Çocuk ve gençlik edebiyatımızın güçlü kalemi Miyase Sertbarut’tan, yaşamımızdan uçup giden güzellikleri, değerleri çocuk gözüyle yansıtan öyküler…
Kitapta yer alan öykülerin her biri, merak dolu bambaşka bir dünyanın kapılarını aralıyor. Merak beraberinde renkli ve yaratıcı çözüm yolu arayışlarını da getiriyor. Her öyküde farklı bir iz peşinde koşan kahramanlarımızın iki dargın anneyi barıştırdıkları da oluyor, horoz dövüştürmeye merak salmış bir dayıyı dize getirdikleri de. Kimi zaman kaçak bir muhabbet kuşunun sahibinin izini sürerken, kimi zaman yabancı dildeki tabelaların oluşturduğu dil kirliliğine karşı bir savaşta buluyorlar kendilerini. Ama ne olursa olsun her öyküde maceranın ve merakın yarattığı heyecanın dozu katlanarak yükseliyor. Merak denilen şey öyle güçlü bir his ki, çocukları, Şeker Bayramı kutlama bahanesiyle yaşlı ve yalnız yaşayan komşularının zillerine bastırıp kapalı duvarlar ardında neler yaşandığını gözetlemeye kadar varabiliyor.
Bayramlarda yaşlı ve yalnız insanları ziyaret etmek, yabancı sözcüklerin pıtrak gibi çoğalmasından dilimizi koruma çabaları, masal ve tekerlemelerdeki ana dili tadı ve benzeri güzellikleri duyumsatan; doğa ve hayvan sevgisinin yürekten hissedildiği, özellikle üzerine bahis oynatılarak ölümüne dövüştürülen hayvanlar için girişilen mücadelenin tüm çocuklara ilham vereceği öyküler.
İz sürmek heyecan verir ve her çocuğun içinde bir dedektif gizlidir.
İkizler İz Peşinde, içinde gizlediği dedektifi bir ömür boyu yaşatmayı hayal eden çocuklara adanmış hayatın içinden, hayat kadar gerçek bir öykü pınarı…
İKİZLER İZ PEŞİNDE
O akşam televizyon haberleri yine tam yemek saatine rastlamıştı. Annem tabaklarımıza çorba koyarken sızlanmaya başladı. “Üff, yine iştahımız kaçacak.” Sonra babama yalvarırcasına baktı. “Sedat, lütfen kanalı değiştirir misin?” Babam, çorbasına bandırdığı ekmeği ağzına atıp duymamış gibi ekrana bakmayı sürdürdü. Annem biraz daha söylenince ağzı dolu dolu konuştu. “Gülay, bütün gün işteyim, hiç haber izleyemiyorum. Dünyada neler olup bitiyor, vallahi haberim yok.” Annem suratını astı. “Hiç iyi bir şey olmuyor canım. Trafik kazaları, afetler, işsizlik sürüp gidiyor.” Sonra bizden destek bekledi: “Çocuklar, siz haberleri izlemek istiyor musunuz?” Hayır, istemiyorduk. Şöyle curcunalı bir yarışma olsa daha iyi olurdu. İkiz kardeşim Pınar’a baktım. Gözlerimle sordum:
“Ne desek şimdi? İştahımız kapanır, desek babamız gücenir. Kapanmaz, desek hem yalan söylemiş oluruz hem de annemiz gücenir.” Gözlerimizle konuşmamızın sonucunda Pınar sözcülüğü bana bıraktı. “Haberin niteliğine göre değişir anne.” Annemin istediği yanıt bu değildi tabii. Bizden destek bulamayınca televizyona bakmamaya çalışarak çorbasını içmeye başladı. Haber sunucusu kaşını gözünü garip garip oynatarak, dudaklarını abartılı abartılı açıp kapayarak ilk haberi görüntülerle birlikte vermeye başladı:
“Sayın seyirciler, son günlerde çoğalan çöp evlere bugün bir yenisi daha eklendi. Komşuların şikâyetleri üzerine ortaya çıkan bu olay, mahalledeki herkesi şaşırttı. Yetmiş iki yaşındaki Şerife Hanım evindeki pislikler belediye tarafından götürülürken gözyaşlarını tutamıyordu.” Kardeşimle ben bu haberi ilginç bulup şaşkın şaşkın ekrana bakarken annem elini ağzına kapatıp banyoya koştu. Babam da televizyonu kapatmak zorunda kaldı. Annem yeniden masaya döndüğünde babam, “Ne kadar hassas bir miden var Gülay.” dedi. “Görmedin mi Sedat, iğrenç bir evde yaşıyordu kadın. Her tarafta çöpler, sinekler, mikrop yuvası…”
“Bazen bizimkilerin odası da öyle.” Aklımdan savunma sözleri geçirip en etkilisini kullanmak üzereydim ki Pınar benden önce davrandı. İnsanın kardeşinin olması ne güzel. Böylece ana babaya karşı kmak için tek başınıza kalmıyorsunuz. Pınar, en iyi savunmanın saldırı olduğunu düşünenlerdendi. “Haberciler, senin çalışma odanı çekselerdi daha iğrenç görüntüler elde ederlerdi baba.” Annemin gözlerindeki ışıltıdan bu saldırıyı memnunlukla karşıladığını anladım. O da babamın dağınıklığından ve biriktirme tutkusundan çok yakınırdı. Babam on beş yıllık elektrik, su, telefon faturalarını bile atmaz. Belki bir gün borç çıkartırlarsa elimde delil olsun diye saklar. Ötesini siz düşünün. Kardeşimdeki ve bendeki biriktirme hastalığı da babamdan bize genetik yolla geçmiş olmalı. Annem de biriktirmeyi sever aslında. Dolabının bir çekmecesi kaçık çoraplarla dolu. Kullanılmayacak kadar eskimiş giysilerden söküp biriktirdiği düğmeler üç kavanoz dolusu.
Evdeki herkes kendi haline bırakılsa bizim ev de televizyonda gördüğümüz çöp eve kısa sürede dönüşebilirdi. Kimse bir şey atmaya kıyamıyor, durmadan biriktirip duruyorsa neden bu konuda tartıştığımızı merak ediyor olabilirsiniz. Sorun şu: Hiç kimse diğerinin biriktirdiğini önemli bulmuyor. Örneğin babamın kırka yakın bozuk çakmağı evde bulundurması bana anlamsız geliyor. Babam ise benim eski oyuncaklarımı hâlâ kitaplığıma dizmemi anlamıyor. Pınar, annemin boşalmış reçel, kahve, turşu, mayonez kavanozlarını bir gün işe yarar diye mutfak tezgâhının altına sıralamasına kızıyor. Pınar’la ikiz olduğumuz halde onunla bile değer verdiğimiz şeyler konusunda tartışma yaşardık. Ben onun teneke kutularından bıkmıştım. Meyve suyu ya da kola içtikten sonra kutusunu atmaz, dışarıdaysak çantasına koyar, çantası yanında değilse eve kadar elinde taşırdı. Bizim odanın balkonunda iki çuval dolusu teneke kutu var.
Televizyonda bu kutulardan gerçek bir ev yapıp içinde yaşayan bir adam görmüş, o da bir gün kutularla aynı şeyi yapacakmış. Neyse ki sık taşınan bir aileyiz de biriktirdiklerimiz korkunç boyutlara ulaşmıyor. Taşınma öncesi eşyaları toplamak, paket yapmak zor gelince atmak zorunda kalıyoruz. Tabii kimse kendi birikimlerini atmaya kıyamıyor, bunu bir başkası üstleniyor. Ben Pınar’ın teneke kutularını atıyorum, o da benim eski ders defterlerimi, kolu bacağı kırık bebeklerimi, plastik ve kâğıt bardaklarımı atıyor. Kimi zaman atılmaması gereken şeyleri de attığı olmuştu. Hiç hoşlanmadığı peçete koleksiyonumu böyle bir taşınma sırasında yok etti. En değerli birikimimdi oysa, tam üç yüz değişik desende peçete… Hâlâ içim yanıyor. İşte o gün masada birbirimizi suçlamamız boşuna değildi. Yemekten sonra ders çalışmak için Pınar’la odamıza kapandık. Annemle babam da gereksiz şeyleri biriktirmek konusunda birbirlerini suçlamaya devam ettiler. Türkçe dersi için kitap özeti çıkartırken bir yandan da televizyondaki o yaşlı kadını düşünüyordum. Kim bilir kadıncağızın gözünde ne kadar değerliydi o çöpler. Yoksa niçin ağlasın ki? Bu konu Pınar’ın da kafasını kurcalayıp duruyormuş. “Çınar, sence bir gün biz de o kadın gibi mi olacağız? Baksana bu yaşta biriktirmeye başladık, yaşımız yetmiş olduğunda dağlar kadar olur bunlar.”
Ciddi ciddi korkuyordu.
“Korkma, günde bir kez çöp kovası boşaltmaya gidiyorsak, şimdilik sorun yok demektir.”
Pınar tedirginlikle mırıldandı.
“Şimdilik evet, şimdilik…”
Yeniden kitap özetine dönerek bu konuyu unutmaya
karar verdim, ama kardeşim rahat bırakmıyordu ki.
“Bizim apartmanda da öyle biri var mı acaba? Yani
şu televizyondaki yaşlı kadın gibi biri.”
Omuz silktim.
“Varsa var, bize ne?”
“Bize ne olur mu? Belediyeden gelen olursa bizim
balkonu da fark eder. Teneke kutularımı onlara vermeye
hiç niyetim yok.”
“Saçmalama, bizim ev normal bir ev.”
Kafasına takmıştı bir kez.
“Aslında üzüldüm ben kadının haline. Bizim apartmanda öyle biri varsa, belediye gelmeden ona yardım
etmeliyiz.”
Kötülük nasıl bulaşıcıysa iyilik de bulaşıcı galiba.
Kardeşimin böyle düşünmesi benim de iyilik damarımı
kabarttı. Ama bu konuda fazla bir şey yapamazdık sanırım.
“Haklısın ama bizim binada öyle birinin yaşadığını
sanmıyorum.”
Pınar özet defterimi çekip aldı önümden.
“Duvarların arkasında ne var nerden bileceksin?”
“Ne yani duvarları mı yıkalım?” diye güldüm.
“İpucu bulabiliriz Çınar.” dedi heyecanla.
“Macera arıyorsan çok da doğru bir konu seçmemişsin.” diye heyecanını kesmek istedim. “Sen bu işi hafife alıyorsun, içinde iyilik duygusu yok mu?” “Tamam iyilik meleği, tamam! Başlayalım bakalım, elimizde ne var, hangi ipuçları var? İlk önce bizim evi eleyip araştırmaya kırk dokuz daireyle devam edebiliriz.” diyerek biraz dalga geçmek istedim. Hiç tınmadı. “Haberlerde de hep görüyoruz ya, böyle insanlar yaşlı ve yalnızlar. Bu bir ipucu.” Pınar’ın dedektifliğe ne kadar yatkın olduğunu böylece anlamış oldum. Araştırmamıza ertesi gün başlamak üzere ödevlerimize geri döndük. Bir süre sonra uyku bastı ve yataklarımıza geçtik.
O gece rüyamda gün boyunca yaşadıklarımızı karmakarışık bir halde gördüm. Evde biriktirilen ne varsa üzerime üzerime geliyordu. Eşi kaybolmuş ayakkabı bağcıkları, rengârenk gazoz kapakları ve düğmeler, kesik kumaş parçaları, kaçık çoraplar, eski faturalar, bozuk çakmaklar, sapı kırılmış bıçaklar, teneke kutular, küçük cam kavanozlar, kolu kopmuş oyuncak bebekler… Ne varsa, ne varsa… dolaplardan, çekmecelerden, yatak altlarından, kutulardan, çuvallardan çıkıp üzerime üzerime geliyorlardı. Ben korkup bir köşeye siniyordum. Onlar çevremde bir daire oluşturup bir ağızdan bağırıyorlardı: “Biz ne olacağız? Biz ne olacağız?” Uyandığımda sözler hâlâ kulağımdaydı. “Biz ne olacağız?” Onların sorusunu cevaplamayı daha sonraya bırakarak hâlâ uyuyan Pınar’ı uyandırdım.
Okul için hazırlanıp kahvaltımızı yaptık ve sokağa çıktık. Çöp kutusunun yanından geçerken Pınar’ın gözünün çöpe atılmış teneke kutulara takıldığını gördüm. Kolundan çekiştirip uzaklaştırdım hemen. “Görmüyor musun ne kadar pis! Yemek artıklarıyla, çocuk bezleriyle yan yana… Hem çöp biriktiren insanları kurtarmak istiyorsun, hem de gözün çöplükte.” Bir köpek gibi silkinip kendine geldi. “Tamam, geçti merak etme. Bak bugün başlıyoruz araştırmaya, tamam mı? Okul dönüşü İsmet Amca’ya uğrayalım.” İsmet Amca bizim apartman görevlimiz. “Eee, onun da mı biriktirici olduğunu düşünüyorsun?” “Hayır, o hangi dairede kimin yaşadığını biliyor. Böylece yaşlı ve yalnızların kapı numaralarını ondan öğreniriz.”
“Öğrenince ne olacak, o insanlar bize kapıyı açıp hadi evimi kontrol edin mi diyecek? Saçma!” “Hiç de değil, benim planım şu. Bir hafta sonra Şeker Bayramı değil mi? İşte o evlere bayramlaşmak için gideriz.” Tüylerim diken diken oldu. “Korku filmi gibi.” dedim. “Bayramlaşmanın nesi korkunç!” diyerek şaşkın şaşkın baktı yüzüme. “Sen haberlerde gözünü kulağını kapatıyorsun galiba. Geçen yıl bayramlaşmaya giden kaç çocuk kayboldu, duymadın mı?” Onun da yüzü azıcık sarardı ama vazgeçecek gibi değildi. “Biz kandırılacak kadar küçük değiliz ki. Hem girmeyiz evin içine, kapıdan bayramlaşırız.” diye başka yollar aramaya başladı. “Evlerine giremesek bile kapı açıldığında gördüklerimiz durumu anlamaya yeter bence. Evin kokusundan bile çöp biriktirdikleri belli olur.” Pınar’ın kafası benimkinden daha mı iyi çalışıyor ne? İkizlerin zekâ düzeylerinin eşit olup olmadığını internette araştırmalıydım. Kıskandığımı ona belli etmedim. “Peki, öyle yapalım iyilik meleği.” dedim. “Bir sonuç alamasak bile bayramlaşmaya gittiğimiz için sevinmiş olurlar, hem bir sürü şekerimiz, çikolatamız da olur.” Okul dönüşü İsmet Amca’yı bahçedeki çimleri sularken bulduk. Koşarak gittik yanına. Sorumuzu duyunca şaşırdı. “Çocuklar, apartmanda oturanları tanımıyor musunuz?”
Bu suçlayıcı şaşkınlığı anlamadık doğrusu. Elli dairelik koskoca apartmanda insanların hepsini nasıl tanıyalım ki? Zaten oraya taşınalı bir buçuk yıl oldu. Ben hemen savunmaya geçtim. “İsmet Amca, biz senin gibi zamanımızı kapının önünde, bahçede geçirmiyoruz ki. Öyle olsa herkesi tanırdık.” Pınar da durumu kurtarmaya çalıştı. “Ama tanıdığımız üç aile var, karşı komşumuz; çünkü kapıda onlarla karşılaşıyoruz. Alt kattakileri de tanıyoruz; çünkü gürültü yapıyoruz diye uyarmaya geliyorlar. Bir de üst kattakiler; çünkü biz de onları gürültü yapmayın diye uyarıyoruz.” Bu açıklamalar İsmet Amca’yı güldürdü. Şaşkınlığı ve suçlayıcı bakışları geçince bu kez merakı öne çıktı. “Ne yapacaksınız bu yaşlı insanların dairelerini öğrenip ha? Bir yaramazlık mı planlıyorsunuz yoksa?” İsmet Amca kuşkucu, inatçı ve meraklıydı. Pınar bu kapı numaralarını öğrenebilmek için son çareye başvurdu. En masum bakışıyla, en tatlı ses tonunu kullandı: “Şeker Bayramı yaklaşıyor ya İsmet Amca, biz de Çınar’la düşündük taşındık, herkesi ziyaret edemeyiz hiç olmazsa yaşlı insanların bayramlarını kutlayalım dedik.” Pınar’ın bu bakışı ve tatlı sesi her zaman işe yaramıştır. Okulda sınav erteletme işi de bu yüzden hep ona düşer. İsmet Amca da etkilenmişti. Takdir dolu gözlerle süzdü bizi. “Aferin çocuklar, aferin! Analarınızın babalarınızın düşünemediğini siz düşünmüşsünüz.”
…