Nedret | Güzide Sabri | Birazoku


Nedret burada birkaç defa kendi duygularına daldı. Kalbinin derin bir köşesinde, kendisine gizli gizli gülümseyen, ümide benzer bir şey vardı. Tekmil varlığını, ince ipek bir ağın cazibesi sarıyor, bunun düğümlerini ezelî bir kudretin yardımıyla bağlıyordu. Şu dakikada öksüzlük ve kimsesizlik eleminden daha acı bir mahrumiyet ıstırabı hisseden Nedret tahammülü kıran bir ruh mücadelesi içinde çırpınıyordu. Gözlerinde süzgün bir yeis vardı. Genç ve güzel çehresinin ince hatları üzerinde, geçen günlerin, ölmüş kurumuş hayallerinin gamlı ve solgun gölgeleri dolaşıyordu.

Güzide Sabri’nin, en çok okunan romanı Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi’nin devamı olarak, ondan on sekiz yıl sonra yazdığı Nedret, ilk romanın talihsiz kahramanı Fikret’in kızı olan Nedret’in hikâyesinin konu edildiği, öncülü kadar sürükleyici bir roman. Genç Nedret, yüzünü bile hatırlamadığı annesinden kalan notlarla ve mazide kalmış hikâyenin kahramanı insanların hayatına girmesiyle geçmişin puslu perdesini aralamaya çalışırken kendi de annesininkine hiç de uzak olmayan yeni bir aşk hikâyesinin kahramanına dönüşmektedir.

I

Genç avukat sabahleyin yazıhanesine geldiği zaman aldığı yeni bir davadan dolayı zihni çok meşguldü. Masanın üzerinde duran bir yığın evrak arasından ayırdığı birtakım kâğıtları önüne serdi. Münazaalı bir arazi, daha doğrusu kıymettar bir çiftlik meselesini ihtiva eden bu davanın asıl sahibi genç ve öksüz bir kızdı, diğer iki erkek akrabaysa bu genç kıza karşı veraset iddia ediyorlardı. Avukat, evrakı tetkik ederken bir elini şakağına dayamış, garip bir ruhi halet içinde kalmıştı. Uzak bir maziyle pek alakadar görünen bu mesele kendisini çok meşgul etmeye başlamıştı. Unutulan günleri yeniden hatırlatan bu siyah satırlara gözlerini dikmiş, sanki on altı sene evvelki hayata dönmüş gibi derin bir hülya içine dalmıştı. Bu çiftliğin ne tatlı hatıraları vardı. Orada geçen neşeli günler ve hiç unutulmayan çocukluk hayatı gözlerinin önüne geliyordu. Ormanlar arasında, tarlalar içinde koşarak, oynayarak gezdiğini, hayvana, arabaya binip köyleri dolaşmak arzusuyla çırpındığı saatlerin lezzetini ve sonra babasının pek hürmet gösterdiği ve annesininse “yenge” diye hitap ettiği siyah gözlü kadının kendilerine bezlettiği iltifatı ve onun genç ve güzel çehresini, tatlı ve şefkatli bakışlarını hatırlıyordu. Pek çok vakalardan sonra o genç kadının acı bir surette ölümü, babasının birkaç sene devam eden hastalığıyla ne kadar alakalıydı. Uzun ve meşakkatli zamanlarını Avrupa hastanelerinde geçiren zavallı babası senelerce his ve idrakten uzak olarak yaşamıştı. Kendisi oraya yakın bir mektepte okurken ayda bir defa onu görmeye gittiği zaman sönük ve hazin bakışları altında nasıl titreyerek ve yüreği acıyarak onun yüzüne bakardı. Avukat şimdi bunları düşünürken teessür ve ıstırap içinde, bazen elleri saçlarının arasında dolaşıyor bazen alnını sıkarak dudaklarının arasından, “Çok garip tesadüf, çok garip!” diye söyleniyordu… Bu genç müvekkilinin o siyah gözlü kadının kızı olmasını, pederi Sait Bey’in tek vârisi olarak validesine pek yakın akraba bulunmasını tesadüfün maziyle yeni bir ülfeti diye kabule mecbur oluyordu. Fakat altı sene evvel ölen annesi bugün sağ olsaydı belki bu kızın varlığı ona, geçen günlerden bir elem kokusu serpecekti. Birdenbire babasını düşündü. “Kim bilir ne kadar hayret edecek!” dedi. Genç avukat, fikrini yoran bu hülyalardan kurtulmak için üzeri kâğıtlarla dolu masasının başından ağır ağır kalktığı sırada kapı hafifçe vurulmuş ve sonra ak saçlı ve sakallı, muhterem bir zat içeri girmiş ve, “Nihat Beyefendi, vaktiniz müsaitse biraz görüşelim,” demişti. Avukat onu, “Ben de şimdi sizin evrakı tetkik ediyordum. Teşrifinize pek memnun oldum, buyurunuz Veysel Efendi,” sözleriyle karşılamıştı. Misafir, maroken1 koltuğa yerleşirken dava vekili de tekrar yerine oturdu ve, “Buyurunuz Veysel Efendi,” diyerek bir sigara uzattı. Veysel Efendi sigarasını ağızlığına takarken:

“Bu sabah başınızı ağrıtmama sebep, birkaç güne kadar buradan uzaklaşacağımı size haber vermek içindir; çünkü dün Nedret Hanım çiftliğe gitti, kendisini uzun müddet yalnız bırakamamak zarureti içinde bulunuyorum.” “Teşrifinize memnun oldum. İstediğiniz gün gelebilirsiniz. Oraya bir keşif heyetiyle gelmemiz ihtimali var, ne vakit karar verilirse size malumat veririm ve gelir sizi çiftlikte bulur, Nedret Hanımefendi’yle de müşerref olmuş olurum. Siz müsterih olunuz Veysel Efendi.” Veysel Efendi memnun bir çehreyle, “Doğrusu bu sözlerinize pek sevindim,” dedi. “Vakıa Nedret orada yalnız değil, yanında bizim bacı ve daha başka emniyet edebileceğim insanlar var ama ondan uzun müddet uzak kalmaya gönlüm razı olmaz, ne yapayım!” “Zannederim Nedret Hanım’la akrabalığınız var?” “Hayır… Hayır… Ben onun babası Sait Bey’in çok iyiliklerini görmüş bir insanım. Nedret benim ellerim arasında büyümüştür.” Derin bir göğüs geçirdikten sonra: “Validesi pek genç yaşında hayata veda eden bir talihsiz, pederiyse pek feci bir akıbete uğrayan bir zavallıdır. Ben o zamanlar çiftlik kâhyasıydım. Rahmetli beyefendi beni çok severdi. Karlı bir gündü… Hiç unutmam! Birlikte ava çıkmıştık. Atın üzerinde onun öyle bir genç gibi duruşu vardı ki hayran olurdum. Başı her zaman yüksek ve çok gururlu görünürdü. O gün kaşları çatık, rengi sapsarıydı. Ormanın kenarındaki dik yokuştan inmek istedi, mâni olayım dedim, dinlemedi. Birdenbire hayvanı sürdü. Bir dakika içinde yere yuvarlandığını ve kanlar içinde karın üzerine serildiğini gördüm. Hemen yanına koştum. Onu kollarımın arasına aldım. Başından akan kanlar ellerimi ıslatmıştı. Dudakları arasından bir şeyler söylüyordu, dinledim: ‘Kızım sana emanet. Sen mert ve namuslu bir adamsın, onu her şeye karşı muhafaza et,’ diyordu.”

Veysel Efendi’nin gözleri yaşla dolmuştu: “Affedersiniz, burada bile söylenmesi icap etmeyen şeylerden bahsediyorum…” Pek müteessir olan avukat, “Hayır… Hayır,” dedi, “daha ziyade izahat vermenizi arzu ederim. Çünkü siz yabancı bir şahıs karşısında bulunmuyorsunuz…” Veysel Efendi tuhaf bir hayretle avukatın yüzüne baktı. “Nasıl?” diyordu. “Siz mi?” Nihat Bey sakin bir sesle: “Evet! Veysel Efendi… İyi bir tesadüfün lütfuna uğradık. Nedret Hanım’ın babası Sait Bey’in validemin dayısı olduğunu, evrakınızı tetkik ettikten sonra anladım. Aradan uzun seneler geçmişti. Sait Bey öldüğü zaman ben on yaşındaydım. Babamın uzun müddet devam eden hastalığıyla beraber benim de Avrupa’da tahsilde bulunuşum, dönüşümdeyse annemi ebediyen kaybedişim ailemiz için büyük bir felaket olmuş, kendimize yakın olan vücutları arayıp sormamızı ihmal ettirmişti.” Veysel Efendi aynı hayretle, “İnsan neler işitiyor Yarabbi!” diyordu. Ve ilave ederek, “Demek siz şimdi Nedret’in akrabasısınız? Öyle mi?” diye söyleniyordu. Avukat başını sallayarak hafif bir tebessümle, “Evet, öyleymiş! Ben de hayretteyim,” diye cevap veriyordu. Veysel Efendi teessürle: “Zavallı çocuğun bazen kimsesizlikten şikâyet ederek ağladığı günler oluyor. Davamızı size vermekle ne kadar isabet ettiğimizi şimdi anlıyorum. Sizi pek muktedir bir avukat, haluk ve pek vicdanlı bir genç diye tavsiye etmiştiler. İnşallah davamızı da kazanacaksınız; çünkü Nedret bu çiftliğe hiçbir suretle kimsenin müdahalesini istemez. Babası ve annesine ait en kıymettar hatıraların burada gömülü olduğuna kanidir. Hiç görmediği annesinin hayalini pek sever ve daima bana sorar.” “Nedret Hanım’ın başka akrabası yok mu?”

“Vardı… Onu şefkatli bir anne kadar kolları arasında saklayan sevgili bir kadın vardı… Nedret sekiz yaşına kadar bunu hakiki anne olarak tanımıştı. Ne yazık ki ölümün merhametsiz pençesi, zavallı çocuğu bu şefkat kucağından da mahrum etti. Suat adındaki bu hanım, hastayken bir gün beni yatağının yanına çağırmıştı ve, ‘Hemşirem Fikret’ten yadigâr kalan bu yavruyu ben öldükten sonra sana emanet ediyorum Veysel Efendi,’ dedi. Gerek babasının son arzusu ve gerek Suat Hanım’ın vasiyeti üzerine bir ana kucağı yerine uzattığım kollarının arasında yetim ve kimsesiz geçen günlerinin acılarını hissettirmemeye çalışarak büyüttüğüm bu çocuğun her ihtiyacına yetişecek kadar olan servetini de iyi idareye çalışarak kendisini Bebek’teki Amerikan Mektebi’ne verdim. Arzusu böyleydi… Nihayet bu sene tahsilini bitirdi. En birinci emeli çiftliğe gitmekti… Bundan kendisini vazgeçirmek kabil olamadı.” Temiz ve saf çehresi, hürmete layık beyaz sakalı, pak ve nezih vicdanının birer parlak aynası olan gözleri bu adamın yüksek kalbini gösteriyordu. Genç avukat gözlüğünü düzelterek: “Veysel Efendi, bize pek yakın olan bu yetim kıza karşı gösterdiğiniz muhabbet ve insaniyetten dolayı bütün aile namına size teşekkürler ederim. Bu akşam bunu babama ve kız kardeşime anlatacağım. Nedret Hanım’a hürmetlerimi söyleyiniz, yakında yanlarına gideceğim cihetle çok bahtiyarım…” Nihat bu sözleri söyleyince Veysel Efendi de ayağa kalkmıştı. Avukat yalnız kaldığı zaman derin derin düşünmeye başladı. Babasını senelerce elem ve ıstırap içinde harap eden birtakım esrarlı vakaların bugün canlı bir yadigârı meydana çıkıyordu. Nedense kalbinin üstünde ezici bir ağırlık duydu. Fikrini meşgul eden şu meseleyi unutmak için başka işleri tetkike koyuldu. Akşamüzeri Şişli’deki evine geldiği zaman onu karşılayan hemşiresi olmuştu.

“Bugün çok geç kaldın ağabey,” diyen genç kadına her zamanki güler çehresiyle, “Evet, bazen böyle oluyor kardeşim,” diye cevap veriyordu. Babasını her vakitki gibi yazıhanesinin önünde kitaplarıyla meşgul bulmuştu. Elektriklerin saçtıkları parlak ziyalar altında biraz solgun simalı görünen bu adam, ağır ağır başını kaldırarak oğlunu selamladıktan sonra, “Bugün çok çalışmışsın galiba?” dedi. Nihat, babasının karşısındaki koltuğa otururken, “Siz de yine pek meşgulsünüz,” diyordu. “Evet, her zamanki gibi.” “Fakat kendinizi çok yoruyorsunuz zannederim…” Bu esnada salona giren kız kardeşi söze karıştı: “Ağabey, ben de her zaman sizin gibi şikâyet ediyorum lakin babam dinlemiyor, bugün çok hastası vardı, hiç dinlenmeden onlarla meşgul oldu.” Doktor hazin bir gülüşle bu iki gence baktı. “Korkmayınız çocuklarım,” dedi, “ben çalıştıkça açılırım, meşgul oldukça yaşarım. Yoksa hayat başka türlü avutulmuyor…” “Hakkınız var fakat yorulmamak şartıyla…” Ve kız kardeşine dönerek: “Nihal, hakikaten ben de bugün çok yorgunum… Bazen beklenilmeyen hadiseler dimağ üzerinde pek derin tesirler yapıyor…” “Beklenilmeyen hadiseler mi dediniz?” “Evet.” “Sorabilir miyim ağabey?” “Hayhay…” Doktor koltuğa yaslanmış olduğu halde onları dinliyordu. Gülerek, “Gençliğin her zaman böyle hadiseleri olabilir, değil mi Nihat?” dedi. Avukat, babasının bu latifesine güldü.

“Henüz böyle bir şeyle karşılaşmadım lakin isterim ki hayatımın bir vakası olsun.” Doktor başını salladı: “Arzu etme,” dedi, “çok bedbaht olursun!” “Acaba?” “Hiç şüphesiz!” “Böyle bedbahtlığın acılığında da bir lezzet vardır zannederim.” “Lezzet mi? Kim bilir?” Nihal bahsi keserek, “Beni merakta bıraktın ağabey,” diyordu. Doktor dalgın ve sakin bir nazarla oğluna bakarak, “Nihal’e bir şey mi söyleyecektin?” diye sordu. Nihal cevap verdi: “Demin memul edilmeyen bir hadiseden bahsetmemiş miydi?” Doktor kayıtsızca, “Ha, evet,” dedi ve masanın üstündeki gazetelerden birini alarak gözlüğünü düzeltti, mütalaaya daldı… Nihal durmadan soruyordu… Avukat gülerek, “Otur da anlatayım,” diye hemşiresini teskine çalışmış ve sonra başlamıştı: “İnsan öyle şeylere maruz kalıyor ki… Geçmiş günlerin unutulmuş hatıraları birdenbire canlanmasıyla müfekkire on sene, yirmi sene evveline dönüyor ve onda ne güzel ve ne tatlı günler buluyor… Mesela çocukluk hatırası bizim için ne kadar hoştur değil mi? Sonra bu hatıraların ne müstesnaları vardır! Bayram sevinçleri, kır hayatları, uzak yerlere gezintiler… Bilmem hatırlar mısın? Bizi bir çiftliğe götürmüşlerdi… Sen o zaman yaramaz, afacan bir kızdın…” Nihal gözlerini süzerek düşündü: “Evet, hatırlıyorum,” dedi, “gözlerimin önüne yeşil bir diyar geliyor. Çiçekleri bol, kuzuları güzel, ormanları karanlık, dağları yüksek…”

Benzer İçerikler

Yaban (Yakup Kadri Karaosmanoğlu)

yakutlu

Gülistan

yakutlu

Tenimdeki Mühür – Andrea Kane – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy