Vatan Yolunda | Yakup Kadri Karaosmanoğlu


Millî Mücadelemizin Avrupa’dan görünüşü, İstanbul’a Doğru, Millî Mücadelemizin İstanbul’dan Görünüşü, Ankara’da, Yunan Taarruzu ve Sakarya Harbi, İzmir’de Görüşeceğiz başlıkları altında toplanmış anılar demeti.

Yirminci yüzyılın ilk yarısında büyük bir üretkenlikle dergilere yazdığı şiir, öykü, makale ve eleştri türü yazılarla Türk edebiyatı sahnesine adımını atan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, romanları, hikayeleri, denemeleri, oyunları ve anılarıyla, en önemli edebiyatçılarımız arasında yer alır. Üslup özellikleri bakımından Yakup Kadri’nin 1910’dan 1974’e dek verdiği eserler Türkçe’nin geçirdiği bütün evreleri yansıtır.

Eserlerinin konu ve fikir zenginliği de dil özelliklerinin çeşitliliğinden aşağı kalmaz. Yakup Kadri’nin Fransız edebiyatı etkisinde başlayan yazarlığı, 1920’lerden sonra özgün bir sese kavuşarak siyasi ve sosyolojik konulara, tarihe, dönem çatışmalarına ve birey psikolojisi irdelemelerine yönelir. Fecr-i Ati’den yetişmiş ama bunu izleyen elli yıl boyunca toplumsal koşullar, tarihi süreçler ve bireysel portreleri romanın dokusuna işlemek için roman tekniğiyle de boğuşmuş bir yazar olan Karaosmanoğlu’nun eserleri, hala tüketilmemiş ayrıntılarının tartışılıp incelenmesi gereken zengin bir “panoroma”dır.

İÇİNDEKİLER

Önsöz…………………………………………………………………………………………………………………………….11
Millî Mücadelemizin Avrupa’dan Görünüşü………………………………………….15
İstanbul’a Doğru…………………………………………………………………………………………………….31
Millî Mücadelemizin İstanbul’dan Görünüşü………………………………………..35
Ankara’da………………………………………………………………………………………………………………..107
Yunan Taarruzu ve Sakarya Harbi…………………………………………………………….133
İzmir’de Görüşeceğiz…………………………………………………………………………………………163

Önsöz

Vatan Yolunda başlığı altındaki Millî Mücadele hâtıraları ibaresini okuyunca, sakın o destanî devrin hâdiselerine karışmış bazı kimseler gibi, kendime ait birtakım kahramanlık menkıbeleri anlatacağıma hükmetmeyiniz. Hele –gene o kimselerin yaptığı gibi– bu mücadeleye ilk başlıyanlardan biri olmak iddiasında bulunabileceğim aslâ hatırınızdan geçmesin. Bugünkü Türk okurlarıyla beraber bana da o çeşit öğünme edebiyatından öylesine gına gelmiştir ki, hattâ Atatürk’ün büyük gölgesi ardına sığınarak yazılıp çizilenler bile içimizde herhangi bir heyecan uyandırmaz oldu. Çünkü, bunlarda bize Atatürk’ten ziyade, bir vakitler onun yakınında bulunmuş olmak şerefinden bahsedilir: “Atatürk veya Mustafa Kemal Paşa bana şunu söylemişti; ben ona bunu demiştim” yahut: “bir akşam eski Çankaya köşkünde başbaşa hasbihal ediyorduk.

Gazi Paşa filan paşaya çok kızmış görünüyordu. Kendini elimden geldiği kadar teskine çalıştım” vs. O yazılar, işte hep buna benzer cümlelerle doludur. Okursunuz, okursunuz ve neticede hissedersiniz ki, güya Atatürk’e dair hâtıra yazan adamın şişkin benlikçiliği öbürünün mehabetli benliği önünde yer alıvermiştir. Aynı tarzda, birçok kişinin Atatürk Samsun’a ayak basmadan önce, Anadolu’nun şurasında burasında ilk vatan müdafaası hareketlerine giriştiğini hikâye etmek suretiyle, Millî Mücadele kronolojisini değiştirmek cüretinde bulunduğu görülür. Kimi, düşman kuvvetleri İzmir’e çıkar çıkmaz soluğu henüz istilâdan masun bulunan bölgelerde alıp köyler ve kasabalar halkını ayaklanmaya teşvik etmiştir. Kimi efe veya hoca kıyafetine girip dağlarda çete teşkilâtları kurmuştur. kimi bilmem nerede, bilmem hangi cephenin kumandanı olmuştur. Bütün bunlar hiç şüphesiz uydurma hikâyeler değildir.

Fakat, bize birer şahsi ve ferdi teşebbüs şeklinde anlatıldığı vakit, bütün manasiyle, bir Millî Mücadele hareketinden bahsetmemiz epeyce güçleşir; daha doğrusu, bu büyük hâdise millet ölçüsündeki azametini ve medeniyete tarihi içindeki genişliğini kaybedip “Köroğlu” destanları şeklinde birer monografi ve otobiyografi külliyatı haline girer. İşte, bundan dolayıdır ki, ben yazmaya başladığım Millî Mücadele hâtıralarıma mümkün olduğu kadar objektif birer müşahede mahiyeti vermeye çalışacağım. Bu usul sayesinde, Millî Mücadelemizin sentetik bir tetkik denemesini yapabilirsem kendimi bahtiyar addedeceğim. Eğer bu iki niyetime rağmen arasıra bazı enfüsîliklere kapılacak olursam okurlarımdan beni mazur görmelerini rica ederim. Zira, ben o büyük devri yalnız kendi heyecanlarımla yaşadım ve gençliğime yegâne değerini veren bu heyecanlar hayatımın son yıllarına belki de son aylarına vardığım şu günlerde başıma gelen bir sürü hayal inkisarlarına rağmen, kalbimi hâlâ aynı ateşle tutuşturmaktadır. Bu kutsal ateşin bende nasıl hâsıl olduğunu, ne gibi safhalardan geçtiğini ve zaman zaman nasıl sönmeye yüz tuttuğunu 1930’da neşredilmiş bir yazımda* şu suretle anlatırım:

“Mistik bir sevda can evimi bir yangın alevi gibi sarmıştı. Bu alevle tutuştukça hayat buluyordum ve ılık uzletimi, yüzleri berrak su kaynaklarını andıran hayaletlerle dolduruyordum. İşte, millet aşkına ben bunlar arasından vasıl oldum ve bu aşk yolunda can vermeyi o zaman cana minnet bildim. Lâkin, bu dinde kendime peygamber gene kendim idim. Onun için ruhum imamsız kalmış cemaat gibi perişandı. Ne zaman ki, Anadolu yaylalarının ötesinden onun (yâni Mustafa Kemal’in) sesini duydum, ateşle nur, humma ile vecd arasındaki farkı o vakit bildim. Ancak bu millet mürşidinin emri altındadır ki, kısır bir ateşle boş yere kavrulmaktan ve yıpratıcı ihtilaçlarla kıvranıp durmaktan kurtuldum. Ruhum, hemen ilâhi diyebileceğim bir nizam içine girdi. Eyvah, böyle bir nizamdan mahrum kalmış serseri ruhlara! Ve eyvah bana! Zira, bu ulvî rüyalardan çirkin hakikatler içinde uyanmış bulunuyorum. Hangi fena rüzgâr beni bu yalnız etten kemikten insanların arasına attı? Ağzının kenarlarından salyaları akan bu hayvanî zevkperestin benim yanımda işi ne? Şu servet veya makam görgüsüzünün kabalıklarına ve bayağılıklarına neden bu kadar yakından şâhit oluyorum? Kendini beğenmişlerle şarlatanların, avanakların, kıskançların, bedbahların, sinsi ve siniklerin etrafında bu kadar sıkı bir çember teşkil edip dönmelerinin sebebi nedir? Bütün bunlara bağırmak istiyorum: Çekiliniz önümden, dağılınız etrafımdan. bırakın beni varayım, eski uzletimi dolduran berrak yüzlü hayaletlerimi bulayım. Varayım beni hidayete eriştiren asîl kahramanı bulayım; gönlümün yüksek mürşidine kavuşayım. Fakat, sesim çıkmıyor.”

1930, Atatürk (Gazi Mustafa Kemal Paşa) yeni Türkiye’yi sıkı bir inkılâp disiplini altında kurmaktadır. İstiklâl Mahkemeleri devrinin havası henüz memleket üzerindeki baskısını hissettirmektedir. “Sesim çıkmıyor” demekle bunu ima etmek istiyordum. Lâkin, buna râğmen, görüyorsunuz ki, Millî Mücadele ruhunun sönmekte olduğunu belirtmek için ne lâzımsa hepsini söyleyebilmiştim. Acaba şu, sözde demokrasi ve hürriyet rejiminde o ruhu söndüren sebepleri de aynı samimiyetle araştırıp açıklamak imkânını bulabilecek miyim?

Yakup Kadri Karaosmanoğlu

MİLLÎ MÜCADELEMİZİN
AVRUPA’DAN GÖRÜNÜŞÜ

Genç Anafartalar kahramanının, Sevres Muahedesi’ni kılıcının ucuyla yırtarak Anadolu yaylalarında mukaddes harbi açtığını duyduğum gün kendi kendime: “Ne güzel bir ölüm fırsatı!” demiştim. Fakat kader, bir siperin çukuru içinde masum bir köylü çocuğuyla üst üste düşüp göçmek şerefine beni lâyık görmedi.

Mondros Mütarekesi’ni takibeden ilk işgal ve istilâ felâketleri esnasında, üç yıldan beri tedavi görmekte olduğum İsviçre’den memlekete henüz dönmemiş bulunuyor ve bu felâketlerimize dair kara haberleri yüzde yüz Türk düşmanı bir Avrupa matbuatının yayınlarından duyup öğreniyordum: İsviçre’nin olsun, Fransa’nın olsun, İngiltere’nin olsun bütün gazeteleri başımıza gelenleri azımsıyor, Türk milletinin yeryüzünden kazınmasını, Türkiye’nin dünya haritasından silinmesini istiyordu. Dünya âmme efkârı o derece aleyhimize kışkırtılmıştı ki, bizim için Türk sıfatıyla ne sokakta serbestçe dolaşmanın, ne pansiyonlarda, otellerde, kahvehanelerde rahat ve huzurla oturup kalkmanın imkânı kalmıştı. Kimi tahsilde, kimi bencileyin tedavide beş on yurttaşla başbaşa vererek bu berzahtan nasıl kurtulacağımızı düşünür dururduk. İtilâf Devletleri mağlup düşmanlarının tab’asına bütün muhabere ve seyahat yollarını kapamışlardı. Onların haklarını bile almışlardı. Bu yüzden tarafsız İsviçrelilerden gördüğümüz muamele bir vatansıza, bir “Heimatloss”a karşı yapılan muameleden farksızdı. Dahası var: İsviçreliler yalnız bu kadarla kalmıyorlardı.

Oturduğumuz otel veya pansiyonlara borçlarımızı ödeyemeyecek hale düştüğümüzden, bizi arada bir hudut dışına atmaya kalkışıyorlardı. Bizim de istediğimiz buydu ama, İsviçre sınırları ötesinde hiçbir memleket bizi kabul etmiyordu. Tam mânasıyle Tih sahrasında Ben-i İsrail’i andırıyorduk ve tıpkı Ben-i İsrail gibi yollar açılsa dahi nereye gideceğimizi bilmiyorduk. Vatanımızın giriş ve çıkış noktasında düşman askerleri nöbet bekliyordu. Üç yıl evvel, buraya gelirken annemle kızkardeşimi İstanbul’daki evimizde bırakmıştım.

Fakat, şimdi İstanbul, İtilâf Kuvvetleri’nin işgali altındadır. Gurbet arkadaşlarımdan Şükrü Saracoğlu, memleketi Ödemiş’e gitmek için Yunan askerlerinin süngüleri arasından geçmek zorundadır. Mahmut Esat (Bozkurt) ana baba ocağının bulunduğu Kuşadası’nın kimler elinde ve ne halde olduğunu bilmiyor. Diğer vatandaşlarımızın her biri aynı müşkül durumda. Bu şartlar içinde İtilâf Devletleri yolları serbest bıraksa da nereye gidecektik? Bahusus ki, hepimizin kalbinde dünyanın yeni efendilerine karşı bir kızıl isyan bayrağı açılmış bulunuyordu. Bahusus ki, her birimiz kendimize göre muvazaa kabul etmez bir Kuvvayı Milliyeci idik. İstilâcıların kanunlarına velev muvakkat bir zaman için olsa da boyun eğemezdik, velev zâhiri de olsa bir Fransız subayına, bir İngiliz polisine, bir Yunan efzununa güler yüz gösteremezdik. Yâni bir eski atalar sözüne uyarak “köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı” diyemezdik. Çünkü, bizde daha o zamandan beri bir Atatürk gençliği şuuru, bir Atatürk gençliği gururu uyanmıştı. Aramızda heyecanlı toplantılar yapıyorduk. Karbonari ihtilâlcilerinin ağzına yakışır nutuklar söylüyorduk. Kanımızın son damlasına kadar vuruşacağız diye haykırıyorduk. Beyannameler yazıp çiziyor, elden ele dağıtıyorduk. Bu şevk ve gayret, bizde, Mustafa Kemal’in Samsun’a ayak bastığını haber aldığımız günden beri durmadan artıyordu. Yürük Ali’nin Aydın’a yaptığı baskın, Demirci Efe’nin veya Çerkez Ethem çetelerinin taraf taraf harekete geçişlerini hep bu büyük hâdiseye bağlıyorduk.

Avrupa matbuatı bir ağızdan Anadolu’nun bu kıyamını vahşi bir anarşi, bir eşkıyalık şeklinde tasvir ededursun, bunun başına geçen büyük askerin kim olduğu Çanakkale müdafaasından beri bizce malûmdu. O, dünyanın en ileri, en modern savaş vasıtalariyle techizatlı iki büyük devletin ordularını yalnız cesareti, cüreti ve enerjisiyle yenmiş bir Ortaçağ kahramanı değildi. Harb fenninin bütün inceliklerini bilen mâhir bir kumandandı. Yani her şeyden evvel bir akıl ve hesap adamıydı ve kafasının bu teşekkülü itibariyle, Avrupa gazetelerinin iddia ettiği gibi bir maceracı çete reisi olmasına ihtimal verilmezdi. Mustafa Kemal’in yüksek şahsiyeti hakkındaki bu kanaatlerimiz, o sırada aramızda bulunan bir iki Türk subayının şahitliği ile bir kat daha kuvvet bulmakta idi. Harbin son senesi İsviçre’ye tedaviye gelmiş bu subaylardan biri Çanakkale’de, öbürü başka bir cephede onun kumandası altındaki tümen ve ordularda harbetmiş iki genç binbaşıydı. “Bu kadar uzağı görür, bu kadar tedbirli, ihtiyatlı aynı zamanda bu kadar süratle karar vermek ve insiyatif almak kudretine sahip bir kumandan daha görmedik” diyorlardı. Sonra gene ikisi birden: “Vatanı kurtarabilirse bir o kurtarabilir” hükmünü tekrardan çekinmiyordu. Yarım yamalak iyileşmiştiler. Daha uzun bir bakıma ve istirahate muhtaçtılar. Fakat, onlar da bizim gibi bir an evvel Anadolu’ya geçmeye can atıyorlardı ve birkaç ay önce yolunu bulup da Almanya’daki Türkleri İstanbul’a götürmek üzere Hamburg’dan kalkan Gülcemal vapuruna yetişmedikleri için dizlerini dövüyorlardı. O vakitler İsviçre’nin Cenevre şehrinde aileleriyle çoluk çocuklarıyla oturan birtakım Abdülhamit devri paşaları ve İttihat ve Terakki’ye muhalefetleri yüzünden memleketi terketmek zorunda kalmış bazı eski devlet ve siyaset adamlarımız vardı.

Bunlardan çoğu, uzun yıllardan beri yerleşip yaşadıkları Fransa’dan buraya harb devresini geçirmek üzere gelmiş bulunuyordu. Zira, Fransız hükümeti, milletlerarası hukuk bakımından düşman tab’ası telâkki ettiği bu kimselere, siyasî mülteci sıfatiyle olsa dahi, kendi toprakları üstünde ikamet müsaadesi vermemişti. Buna rağmen, hemen hepsi Fransa’ya karşı büyük bir muhabbet beslemekte ve tekrar oraya dönmek saadetini beklemekteydi. Bunlar arasında bizcileyin memlekete dönmeye can atanlar yalnız dört beş kişiden ibaretti. Prens Sabahattin Bey, Lütfi Fikri Bey, Reşit Bey ve Cemil Paşa.

Lâkin, ne gariptir ki, İtilâf Devletleri’nin en samimi tarafları olan ve bizi bu devletlere karşı harbe sürükleyen İttihat ve Terakki rejimine muhaliflikleriyle ün almış bulunan bu zatlar da tıpkı bizim gibi seyahat imkânsızlığı içinde bocalamakta idiler. Daha garibi, Reşit Bey, Birinci Damat Ferit Paşa kabinesinde Dahiliye Nazırlığı’na ve Cemil Paşa İstanbul Şehreminliği’ne tâyin olundukları halde aylarca yolunu bulup memuriyetleri başına gidememişlerdi. Prens Sabahattin Bey, bir yandan hanedan mensupluğuna, öbür yandan İngiliz dostluğuna rağmen İsviçre’deki sürgün durumundan hâlâ kurtulamamıştı. Bütün ömrü boyunca bir muhalif partinin lideri olmak ve memleketi hakiki meşrutiyete kavuşturmak emeliyle yanıp tutuşan zavallı Lûtfi Fikri “Bu sefer de meşrutiyetçi İngilizler yüzünden son fırsatı kaybedeceğim” diye çırpınıyordu. Halbuki, bu zatlar, mütarekenin ilk haftalarından beri kurdukları kongreler ve yayınladıkları Fransızca broşürlerle muzaffer milletler umumî efkârını hem kendi lehlerine, hem de İttihatçılık lekesinden masum Türk evlâdı lehine çevirmeye de çalışmışlardı.

Lâkin, dinleyen kim, anlıyan kimdi? Gerçi Cenevre’de toplanan ilk kongre Sabahattin Bey’in “ademi merkeziyet ve teşebbüsü şahsi” sistemini kurtuluşumuzun yegâne şartı olarak ileri sürmesi üzerine bütün siyasi mânasını kaybetmiş, akademik bir şekilde açılıp kapanmıştı. Gerçi, yazılan broşürlerin çoğu ferdi ve indî birer mahiyet taşıdığı için insanda millî bir davanın müdafaası tesirini yapmıyordu. Fakat, bunlar meyanında Reşit Saffet Bey (Atabinen) tarafından yazılmış olanlar da vardı ki, herhangi bir âdil sulh konferansında bizi temize çıkaracak ve haklarımızı kabul ettirecek nice deliller, vakıalar ve hattâ istatistik malûmat ile dolu olduğu halde gene hakkın ve adaletin hâmiliği iddiasında bulunan muzaffer milletler umumî efkarında en ufak bir tepki uyandırmamıştı. İtilâf Devletleri toptan Türk düşmanı idiler. Lâkin Cenevre’deki muhalefet erkânı onları hâlâ ikna yoluyla insafa getirebileceklerini sanıyordu.

Avrupa’yı ve Avrupalıları yalnız kitaptan öğrenmiş bu sakallı çocuklara biz gençler her rast geldiğimiz yerde kendi mücadele heyecanımızı telkine çalışıyorduk. Kuvvete karşı ancak kuvvetle mukabele edilebileceğini anlatmak istiyorduk. Hattâ bir defa, bunlardan bazısını toplantılarımızdan birine davet ederek ateşli nutuklarımızla, donmuş kalplerini hararetlendirmeye uğraşmıştık. Boş emek! Biz onlar nazarında ya bir alay âvâre delikanlılardık, yahut da bilmeyerek İttihatçılık sıtmasına tutulup humma nöbetleri içinde sayıklayan hastalardık.

Benzer İçerikler

Bu Tez Nasıl Bitecek? | Eyüp Aygün Tayşir

yakutlu

Dedem Kurt Seyit ve Ben | Nermin Bezmen

yakutlu

Süleyman Han

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy