İçi boşalmış, bomboş deniz kabuklarından denizin sesi duyulur, sona sürükleyen amansız dalgaların sesi. Çok eski çağlardan çıkagelir. Uğultuyu bir an olsun dindiremezsiniz. Yazarlar ikide birde bu uğultuyu yazmak isterler. Deniz kabuklarından birçok kez insan sesleri de işittim, kesik, boğuk; deniz uğultularına karışmış. Bugüne kadar yazamadım.
Öyküleri, romanları, senaryoları, eleştirileri, edebiyat dünyasına dair gözlemleri ve anılarıyla yazıyla ilişkimizi hep diri tutanlardan Selim İleri’nin yeni romanı Yalnız Evler Soğuk Olur’un kendine has bir özelliği var: Bu romanın anlatıcısı Selim İleri’ye çok benziyor; adeta onun anılarına sahipmişçesine aynı yollardan geçiyor, yaşadığı yerlerden, onunkine benzer bir çocukluktan sahneler hatırlıyor. Dahası, tıpkı İleri gibi o da yazıyor, hatta belki aynı kitapları kaleme almış.
Vaktiyle yaratmış olduğu kahramanlar, özellikle aşk romanları yazarı Süha Rikkat karşısına çıkıp ondan hesap sorduğunda, anlatıcı tıpkı Selim İleri’nin de yapacağı gibi, elli yılı aşan bir yazı deneyimiyle onunla yüzleşiyor.
Selim İleri ile Yalnız Evler Soğuk Olur’un anlatıcısı arasındaki ilişki, İleri’nin çok sevdiği Nahid Sırrı Örik’in “Bir Küçük Çocuk” öyküsüne düştüğü notu hatırlatıyor: “Bu yazının anlattığı çocuk ben değilim ve çocukluk hatıraları benim kendi çocukluğumun hatıraları değildir. Fakat kendi çocukluğumun hatıralarıyla bu hatıralar arasında bazı kısımlar birbirinin aynı gibidir.”
Bir yaşamdan birçok yaşama, bir evden birçok eve dağılmış, hiç dinmeyen acılar, genç ölümler, darağaçları.
Ben ki bir suyum çürümüş Anı kalıntılarıyla bulanık
Oktay Rifat
Işıklar, gölgeler, yeşil kıvılcımlar ne kadar sıradan, beylik olsa da, bir şeyler dile getiriyor. Çağrışımları yazık ki sona ermiş. Orada kanepeye oturarak mutlaka hayaller kurmuş olmalıyım. Anılardan çıkagelmiş gibi, bu hayalleri de uydurabilirim.
İlkyaz boyunca, yaz boyunca, akasyanın bembeyaz çiçeklerine doluşan bir dolu arı. Arı vızıltılarını yine işitir gibiyim.
Zar kanatlarıyla arıları yol kenarlarındaki ballıbabalardan da hatırlıyorum: Küçük çocuk arılardan korka korka, ballıbabaların nektarını emmeye çalışıyor… Küçük çocuğu, ballıbabaları durduruyorum.
Sararmaya koyulan yapraklarla birlikte, sonbaharın ilk rüzgarları başlayınca, arı vızıltıları diner, bir gün de akasyada tek bir arı kalmazdı.
Günler kısalınca eve daha erken dönülürdü. Hemen sandık odasına girer, sandık odamızın tek sandığı üstüne oturur, yine hülyalara dalardım. Kimsesiz. Kimseyle paylaşmadığım. Renkler, ışıklar, hatta sesler ortasında, düşsel sesler.
Sonbaharın geldiğini görüyorum: Günler kısalıyor. Burada tek başımayım; birtakım sesler, tuhaf, âdeta iniltili sesler işitiyorum.
Kaç kez, fırtınalı bir gecede simsiyah ormanda koşarken görmüştüm kendimi. Şimşek çakımlarına, kasırgalara “Beni bırakmayın!” diyormuşum. Başka yakınım yokmuş. Ağaçlar sarsılıyor, yolumu yarı aydınlatan şimşek çakımları yanıp yanıp çakıp çakıp sönüyormuş.
Bu kara düşü hemen havai fişek gösterisine dönüştürdüm. Alabildiğine dingin yaz gecesinde donanma fişekleri çok renkli ışıklar saçarak. Hayat öyle olsun!
2.
Havai fişekleri, donanma gecesini Ölü Bir Kelebek’te yazdım. Mihri Müşfik başını düşsel gökyüzüne kaldırıyordu. Şöyle bir replik: “Ateşten gözyaşları kırmızı bir şemsiye gibi açılıyor.”
Sahne ışıkları kıpkırmızı yanıp sönecekti; öyle düşlemiştim. Yirmi yıl geçmiş.
Yirmi yıl sonra -hiçbir düş kalmamışyalnızca uğultu ve korku.
Mihri Müşfik Hanım’ın çekip gidişini, savruluşunu, gurbetteki hayatını kimsesizler mezarlığı sahneye getirebilirim coşkuları sürüp gitti. Ara vermeksizin çalışıyordum.
Yirmi yıl sonra alkol, Mihri Müşfik’in “ispirto”su. Korkuyu azaltıyor diye, korkuyu yenmek için akşamları daha çok içiyorum. Korku sürekli geri geliyor. Artık hiçbir şey düşlemiyorum. Gecede, yataktan korkuyla sıçrayıp kalkıyorum. Yeniden başlayan günle birlikte akşamı bekliyorum.
Defterimden:
Kalabalıktan -hiçbir zaman “çılgın” olmadı; hep anlamsızdı-, toplumsal hayattan uzaklaşalı, eski kitapların arasına gömüldüm: Beni yetiştirenler. Yeniler epeydir gönlümü çelmiyor.
Elli yıl yaptığım gibi, bir şeyler karalamaya uğraşıyorum. Çok ağır ilerliyor, hiç ilerlemiyor. Daha doğrusu, yazma gücümü yitirmişim. Belki de sessizce sıyrılmışım.
Karşı apartmanlardan biri baksa, oturma odasının ışıkları yanıyor, perdeler yarı açık, yazı masasınınki de. Başım önüme düşmüş, yazı masası bütün eski kitaplarla çevrili, tonet iskemleye çöküp kalmışım. Okumak için, yazmak için dayanılmaz istek duyuyorum. Boğum yerleri fırlamış parmaklarıma bakıyorum. En çok sağ elimin işaret parmağı.
İki büklüm, kambur. Karşı apartmandan bakan, bütün bu simsiyahlara bürünmüşlüğümü, burada büzülüp kalmışlığımı ayırt eder mi?
3.
Ballıbabaları bulamadım. Yazmıştım, gençlik hikayelerimden birinde, ilkokulumdan söz açarken, okul pikniğinden izlenimlerle. Eski hikâyelerim, başka birçok anıyla. Şöyle bir taradım, ballıbabalara, okul pikniğine -mayisin son haftasırastlayamadım.
Yazar anılar, çağrışımlar sağanağına tutulmuştur. Tortuda ballıbabaları bulamazsa da; ilkokul, piknik, mayıs günü dirilecek art arda, öyle sanmakta.
Belki de ben yazmadım. Kuşakdaşım bir yazarın hikâyesinden: Yokuşu çıkarak Âşiyan’a geliyorlar, Tevfik Fikret Müzesi’ne. Yokuşu birlikte çıkıyorduk…
“Yarın Ağlayacağım”da uzun uzadıya gelincikleri yazmıştım. Acı acı kokar gelincikler. Ballıbabaların izini sürüyorum ama, gelincikleri unutmuşum. “Yarın Ağlayacağım”ı yazarken, beyaz, eflâtun, turuncu gelincikleri henüz görmemiştim. Onları sonra, güneyde bir yolculukta.
Arıların gelip gidip konduğu ballıbabalar gölgelikte. Takılıp kaldı. Başkasının hikayesinde.
Kimin öyküsüydü? Konuşa konuşa yokuşu çıkıyorlar, Aşiyan’a gidiyorlar. Yaz başlangıcı. Fikret’in dizesini konuşuyorlar:
….