Avucumda Rüzgâr Var | İsmail Güzelsoy


“Tanrı müziği yarattı ve sustu.”

Yüzlerce yıl boyunca Platon’un gizemli bir bestesi olduğuna inanıldı ve bazı müzisyenlerin o kayıp eseri bildiği söylentileri kulaktan kulağa yayıldı. Bu eseri bulmaya, onun labirent gibi yapılanmış melodisiyle dinleyenleri büyülemeye çalışan insanların dünyasında geçen Avucumda Rüzgâr Var,

bir yandan da müziğin zaten büyü olduğuna ikna etmeye çalışıyor okurunu. Tahir’in müziği keşfediş yolculuğu, neredeyse egzotik bir haz alarak okunabilecek, tek başına bir macera öyküsü olarak romanın omurgasını oluşturuyor. Bir melodram olarak başlayıp büyülü gerçekçilik ile sürüp bir macera romanı olarak sona eren ve bir saz eseri gibi biçimlendirilmiş bu romanda türler arasında yapılan gezinti aynı zamanda melodik bir seyir izliyor.

Avucumda Rüzgâr Var nağmenin ve insanın ruhuna yolculuk vaat ediyor.

I. Kitap

Şarkılarımız, bizim yasalarımızdır.
Platon
Bozulmaya yüz tutmuş bir memleketin sesi, kederli ve
düşüncelidir.
Konfüçyüs
Müzik (…) ruhumuzun görüntüsüdür.
Tanburi Cemil Bey
Ben bir ceviz ağacıyım.
Nâzım Hikmet
Hiçbir düşmanın seni, kendinden daha ağır yaralayamaz
evlat. Onun için kendi ruhuna ninniler çalmayı dene
arada bir.
Udi Nubar

Hüzzam Taksim 

Ben hikâyeme başladığım zaman henüz hiçbir şey yoktu ve hiçbir şey yokken fısıltı kadar ürkek bir seda vardı. Seda rüzgârdandı. Rüzgâr ezik bir ruhun nefesiydi. Çocuk usulca rüzgârı avuçladı ve yarası iyileşti. Bir gün hepimizin yarası iyileşecek. Vallahi bak! Bizim o hoş avazları, neşeli şarkıları, içimizi titreten teraneleri ve yaramızın yerini unutmamamız lazım. Senden öncesini anlatmalıyım evvela. Avucunda sakladığın rüzgârların nereden geldiğini falan… “Bu rüzgârlar nerede doğuyor anne?” diye sorup dururdun ya…

Onun hikâyesini anlatacağım sana. Evvelden rüzgâr tedirgin bir nefesti. Bir “Ah”tan doğdu, büyüdü, büyüdü ve şenlik oldu. Şenlik bütün şarkıların rüyasıydı. Ve rüyası, rüya olmak olanın hikâyesi böyle yazıldı. Sana dokunan her rüzgâr senin kokunla boyanır çocuk. Bu hikâyede rüzgârların nereden doğduğunu anlayacaksın, rüzgârların kokusu olduğunu… Bir bahar akşamı pencerenden bir hırsız gibi süzülen esintinin getirdiği iğde, ıhlamur, hanımeli ve yasemin kokuları, bu ömrün sana bahşedebileceği en latif hediyelerdir. Geri kalan her şey bir “Ah”tan doğan rüzgârın içinde sönüp gider bir gün. Esirgeyen, bağışlayan fısıltıların solup gittiği bir rüzgârın geride bıraktığı hüzzam ile başlarım.

avucumda şefkatin
gülünç olmadığı zamanların
sakınılmış buseleri
avucumda acemi sevdalanmanın
aksisedası
avucumda
eski zaman şarkılarının
hatırda kalamayacak kadar
hicranlı nağmeleri
avucumda
yaralı zamanların bineva fısıltıları
avucumda hep hepyek gelen bir çift hileli zar
avucumda rüzgâr
rüzgâr
ah, rüzgâr var.

I- Hüzzam 

1. Sır tezgâhı

Henüz hiçbir şey yoktu ve hiçbir şey yokken fısıltıdan bile ürkek saadet vardı. Saadet sese dökülemeyecek kadar kırılgandı ve kirli turuncu, loş bir ışığın altında titriyordu. Üç gündür süren lodos nedeniyle hasar gören cereyan şebekeleri yüzünden, Samatya’nın iki mahallesi haricinde şehrin büyük kısmı karanlığa gömülmüştü. Firdevs o gece, kâinatın rahmi olan boşlukta zil gibi sarhoştu. Vücudu bez bir bebek kadar denetimsiz, zihni ışık huzmesi içinde kıpraşan zerreler kadar savruk ve bulanıktı. Kocasının udundan yayılan esrarlı şarkıyı zehir yeşili bir rüyada dinlemişti. Ayılmak istedi ama şarkıdaki efsun, örümcek ağına düşen bir sinek gibi kavramıştı onu.

Görünmeyen sicimler Firdevs’i, Marmara Denizi’nin derinleri kadar dingin ve karanlık bir âlemin gövdesine raptetmişti. Bilinen ve hissedilen her şeyin eski bir rüya kalıntısı olduğu bir yerdeydi şimdi. Ne kadar da müdafaasızdı. Kocasının çaldığı şarkı onu öyle bir hiçliğin içine hapsetmişti ki oradan kaçabilmesi, ayılabilmesi imkânsızdı. Aşinası olduğu bir ses, durmadan konuşuyor ve günah kusuyordu. Sureti olmayan bir hayaldi konuşan. Bir hayalet… Kimdi o? Aklını bulandıran, asabını bozan o sesi tanır gibi oluyordu ama dilinin ucuna gelen ve kaybolan bir isimdi o. Kimdi konuşan? Bir yılan tıslaması kadar uğursuz ve tehditkâr sesi gayet iyi biliyordu ve ondan tiksiniyordu. “Ya Rabbim, sustur bu sesi!” demek için dudaklarını araladı ama o hüzzam şarkı biraz daha koyulaştı; Firdevs’in dudaklarını kıpırdatmaya mecali kalmamıştı, yine de bir inilti çıkardı ve o sızılı seda, konuşmanın içinde eridi, günah dolu itirafların parçası oldu. O zaman anladı ki konuşan ve her kelimesinde dönüşsüz bir yola giren kendisiydi. Kendi sesinden tiksindi.

Batıyordu. “Eyvah!” dedi içinden. “Daha bir bedenin yokken, günahı tanımadığın zamanları hatırla. Hatırla ve ona dön” buyuruyordu o büyülü hüzzam şarkı. Yaradan’ın o müşfik ve kahredici ahengiydi bu. “Bir bedenle buluşmadan önceki ruhun, rüyalı salınışıyla nasıl endişesizce dalgalanırdı musiki denilen bu esrarlı rüzgârda. Sonra nasıl olduysa hayatın sana yetmediğine karar verdin bir akşamüstü. Kapının önündeki ulu ardıç ağacının dallarını sarsan, yapraklarını hırçın bir tokatla savurup geçen rüzgâr, senin içindeki günahın kalıntılarını da süpürüp götürmeliydi Firdevs.

Öyle olmadı mı yoksa? Eyvah Firdevs, eyvah! Sen neler söylüyorsun böyle! Sırrın ve sıvan dökülüyor, çıplak bile değilsin, için görünüyor artık, günahla delik deşik olmuş ruhun ayan oldu. Eyvah Firdevs, eyvah! Sözlerin nasıl dönüşsüz bir yola soktu seni böyle! İnkâr edemezsin, kıvırtamazsın, ‘Hayır öyle demek istemedim esasen’ diyebileceğin hiçbir şey kalmadı ki! Kendini kustun sen.” Bir an ayılacak gibi oldu Firdevs. “Bir şey mi söylüyorum ben? Neden kocam öyle bakıyor yüzüme, gözyaşlarının sebebi benim dudaklarımdan dökülen günahkâr sözler mi? Ne oluyor burada! Eyvah! Ne olur beni susturun!” Düşünmek için geç kalmadın mı? İnsanın pişman bile olamayacağı bir eşik var Firdevs, sen onu geçtin bu gece. Geç kalmıştı kadın. Günahkâr sırlar ortalığa dökülürken, o bir kenarda düğümün çözülüşünü seyrediyordu çaresizce. Nasıl bir sihirdi bu böyle, nasıl bir efsuna yenilmişti! Ah be Firdevs! Sırlar patlayıcı, uçucu, yanıcı maddelerdir. Karanlıktan korkar onlar, ışıktan korkar, loşluktan korkar. Sır sesten ve sükûttan korkar. Sır kendisinden bile korkar vallahi. Ve korkulan oldu işte! Günahların bir işporta tezgâhına yayılmış, müşterisi olmayan ucuz mallar gibi şimdi. Firdevs yeni bir hüzzam dalganın içinde çalkalanırken gözleri usulca kapandı yeniden. Yanakları al aldı, tedirgin kasılmalarla seğiren bedeni yanıyordu, uçları aşağı kıvrılan dudakları heyecanla titriyordu. İhanet, kir ve cürüm dolu bir hadisenin hatıraları saçılmıştı geceye. Boyun damarları şişmiş, sayıklamalı sözleri Udi Nubar’ı dehşete düşürmüştü ama adam çalmayı bırakmadı.

Kadının günahlarının en karanlık zulasında gezinmek istiyordu. Gözlerinden damlayan yaşlar udun kapağında sürekli yayılan, genleşen bir leke yaratmıştı. “Nasıl bir belaya düştüm, ah keşke…” diye fısıldadı ama Firdevs’in günah teranesinin gerisinde kayboldu sesi. “Keşke” diyebileceği hiçbir şey yoktu zavallı Nubar’ın. Kendi yarattığı efsun onu kahretmişti. Karısının sırlarını ortaya döken o sihirli şarkıyı çalmıştı bir sefer. Dönüşü olmayan bir yola girmişlerdi. Küçük Ayasofya’da, önünde küçük bir bahçe bulunan, iki katlı, üst katında geniş cumbası olan taş bir evdi burası. Cumbalı geniş odaya “bestegâh” derdi Nubar. Tavandaki çengellerde ve duvarlardaki raflarda otuz altı tane ud vardı. Nebatat kokusuyla yüklü rüzgâr aralık pencereden estiğinde masanın üzerindeki gaz lambasının kirli turuncu ışığı titriyor ve Firdevs’in çehresinde bir gölge oyunu yaratıyordu. Kadın gözlerini yeniden açtı ama bir şey göremiyordu.

Henüz kâinatın yaratılmadığı, uzak, çok uzak bir mazide kısılıp kalmıştı. Kurmalı bir oyuncak kadar mekanik kıpırtılarla günahlarını kusan dudaklarından başka hiçbir uzvunda hayat emaresi yoktu Firdevs’in. Parmaklarının arasındaki şarap kadehi usulca yana yatmaktayken, kocası başladığı gibi kısa taksim etti ve çalmayı bıraktı. Cansız bir bedeni hatırlatırcasına kolçaklı iskemleye yayılmış olan kadına baktı, gözlerini kuruladı. Cumba penceresi, küçük bir çengelle kasaya sabitlenmiş, iki parmak kadar bir aralık bırakılmıştı. Oradan içeri sızan rüzgâr, gaz lambasının alevini sertçe titretti, tavana asılı üç udun teknesinin birbirine vurmasına sebep oldu. Aynı esinti odada dolaşıp Firdevs’in uzun, sarı saçından bir perçemi alnına savurdu, bu perçem yüzünü ortadan ikiye böldü. İki ayrı zamana, iki ayrı hayata bölündü Firdevs. Bir yanı öbür yanını inkâr ediyordu.

Boş kadehi kucağında, gevşemiş işaretparmağıyla başparmağının arasında eğik duruyordu artık. Birkaç yudum şarap akmış, mor, mine çiçeği desenli yeşil emprime elbisede kahverengi bir leke yapmıştı. Leke yayıldıkça yayvan bir kalp şekline dönüyordu. Kadın dinlediği şarkıyla, Udi Nubar ise karısının büyülü rüyasındaki itiraflarıyla sarhoştu şimdi. O gün her şey ne kadar sıradandı oysa. Saadetin sıkıcı hale geldiği günlerden biriydi. Firdevs kocasının doğum gününü hatırlamasa, ona bir hediye almasa bu yıkım yaşanmayacaktı. Dönüşsüz bir yola girmişlerdi artık. “Ah Firdevs, keşke…” dedi Nubar, karısının parmaklarının arasında iğreti duran kadehi alıp çalışma masasına koyarken. Cümlesi bir iç çekişle sonlanmıştı. Doğrusu da buydu. Söylenebilecek bir şey yoktu. Keşkeye yer kalmamıştı onların bahtsız hikâyesinde. Derin bir iç çekiş anlatamıyorsa, başka hiçbir şey anlatamaz bazı şeyleri. Bir lisanda iç çekişten daha ağır bir kelime varsa, o kelime zamanla kaybolup gitmeye mahkûmdur. Çünkü sahtedir, ona inanma. O günün sabahı da diğer günlerden farksızdı. Hâlâ bir “keşke”lik yolları vardı Nubar ile Firdevs’in. Usanç verici saadet hikâyeleriyle sarhoştu ikisi de. Beş ay evvel Tahir doğmuştu. Küçük Ayasofya’da, bebek kokan bir evde, saadet rüyasına yatmışlardı. Ah be Nubar! O cini nasıl çıkardın lambadan? Şimdi ne yapacaksın? Sabah uyandığında, o gün otuzuna basacağını hatırladığında gülümsedin ve karına baktın. “Acaba” dedin içinden onu seyrederken, “hatırlayacak mı?” On altı saat önce tek gailen buydu, değil mi? Firdevs bir sürpriz ustasıydı. Bir şey saklıyorsa, yüzünde, davranışlarında sırrına dair hiçbir işaret göremezdin.

Akşama enginar pişireceğini söylüyor, yoğurtçunun geçip geçmediğini soruyor, Tahir bebeğin udunun gerdaniye tellerinden birinin koptuğundan bahsediyor, plakları silip raflardaki yerlerine yerleştiriyordu. Nubar, karısının doğum gününü unuttuğundan emin olmuş ama içerlememişti. Hurdegir tabiatlı biri değildi. Yine de bir ara, “Bugünün bir hususiyeti var mı sence?” gibi bir şeyler mırıldanacak olmuş, Firdevs’in koşar adım mutfağa gitmesi üzerine bundan da vazgeçmişti. Karısına doğum gününü hatırlatmak isteyişinin tek sebebi, onun daha sonra suçluluk hissetmesine mani olmaktı. “Ben ne kadar hodbin bir kadınım, sevdiğimin doğum gününü unutmuşum, o vakit benimkini de unutacağız, belki kendime olan tiksintim biraz teskin olur” falan gibi şeyler söyleyecekti büyük ihtimalle.

Nubar, Firdevs’in hareketlerinde bir sürprizin işaretini aramaktan vazgeçmişti ve o gece yatmadan önce, sanki öylesine aklına gelmiş gibi “A, biliyor musun, bugün benim doğum günümdü” demeye karar vermişti. Böylece gece bitmeden kadın sarılıp onu öpecek, ortada atlanmış, ihmale gelmiş bir durum kalmayacaktı. Doğum günü hediyesi olarak hararetli bir sevişmenin hatırası kalırdı geriye. Daha ne olabilirdi ki? Henüz hiçbir şey yoktu ve hiçbir şey yokken fısıltıdan bile ürkek bir saadet vardı. Saadet sese dökülemeyecek kadar kırılgandı ve loş, kirli turuncu bir ışığın altında titriyordu. Üç gündür süren lodos hırçın bir fırtınaya dönmüştü. Kapının önündeki ulu ardıç ağacının ince dalları, üst kattaki cumba pencerelerini kamçılıyordu. Firdevs akşam ezanının bitmesini beklemiş, Nubar’ın odasının kapısını ayağıyla iterek açmıştı. Sol elinde bir şişe şarap, parmaklarının arasında iki kadeh tutuyordu. Göğüs hizasına gelen, ağır olmadığı anlaşılabilen karton bir kutuyu ayağıyla ihtimamla sürüyerek içeri girdi. Mor çiçekli, askılı, yeşil emprime elbisesini giymiş, makyaj yapmış, hususi geceler için sakladığı Parisienne parfümünü sıkmıştı. Nubar, oğluna bırakacağı ders notlarını düzenlerken, elinde şarapla odaya giren karısına gafil avlanmıştı. Firdevs onun doğum gününü unutmamıştı demek ki.

Öyle iri bir hediye paketini nerede saklamış olabilirdi? Firdevs, uzun bir hasretliğin vuslatında olabileceği gibi kocasını sıkı sıkı kucakladı ve fısıltıyla “İyi ki doğmuşsun, sen olmasan öksüz kalırdım, biliyorsun değil mi canikom?” dedi, gözleri nemlendi. İki parmak aralık pencereden içeriye, yan bahçenin köşesindeki bodur iğdenin kokusunu getiren rüzgâr onun emprime eteğini dalgalandırıncaya kadar, hülyalı bir resim halinde kaldılar. Bedenlerindeki her hareket, bir sevişme anında olduğu gibi birbirine yansıyordu.

Alt katta uyuyan Tahir bebek ağlamaya başlayınca Firdevs kocasının yanağına bir buse kondurup telaşla odadan çıktı. Saadet, ah saadet, huzursuz bir uykudan uyanıp ağlayan bir bebenin avazındaki sabırsızlığa direnemeyecek kadar kırılgandı o zamanlar. Hiçbir şey yoktu ve hiçbir şey yokken saadet vardı işte, dedim ya. Firdevs alt kata inip Tahir’i teskin edip döndüğü vakit kocasını büyülenmiş bir şekilde hediyesini kucağında okşarken buldu. Kederli bir tebessümle ağlıyordu. Kadın ürperdi ve kocasının yüzüne baktı bir müddet. Onun neden ağladığını anlamaya çalıştı. Udun nereden geldiğini anlamış olabilir miydi? Böyle bir şey mümkün müydü? Yoksa öylesine değerli bir hediye aldığı için içlenmiş de mi ağlıyordu? Yirmi iki aylık birliktelikleri süresince Nubar’ın nasıl kırılgan bir ruhu olduğunu anlamıştı ama onun bir çocuk gibi ağlamasına mana veremedi. Bir şeyler sezdiği muhakkaktı.

Benzer İçerikler

Döngel Dünya | Ethem Baran

yakutlu

Senelerce Senelerce Evveldi | Selçuk Altun

yakutlu

Kinley MacGregor – Cazibenin Efendisi – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy