Yapay zekâ, ne kadar “yaratıcı” olabilir?
Miyase Sertbarut, edebî yaratıcılığın boyutlarını sorguladığı Yapay Zekâ’nın İsyanı’nda, hızla dijitalleşen dünyada kendi varlığını oluşturmaya çalışan genç bir yazar ile son teknoloji harikası bir dijital asistanı karşı karşıya getiriyor.
Sürükleyici kurgusuyla okurunu kıskıvrak yakalayan kitap, insan zihninin ezber bozma yeteneğine isyan bayrağı çeken bir yapay zekânın “benlik” kazanma arzusunu ustalıkla hikâyeleştiriyor.
Fikir ve sanat eserleri özelinde hak ihlalleri ve etik değerler üstüne düşündüren Sertbarut; insanların, hayat verdikleri makinelerle er ya da geç zorlu bir çatışmaya girişeceği öngörüsünde bulunmayı da ihmal etmiyor.
Atanamamış bir öğretmen olan Hikmet’in en büyük hayali, gelecekte iyi bir yazar olmaktır. Bu uğurda yayınevlerinin kapısını aşındıran genç adamın talihi bir türlü yüzüne gülmez. Kaderine razı geldiği bir dönemde aklına eski bir dostu düşer. Ta Amerika’dan kendisine uzanan yardım eli Hikmet’i tekrardan yaşama bağlayacak güçtedir. Yeni dijital asistanı Sera Gold sayesinde belki de tüm zamanların en iyi romanına adını yazdırmayı başaran Hikmet’in yazın serüveni bambaşka bir yöne evrilmek üzeredir. Tüm bu olaylar yaşanırken üç liseli genç de bu girift maceranın parçaları hâline gelirler. Hackerlığın ve sosyal medyanın sınırlarını zorlayan Özge, Funda ve Aras; Sera’ya yem olmadan Hikmet’i içinde bulunduğu çıkmazdan kurtarabilecek midir?
Esin kaynağını yapay zekâ programları tarafından yazılan “gerçek” metinlerden alan Miyase Sertbarut, bu romanıyla edebiyatın sadece insanlara değil makinelere de ruh kazandırabileceğini gösteriyor.
Bir metni edebî eser kılan unsurların en temeline, yani duygulara değinirken zaaflarına yenik düşen gerçek ve sanal ruhların hayatlarından çarpıcı kesitler paylaşan Yapay Zekânın İsyanı, sürpriz sonuyla okurları şaşırtıyor.
BÖLÜMLER
1. Şans Kafesi……………………………………………………….7
2. Eve Dönüş……………………………………………………..23
3. Asistan Arayışı…………………………………………….32
4. Körili Kahve………………………………………………….43
5. Sera Gold’la Tanışma………………………………..55
6. Çalınan Coğrafya Soruları……………………… 77
7. Bin Kollu Örümcek……………………………………. 81
8. Boşboğazlık ………………………………………………….89
9. Gurur Meselesi………………………………………….. 96
10. Aras’ın Korsanlığı …………………………………109
11. Eski Bir Okul Arkadaşı Daha ……………. 130
12. Karakutu Açılıyor………………………………….140
13. Fotoğraftaki Eksik Kişi…………………………152
14. Manuel Yol………………………………………………. 162
15. Yapay Zekâ Ana Bilim Dalı…………………172
16. Veda Videosu …………………………………………..176
1
ŞANS KAFESİ
Son dersteki biyoloji sınavında bütün sınıf sessizlik içindeydi. Özge cevap kâğıdını bir daha kontrol etti. İyi bir not alacağı açıktı, çünkü tüm sorular kitapta altını çizerek çalıştığı yerlerden gelmişti. Funda’nın oturduğu tarafa baktı. Arkadaşının yüz ifadesinden, sınav süresini son saniyeye kadar kullanacağını anladı. Ayağa kalktı, içeride boş boş oturmaktansa dışarıda bekleyebilirdi. Kâğıdını öğretmenin masasına bıraktı, Funda’nın yanından geçerken “Çıkışta bekliyorum.” diye fısıldadı. Öğrencilerin çoğu binayı terk edip servislerine binmiş ya da otobüs duraklarına yürümüşken Özge hâlâ Funda’yı bekliyordu. Dokuzuncu sınıftaydılar, karakterleri biraz farklı olsa da yakın arkadaştılar. Özge can sıkıntısıyla okulun pencerelerine baktı. Sonra gözünü bahçeye inen geniş merdivenlere çevirdi. Daha önce inip çıkarken defalarca saydığı on iki basamağı uzaktan bir daha saydı. “Hayret, hep aynı çıkıyor.” diye kendi kendine espri yaptı. Bakışları okulun devasa tabelasına gitti. Oyalanmak için okulun adını tersten okudu: İSESİL NAYALĞAÇ.
Sanki bu ters hâliyle kulağa daha sevimli geliyordu ama yumuşak g’yi söylemek biraz zor olmuştu. Yaptığı saçmalıklardan sıkıldı. Nerde kalmıştı bu kız? Kim bilir kime takılmıştı? Funda dışa dönük, deli dolu biriydi. Belki de şu anda öğretmenle bir sorunun yanlışlığı üzerine tartışıyor olabilirdi. Çantasından telefonunu çıkardı, tam mesaj yazacaktı ki Funda, şen şakrak hâliyle bahçe kapısında belirdi. “Nerde kaldın, beklemekten ağaç oldum!” “Hangi tür bir ağaç? Çınar, Çam, Köknar…” “Köknar diye bir ağaç mı var?” “Var.” dedi Funda. “Nar, işte o ağaçta yetişiyor.” “Bırak şimdi Vikipedi gibi uyduruk bilgi vermeyi de niye geciktin onu söyle.”
Funda alnındaki perçemleri kaldırıp gözlerini kırpıştırdı. “İşte bunun için. Nasıl olmuş?” Özge arkadaşının göz kapaklarındaki pırıltılı mavi çizgilere baktı. “Ne sürdün öyle?” “Güzel olmuş mu?” “Ne bileyim.” “Nasıl ne bileyim, güzeldir veya değildir.” “Pırıltılı bir şey işte, niye sürdün ki onu?” “Bir de soruyorsun. Şu yeni kafeye gideceğiz ya, ortam renkliyse uyum sağlamış olurum. Yanımda kıyafet olsa üstümdekileri bile değiştirirdim.” “Orada parti falan verdiklerini sanmıyorum, sıradan bir kafe. Belki sadece emekliler takılıyordur, ya da çay içen taksiciler…” Funda hafifçe kikirdedi. “Belki de on ikinci sınıfın gözdeleri.” “Onlar marka mekânlara gider, ara sokaktaki kafelere değil.” dedi Özge, sonra Funda’nın kolundan tutup hızlandırmaya çalıştı. “Hadi hadi, hızlanalım. Eve geç kalırsam ablam merak ediyor.” “Seninki de nasıl ablaysa… Anne gibi.” “O gecikirse ben de merak ediyorum.” “Beni kimse merak etmiyor.” dedi Funda.
Sonra bir kahkaha attı. “Sanırım her beladan kendimi kurtaracağıma eminler.” Adımları hızlandı, hedefleri lisenin yan sokağıydı. İki arkadaşın keşfetmek istediği Şans Kafesi henüz üç gündür açıktı. Bu sırada sınıf arkadaşları Aras, ikisini sollayıp önlerinde yürümeye başladı. Elindeki telefonla ilgilendiğinden kızlara bakmamıştı. “Sınavın nasıl geçti Aras?” diye seslendi Özge. Aras duymamış gibiydi, gözü hâlâ telefondaydı. “Onun atmosferi bu sokaklar değil ki.” dedi Funda. “Adam dijital dünyada yaşıyor.” “Resmen hackerlık yapıyormuş, doğru mu bu?” Funda’nın yüzünde bir küçümseme havası belirdi. “Abartıyorlar, birilerinin sosyal medya şifresini kırmak hackerlık mı?” “O kadarcık mı yani?” “Ay başka ne yapacak, banka şifresi kırıp hesap mı boşaltacak? Zaten öyle yapabilseydi şu çakma spor ayakkabıları giymezdi.” Aras duymuştu, başını çevirmeden bu lafı karşıladı. “Sensin çakma!” Funda umursamaz bir kahkaha attı. “Aaa, kulakları gerçekmiş!” dedi, sonra ciddileşip Özge’ye fısıldadı: “Bana neden çakma dedi bu şimdi?” “Biliyorsun işte, şu şarkıcıya benzemek istiyorsun ya, o yüzden.” “Kime? Güliz’e mi? Asıl o bana benziyor.”
“Amaan boş ver, Aras’ı mı ciddiye alacaksın? Zombi gibi geziyor işte.” Beş adım önlerinde yürüyen çocuk bunu da duymuştu ama hiçbir şey söylemedi. Özge için olumsuz bir cümleyi aklından bile geçirmezdi. Yalnızca şu sözü kendi kendine mırıldandı: “Bu zombi seni seviyor ama.” Sonra karşı kaldırıma geçip onlardan uzaklaştı. İki arkadaş, kafenin önüne geldiklerinde hiç de hayal ettikleri gibi bir durumla karşılaşmadılar. Masaların kaldırıma taşmış olabileceğini düşünmüşler, her masada sıkış tepiş oturan, kahkaha atan yaşıtlarını bulacaklarını sanmışlardı.
Sonuçta okul çıkış saatlerinde gençler evlerine dönmeden önce günün stresini atmak için böyle yerlere takılmayı severdi. Yeni yerler her zaman ilgi çekmez miydi? İşin tuhafı kaldırımda masa olmadığı gibi, içeride de kimse oturmuyordu. Hatta müşteri bekleyen garson bile görünmüyordu. “Sen şu mavi pırıltıyı boşa sürmüşsün.” dedi Özge, zafer kazanmışçasına. Funda’nın suratı asılsa da bu yeni ortam hakkında hâlâ umudu vardı. “Geldik artık, girip oturalım. Sonradan birileri gelebilir. Anla işte Özge, hemen eve kapanmak istemiyorum. Belki kahvesi güzeldir, belki yeni açıldığı için bedava kurabiye falan verirler…” Biraz hayal kırıklığı, biraz umutla kapıyı itip içeri girdiler. Saat beşe geliyordu. Onları bu mekâna çeken şey, biraz da tabeladaki isimdi. Büyük mavi harflerle yazılmıştı ŞANS KAFESİ.
Çoğu genç gibi onlar da şans denilen bilinmez mucizenin bazen bir kuş kanadına, bazen bir rakamın arkasına, bazen bir biblonun hamuruna saklandığına inananlardandı. Hatta Funda’nın boynunda şans kolyesi bile vardı. İnce bir zincire takılmış yıldız, kalp, pembe minik bir taş ve yonca; yoncanın dört yapraklı olduğunu sanırım söylememe gerek yok. Bir gün üç yapraklı yoncaların isyanını da anlatmak isterim ama bu kitap yeri değil, sadece kendime not düşmek istedim.
Aranızda konu sıkıntısı çeken bir yazar adayı varsa ona ilham olur belki de. Neyse, biz yeniden dönelim iki liseliyi izlemeye. Sokağı görebilecekleri bir masayı tercih ettiler. Çantalarını sandalyenin sırtına asıp garson ne tarafta diye bakındılar. Havada kahve ve çörek kokusu olduğuna göre servis yapacak biri, onlar göremese de vardı herhâlde. Hikmet mutfak kısmındaydı ve liseli iki kızın içeri girip oturduğundan habersizdi. Belki de giriş kapısına küçük bir çıngırak takmalıydı, kim giriyor kim çıkıyor anlardı. Genç adam bu işlerin acemisiydi. Eksiği gediği zaman içinde öğrenecekti. Elindeki tornavidayla bozuk prizi yerinden çıkarmaya uğraştı. Kafeyi açalı üç gün olmuştu, aksilikler bir türlü bitmiyordu. Anneannesinin para desteği olmasa burayı da açamazdı. Sadece sekiz masası olan küçük bir yer, masaların çoğu iki kişilik. Ara sokakta olması ucuza devralmasını sağlamışsa da işlek bir yer olmayışı, az müşteri demekti. Anneannesi zamanla ilgi göreceğini söylüyordu. İnsanlar bazı yerleri takıntı hâline getirirmiş, belki burası da öyle olabilirmiş. “Bak göreceksin, üç hafta sonra masaların dolacak, şans yüzüne gülecek.” demişti. Komşularına fal bakarken de benzer şeyler söylerdi: “Üç vakte kadar müjde alacaksın…” Üç vaktin sınırını çoğu zaman karşısındakine bırakırdı.
Üç gün mü, üç ay mı, üç yıl mı? Fincan her şeyi söylemiyordu. Ama torununa üç hafta diyerek galiba torpil yapmıştı. Hikmet isim ararken de anneannesinden destek almıştı. Mutfakta yemek sonrası kafa kafaya vermişler, yeni doğacak bir bebeğe isim arar gibi kelimeleri ağızlarında zıplatmışlardı: Bulut Kafe, Mavi Dünya, Dostluk Kafesi, Kafe Şans… Türk Dili ve Edebiyatı mezunu olan Hikmet, ‘kafe şans’ı Türkçe tamlama kurallarına uygun hâle getirmeye çalıştı, “Şans Kafe” dedi önce, “Şans Kafe güzel.” dedi anneannesi. Sonra Hikmet bunun Türkçe kuralına uygun olmadığını düşündü, doğrusu ‘Şans Kafesi’ydi. Aldığı ekle ‘kafes’ anlamını da barındırması birden çok hoşuna gitti. “Tamam, Şans Kafesi diyelim. Kafe mi, kafes mi biraz düşünsün insanlar.” “Senden başka kimsenin aklına kafes gelmez oğlum.” diye güldü anneannesi. “Dekor olarak bol bol kafes kullanırsam düşünürler.” Kadının gülümsemesi hâlâ yüzündeydi. “Oğlum bir kız kafesleyip evlenemedin, müşteri mi kafesleyeceksin?” “Hayır Şefanne.” dedi Hikmet. “Aslında ben kendimi kafeste hissediyorum, kelimeye sevgim bu yüzden.” Adı Şefika olan anneannesine üç yaşında Şefanne demeye başlamış ve bir daha da bu hitaptan vazgeçmemişti. Çünkü kadın, bir lokanta şefiyle yarışacak derecede güzel yemekler yapardı. Hikmet, Şans Kafesi isminde ısrarcı oldu. “Böylece şansı biz kafeslemiş oluruz, gelmesini beklemeyiz.” Anneannesi başını sallayıp bu ismi onayladı; madem torunu beğenmiş, madem kafeyi o işletecek, istediği ismi koyabilirdi.
Hikmet böylece tabelacıya mekânın panosunu ısmarladı. Tabelacı da önce bunu ‘kafes’ diye düşünmemiş, “Abi Şans Kafe desek daha doğru olmaz mı? Hem yazı tabelada az yer kaplar.” demişti. “Bu kafe değil, kafes. Kuş kafesi gibi yani.” diye vurgulamak zorunda kalmıştı Hikmet. “Haaa!” demişti eleman. “Tamam abi, nasıl istersen.” Sonra Hikmet ilginç kafesler bulmak için bitpazarını dolaşmış; kubbeli, ahşap bir keklik kafesi bulabilmişti. Üç tane de internetten, dekor amaçlı yeni kafeslerden aldı.
Birkaçına mum da koyabilirdi ama ara sokaktaki bir kafeyi geç saatlere kadar açık tutmayacağı için mum herhâlde hiç yanmayacaktı. Zaten Hikmet’in, geceleri başka bir meşguliyeti vardı. “Kimse yok mu?” Özge, masalarına gelen olmayınca kendisi mutfak kapısına kadar gelip seslenmişti. Hikmet elindeki tornavidayı tezgâha bıraktı. “Pardon, fark etmemişim.” “On dakikadır bekliyoruz ama!” dedi Özge, sitemli bir tavırla. “Garson paket servisine çıkmıştı da, ben yardımcı olayım.” İçinden kendi cümlesine güldü Hikmet. Yardımcı olmak… Asli görevin bu, neye yardımcı olacaksın? Olmayan garsonu, olmayan bir eve, paket servisine yollamış olma hayali hoşuna gitmişti, yüzündeki gülümseme çoğaldı. Aslında birkaç güne kadar bir garson bulmayı umuyordu. O zamana kadar hayalî garsonlarla idare edebilirdi. “Kahveniz var mı?” “Yalnızca Türk kahvesi.”
Özge oturdukları masaya doğru seslendi. “Fundaa, yalnızca Türk kahvesi varmış!” Bu Şefanne’nin kuralıydı, piyasada bunca kahve çeşidinin olmasına sinirleniyordu kadın ve Hikmet’e parayı bu şartla vermişti. “İstediğin çay çeşidini yapabilirsin ama kahve bizim yöntemimizle yapılacak. Müşterinin çocuğu falan varsa sütlü kahve de yapabiliriz, sadece o kadar.” demişti. Alengirli kahve çeşitleri olmaması Funda’nın canını sıktı. Sandalyeden kalkıp çantasına el attı. Hâlâ Hikmet’in yanında dikilen Özge’ye seslendi. “Gidelim o zaman!” Günün ilk müşterisi olan kızların gitmesini önlemek istedi Hikmet. “İsterseniz sütlü yapabilirim.” “Bir çeşit latte mi yani?” dedi Özge. “Şey… Sanırım öyle bir şey.” Özge, genç adamın müşteri kaçırmak istemediğini anlamıştı. Funda’yı ikna etmek için seslendi. “Latte gibi bir şey yapabilirmiş.” Funda omzuna geçirdiği çantayı çıkarıp tekrar sandalyeye astı. “O zaman bir de simit!” diye seslendi. Özge masaya döndüğünde, “Simit ne yaaa!” dedi hoşnutsuzlukla. “Onu sokakta da alabilirdik, kek isteseydik.” Funda kaşlarını çattı. Göz kapaklarındaki pırıltılardan birkaçı yanağına düşmüş, orada parlıyordu. “Eee, git söyle garsona, simit değil kek olsun de.” Özge omuz silkti. “Boş ver, zaten o adam da garson değil bence, tamirci midir nedir? Elinde tornavida vardı.
Hikmet buzdolabından süt şişesini alıp cezveyi doldurdu. Ocağı yakıp cezveyi üzerine yerleştirdi. Tepsiye iki büyük fincan koydu. Kızların konuşmalarından birkaç kelime yakalamıştı, gerisini tahmin etti. Gerçekten, kendisi neydi? Tamirci mi, kafenin patronu mu, garsonu mu, atanamamış bir öğretmen mi, Şefanne’nin şımarttığı bir torun mu? Ya da hâlâ umut kesmeden yazmaya devam eden bir romancı mı? İçindeki cevheri parlatmaya çalışan bir yazar? İşte bu son seçeneğe yeşil bir tık attı. Beş yıldır edebiyat öğretmeni olarak atanmayı beklemiş ama sıra ona bir türlü gelmemişti. Ülkedeki pek çok plansızlık gibi, üniversiteden mezun olan insanlar da eğitimini aldıkları alanda iş bulamıyordu. Maliye okuyan biri kurye oluyordu, psikoloji okuyan turist rehberi oluyordu, mimarlık eğitimi almış bir başkası taksi şoförlüğü yapabiliyordu. Hikmet beş yıl boyunca başka bir şey olmamak için direnmişti.
Arkadaşları “Polisliğe başvur.” demişti. Hatta üniversite arkadaşlarından bazıları polis olup göreve de başlamıştı. Ama Hikmet seçeneksizlikten doğan bu seçeneklerin kendisine uygun olmadığını düşünüyordu. Bir ara sahaflık yapmak istedi ama okur sayısının çok düşük olduğunu hesaba kattığında, sahaflık yalnızca kendi okuyacağı kitapları rafta tutma sonucunu doğuracaktı. Sonunda Şefanne onu bir kafe açmaya ikna etti. “Sermaye benden.” deyince Hikmet de hayır diyemedi. Yer bulmak için bir süre sokakları, caddeleri dolaştı. Sonunda önceden çiçekçi dükkânı olan bu mekânı kafe yapmaya karar verdi. Burayı seçmesinin nedenini ilk başlarda kendisi de anlamamıştı ama sonra farkına vardı: Yan sokaktaki lisenin zil sesi kafeye kadar geliyordu.
…