiyecek paketleriyle dolu olur, çok geçmeden, yan yatmış, bağdaş kurmuş, sancılanan midesini bastırıyormuşa benzeyen harap evler kalabalığından ibaret mahalleye ateşte kızaran et kokusu yüklü iştah açıcı bir duman yayılırdı. Duman iştah açıcı et kokusu yüklüydü. Bu iştah açıcı et kokusu yüklü dumanı koklayan fakir fukaranın nasıl bir hasretle yutkunacağını, hayattan nasibini alamayanların nasıl kederleneceklerini gayet iyi bilen üçkâğıtçı, hele iki kadeh de attı mı, elinde kızarmış pirzola sahanı, komşuları, daha çok da komşuların zayıf, hastalıklı çocuklarını teker teker arar bulur, kızarmış etten tattıtırdı.

Sonra masasının başına geçer, rakısını yudumlamaya koyulurdu.

Bir gece gene kızarmış pirzolaları mahallenin hasta, fakir çocuklarına dağıtmış, demleniyordu. O gece neden neşesizdi? Başka zamanlardaki gibi, kızını, “Benim yosma kızım, kahpe kızım!” diye havalara atıp atıp neden tutmuyordu da, kara kara düşünüyordu? Çamaşırcı Avşe bütün bunların nedenini hiçim zaman öğrenemedi. Kocası içti, içtikçe karardı, karardıkça içti. Sonra, galiba gece yarısına doğru iskemlesinden yere mosmor yuvarlandı, ölmüştü.

Müteahhit Kâtibi İhsan o zaman on yaşında var yoktu. Annesi oğluyla, oğlunun beş yaş küçüğü kızını yer yatağına yatırmış, kocasına hizmet ediyordu. İhsan, babasının mosmor yuvarlanışıyla hayallerinden sıyrılmıştı. Sıyrılmasa, kucak kucak dumanlar sala sala engin denizlerde yol alan kocaman bir vapurda kim bilir nerelere gidecekti? Belki Çin maçin, belki kara Afrika, belki Hindistan, belki de Kızılderililerle bitmez tükenmez savaşların zehirli ok vınıltılarını duyar gibi olduğu, boy atmış kalın bedenli ağaçların Amerikasına!

Ama şimdi çok gerilerde kalmıştı bütün bunlar.

Saatin altıncı darbesi inerken ayağa firladı. Biçimli bacaklarında kısacık beyaz külotu, atlet fanilası. Kız kardeşinin savrulmuş etekleri altından gözüken bacaklannın tombul beyaz çıplaklığına örtüyü çekip odanın ufacık penceresi önüne geçti, camı itti. Cam itilince dışarının taze sabah güneşi yüklü serin havası odaya dolmaya başladı. İhsan önce bu temiz, bu taze sabah güneşi yüklü havayı üst üste kokladıktan sonra, belden yukarısını işletmeye yarayan sert jimnastik hareketleriyle yerinde hafif hafif zıpladı bir iki. Ortaokul günlerinin çalışkan öğrenci mutluluğundan kalma bu jimnastik onu her zaman o eski günlerin mutluluğuna alır götürürdü. Şimdi her biri hukhk, tıp, fende okuyan öğrenci arkadaşlarının topundan daha iyiydi notları. Koşmada, futbolda, voleybol ya da yüksek atlamada olduğu kadar, derslerde de hamarattı. Ama neye yarar? Derslerde, beden eğitiminden hamarat olmak, başı tutmak yetmiyordu öğrenimini üniversiteye kadar uzatabilmek için. Para lazımdı. Paraları yoktu. Anası, kınalı anacığının el çamaşırı yıkayarak kazandığı geçindiremiyordu. Geçimse kültürden önce geliyordu. Bir sabah annesi el çamaşırı leğeni başında boş bir çuval gibi bayılınca, ortaokulun son sınıfından boş verdi öğrenime, iş buldu.

Ekmekti, önce ekmekti. Sonra ötekiler!

Sarı keten pantolonunu bacağına geçirip el yüz yıkamak için avluya çıktı. Fabrikalarda çalışan işçiler ya da sabahlardan akşamlara dek şehri mahalle mahalle, sokak sokak gezerek öteberi satan küçük esnaf ailelerine göz göz kiraya verilmiş odalar çevreliyordu avluyu. Annesi ta karşıda, kocaman bakır leğeninin başında, çevresine sabun köpükleri saça saça çamaşır yıkıyordu gene. Oğlunu fark edince terli yüzü tatlı tatlı gülümsedi. Boyu posu değilse bile, el kol hareketleri, gülüşü, bakışıyla rahmetli babasını hatırlatıyordu. Kızı da kendi genç kızlığını galiba. Ama o kızı gibi delişmen, kızı gibi hoppa, kızı gibi süse, giyime kuşama düşkün değildi. Değildi ya, varsın düşkün olsundu yavrusu. Onlardan başka kimi vardı şu yalan dünyada?

“Kolay gelsin anne.”

“Annen kurban boyuna posuna yavrum!”

“Terlemişsin gene…”

“Tabii yavrum, kolay mı?”

“Doğru, haklısın.”

“Nuran uyuyor mu?”

İhsan biraz da sinirli, “Uyuyor prenses hazretleri!” dedi. Yaşlı kadın oğlunun niçin sinirlendiğini bildiği için, çoğu günlerde olduğunca gene yatıştırma yolunu tuttu:

“Uyusun evladım, varsın uyusun. Anasıyla ağası onun için çalışmıyorlar mı?”

“Sen bu kafayla gidersen, o, ömrünün sonuna kadar uyur. Bunun zararı da kendine olur!”

“Sen niye erken kalktın?”

Erken merken kalkmamıştı, her günkü gibi. Her günkü gibi ama, ana kalbi, oğlunun her günden daha erken uyandığını sanarak üzülmüştü. Bunun böyle olduğunu biliyordu İhsan. Neve yarardı? Anası onun her günden erken uyandığını sanmıştı ya!

“Ha yavrum? Niye erken uyandın?”

“Ne erkeni be anne? Her gün bu vakit uyanmıyor muyum?”

“Bilmem. Erken gibi geldi bana…”

Oğlu su tulumbasının soğuk suyunda elini yüzünü yıkarken o da çamaşırlarına döndü. Koca leğendeki ber bekâr çamaşırları… Ta kocasının zamanından beri bitmek bilmeyen, ne zaman biteceği de belli olmayan çamaşırlar! Bu çamaşırlar bitmemeliydi. Bu çamaşırlar biterse, rızkları da bitebilirdi. Son zamanlarda ortalığı sarıp duran çamaşır makinelerine bunun için kızıyor, bu “gâvur icadı”ndan korkuyordu. Kirli bir yatak çarşafına sarılı kirli çamaşırların yükü altında ne zaman evinin yolunu tutsa, aklında hep bu, bu “gâvur icatları!” Memlekete ne diye sokmuşlardı sanki bunları? Eskiden ne iyiydi! Geceleri bütün pencereleri aydınlık, kocaman zengin konaklanndan haber haber üstüne gelirdi de, bin ricadan sonra nazla bir “peki” çıkardı ağzından. Gidince de, kolları dirseklerine kadar altın bilezikli, güler yüzlü hanımlar ta kapıdan karşılarlardı.

İçini hasretle çekerek leğeninin başında bir an doğruldu. Hava da gittikçe ısınıyor muydu, daha şimdiden ter içindeydi yüzü, gövdesi. Üstelik ılık ılık da sızıyordu.

Ne olmuşsa Alman harbinden sonra olmuştu bu memlekete! Bir zamanların bin ricadan sonra gittiği, tüm pencereleri aydınlık, zengin konakları birer ikişer uçmuş, yerlerini apartmanlar almıştı. Apartmanları sevmiyordu. Eski zengin konakları yumuşak yüzlüydü, ekmeği bol, lafı tatlı. Apartmanlarsa asık yüzlüydüler. Üstelik içlerinde kocaman kocaman “gâvur icatları” taşıyor, çamaşır yıkamakla geçinmeye çalışan fakir fukaranın ekmeğini ellerinden alıyorlardı.

Sevmiyordu apartmanları!

Apartmanlarda buzdolapları, elektrik süpürgeleri, elektrik firınlan vardı. Zenginler börek tepsilerini fırınlara göndermiyor, fırından dönen kızarmış tepsileri görüp imrenen fakir fukaraya tattırmıyorlardı.

Sevmiyordu apartmanları!

Eskiden şu sıra sıra apartmanların yerinde zengin konakları, zengin konaklarının yanında, yönünde de tahtaları kararmış ya da kamburlaşmış kerpiç evler, fakir fukara evleri. Bu evlerin aralarında ise arsalar vardı. Çocuklar çelik çomak, top oynar, serseriler barbut atardı.

Ya üçkâğıtçılar?

Gözleri polis korkusuyla tetikte üçkâğıtçılar şehirli enayileri söğüşlerlerdi.

Kocası hiç bunlardan olmamıştı. Böyle şehir içinde, herkesin gözü önünde adam söğüşlesin! Hiç ama hiç hatırlamaz. Üçkâğıtçının namuslusu, haysiyetlisiydi. Çoluk çocuğunun ekmek parasını kazanmak için delinmedik kabağa girerdi ama, mahallesinde, semtinde, hatta memleketinde enayi tavlamak için yere üçkâğıt atsın? Hayır hayır, hiç hatırlamıyordu gerçekten de…

Alnının terini çıplak koluyla sildi.

Şu az ilerideki tulumbada elini yüzünü yıkamakta olan oğlu vardı dokuz, on yaşlarında. Kızı da dört, beş. Ama bunu hatırlamanın ne gereği vardı şimdi? Elinde değil, kafasından atamıyordu bu düşünceyi. Güçlü erkekti, vicdanlıydı. İçkisi de olmasaydı belki de hâlâ sağ, çocuklarının başında…

Öldüğü geceyi, daha çok da ölümünü, mosmor olup masanın ayakucuna yuvarlanışını hatırlamak istemiyordu. Suratı kara mora kesmiş, gözlerinin akları sararıvermişti. Zehirlenmiş miydi ne. Her neyse, düşünmek istemiyor yeni baştan bunları.

Oğluna kaydırdı bakışlarını. Elini yüzünü yıkamış, uzun siyah saçlarını ıslatıyordu. Bu iş de bitince anasının leğeni yanına geldi:

“Sen beni dinle. Bu kızı da işe sok yavaş yavaş!”

Ana, oğlunun bunu niçin söylediğini bilmiyor değildi ama, nasıl sokardı? Gençti, güzeldi, çok güzeldi hem de; üstelik on sekizini sürüyordu. Fazla üstüne düşüp, ağasının yaptığı gibi o da baskıyı artırırsa… Öyle ya, bin bir hâli vardı dünyanın. Alman harbinden sonra iyice zenginleşenler memlekette ırz namus tanımıyorlardı. Allah vermeye. Daha çok da yeni yetişme delikanlılar. Kızını bunlar, bunlardan biri baştan çıkarır, sonra da atardı arabasına, ver elini İstanbul mu olur, İzmir mi, Ankara mı artık…

“Duydun mu anne?”

Duymasına duymuştu, biliyordu, zamanlar azmasa, eski devirler olsa amenna, fakat şimdiki devirler. Bu devirde hemen hemen bütün kızlar giyim, kuşam, daha çok da pırıl pırıl hususilere rağbet ediyorlardı. Bu pırıl pırıl hususilerden biri yanında dursa, bir gün bir caddede gördüğü gibi, arabanın kapısı açılsa, direksiyonda oturan siyah kaytan bıyıklı, acar bir delikanlı, “Buyurmaz mısınız küçük hanım?” diye davette bulunsa, Nuran da o gün gördüğü kız gibi kırıtarak arabaya girmez miydi sanki? Oğlu beklediği karşılığı alamamıştı:

“Demek kızının gemini çekmek işine gelmiyor?’’

Etine iğne dürtülmüş gibi irkildi:

“Ne söylüyorsun oğlum?”

“Kızının gemini biraz kıs, onu ev işlerine sok diyorum. Sonra vallahi karışmam, baştan çıkarır, kötü yola düşürürler!”

Odanın yolunu hırslı hırslı tutan oğlunun ardından baktı. Doğru söylüyordu. Bu kız, bu güzel, çok güzel kız günün birinde kötü yola düşer diye korkmuyor muydu sanki? Geceleri yorgun bedenini attığı yatağında hep bunları düşünmüyor muydu? Bu kız, bu kızın güzelliği, sesinin tatlılığı, ses mahalleye yayılınca yedisinden yetmişine kadar mahalleli erkeklerin safi kulak kesilişleri, bir zamanlar gidip geldiği Sanat Enstitüsündeki zengin arkadaşlarının hâlâ arada sırada gelerek, “Ah Nuran, canım Nuran. Bugün her zamankinden daha güzelsin!” ya da “Biz senin yerinde olsak başımızı alır İstanbul’a gider, film şirketlerine görünürdük. Vallahi de billahi de ilk görüşte sana başrolü verirler, meşhur olur, zengin olursun kız!” deyişleri…

İhsan, annesinin genç kızını kayırdığı için iyiden kötüden bir şey söylemediğini sanarak onu bırakıp odaya gelmişti. Daracık bir odaydı. Sağda kız kardeşinin yalnız başına yattığı derme çatma karyola, solda, kapının ardında bacağı kırık masa, masanın üzerinde boydan boya çatlak, büyük bir ayna, aynanın dayalı durduğu duvarda da yerli, yabancı ünlü artistlerin magazinlerden oyulup çıkarılmış resimleri. Bir zamanlar bu resimler yüzünden annesi, kız kardeşiyle az atışmamışu. Kız, resimleri odanın bütün duvarlarına asmak ister, annesi göz yumar, İhsan’sa ifrit olurdu. Kavga gürültü, kızın hırçın hırçın ağlayıp sızlaması, nerdeyse pıskıran bir kediymişçesine üstüne atılacakmış gibi hâller takınması…

Kurulandığı pembe havluyu duvardaki çivisine astı.

Ona kalsa dinlemezdi, ama annesi. Birbirlerine sert sert başlamazlar mı, kadının iki gözü iki çeşme: “Yavrularım, Allah aşkına susun. Vallahi bir gün sizin yüzünüzden soluksuz düşüp gebereceğim. Babanızı hatırlarsınız ya!”

Kızın umursamayışına karşılık, İhsan’ın içinde, içinin ta derinlerinde bir damar sızlar, kız kardeşinin yakasını bırakırdı. Ama bir kız kendi keyfine bırakılmamalıydı. Annesinden, komşulardan, çocukluğunda komşu kadınlardan filan işittiğine göre, “Bir kız kendi keyfine bırakılırsa ya davulcuya varırdı, ya zurnacıya!”

Ağabeyi el yüz yıkamaya çıkarken üzerine attığı beyaz örtünün altında biraz çocuksu, daha çok da güzelliğinden yüzde yüz emin, kendine çok güvenenlerin kayıtsız, şeytansı umursamazlığıyla uyuyordu. Yabancı bir erkeği çıldırtabilecek kadar güzel bir yatıştı bu. Ama ağabeye hiçbir şey ifade etmiyordu.

Yalnız kız kardeşi, kız kardeşinin güzelliği değil, başka kızlar, başka kızların güzelliği bile pek bir şey ifade etmezdi. Çünkü onca, her şeyin bir zamanı vardı!

Genç kız kendini uykuya vererek ağabeyini usullacık goz hapsine almıştı. “Pis!” diye geçirdi. “Hiç sevmiyorum şunu, yılan!”

Her zamanki gibi düşünmüştü gene. Ne sanıyordu kendini? Ağabey olduysa Allah olmadıydı ya! İnadına sokağa çıkacak, daracık, kısacık giyinccek, hoplaya hoplaya yürüyüp, oğlanlara gülecekti işte. Evet, gülecekti, gülecekti, hadi bakalım. Hem ne çıkardı gülmeyle? Bu ufacık şehirdeki oğlanlar da kim oluyordu? Hiçbiri ne Erol Flayn’dı, ne Klark, ne de Alen Delon. Ayhan Işık bile değillerdi be. Olsalar bile ne çıkardı yani? O, İstanbul’a gidecekti, İstanbul’a! Elbette gidecekti, tabii, kimse ama hiç kimse karışamazdı ona. On sekizini bitirmeye şurda kaç ay kalmıştı? Ondan sonra ver elini İstanbul!

Ağabeyi işine gittikten sonra annesi odaya geldi.

“O mu ağlattı yoksa seni?” diye sordu.

Kadın, kızı kadar oğlunu da suçlayamadığı için, “Yok,” dedi. “Niye ağlatsın?”

“Ne diye ağlıyorsun ya?”

“Hiç, içim kabardı…”

Annesi çamaşırlarına döndükten sonra o da tekrardan karyolasına döndü, örtüye filan lüzum görmeden, savrulan etekleri altındaki bembeyaz bacaklarıyla sırtüstü uzandı, hemencecik de uykuya vardı.

2

Kirli yatak çarşafındaki bekâr çamaşırlarının yükü altında, eve ağır ağır geliyor, tepeye yükselmiş güneşin alevinde zırıl zırıl terliyordu. Sağda solda apartmanlar. İstese de istemese de apartmanları, apartmanlardan önceki zengin konaklarını, arsaları, arsalarda üçkâğıt atanlardan da kocasını hatırlamıştı. Günler, haftalar, aylarca ortalardan silinir gider, sonra günün birinde, koynu koltuğu hediyelerle dolu çıkar gelirdi:

“Kur şu sofrayı karı!”

Sofra, yani masa kuruludur zaten. Karısı sürahiyle su, çanakla turşu, küçük tabaklarda pastırma, leblebi kordu önüne. Adam

Benzer İçerikler

Dünyanın İlk Günü

yakutlu

Aşk Varmış, Aşk Yokmuş

yakutlu

Yeraltından Notlar Fyodor DOSTOYEVSK

gul

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy