Kitabımızda iki hareket noktası vardır. Bunlardan birisi ülkemizde dar anlaşılan, aslında bir toplumun yaşama tarzı olan kültürdür. Diğeri ise o kültürün yaşama, tesirlik kazanma ve var olma mücadelesine güç katan maddi ve manevi kalkınmadır. Nereden bakarsak bakalım kültürle kalkınma iç içedir. Bu bakımdan kültür mü ekonomi mi tercihi yapılamaz. Bunlar bir bütünün parçalarıdır. Mesela, kültürel manada, dış politikada diş dişe olduğumuz bir ülkeden ithalat yapmamak yerinde olur. Mesela iktisadi taviz ve geçici faydalar uğruna Güney Kıbrıs Rum kesimi ve Kafkaslar’daki İsrail olma yolundaki Ermenistan ile kolay kolay ilişki kuramıyoruz. Hiç kimse kültür ayrı ekonomi ayrı diyemez.
1)KÜLTÜR ve DEMOKRASİ
Türkiye geçirdiği üç müdahale dönemi (27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül) sürekli anayasa ve istikrar arayışını hesaba katarak ifrat ve tefritten kaçınmalıdır. Demokrasinin inkıtaa uğratılması için demokratik haklar genişletilirken ve belki de haklı bir anayasa değiştirme ortamına girilirken işin ucunu kaçırmamak, değişikliklerin neler getirip neler götüreceğini iyi düşünmek zorundayız. Aksi halde zamanla tezat davranışlar içine girerek, 1982 anayasasına bir dönem methiye yazarken başka bir dönemde onu suçlar hale geliriz.
Bazıları demokrasi ve onun sağladığı temel hürriyetleri istismar ederek hürriyetleri yok etme hürriyetini elde etmek peşinde olduklarından sahte demokratlardır.
Demokrasinin kültürle, toplumun zihniyet dünyasıyla ve tarihi gerçeklerle yakın ilişkisi vardır. Bu bakımdan demokrasiyi güçlendirebilmek, içerden ve dışarıdan milli varlığa yönelecek tehlikeleri bertaraf edebilmek için toplumunun milli mutabakatlar ve kültür birliği yoluyla direnme gücü kazanması gerekir. Bu direnme ortak mazinin kavranabilmesi, bir millete mensub olma şuuru ve tarihten ders alınabilmesi ile mümkündür. Zira, tarih bir ideal arayışıdır ve ona sorumsuzca saldırmak için değil ondan ders almak için vardır. Maziden kaçmaya çalışmak onu tekrar yaşayabilmek kadar imkansızdır.
2) KÜLTÜRDE MUHAFAZAKARLIK
Anlaşılmamış veya zaman zaman kasıtlı olarak yanlış değerlendirilen bir konuda muhafazakarlıktır. Muhafazakarlık geniş anlamıyla bir milleti diğer milletten ayıran fark ettiren özelliklerin korunması ve korunarak geliştirilmesidir. Sosyal yapıyı tanımadan, ihtiyaçları zamana göre belirlemeden peşin hükümlü ve taklitçi bir yenilikçi tavır fayda değil, zarar getirir. Değişme karşısında ne peşin kabul ne de peşin red söz konusu olabilir.
Kültürün iki temel fonksiyonu vardır Bunlardan birisi yenilikçi ve gelişmesi tavrıdır. Diğeri ise muhafazakar (koruyucu) tavırdır. Korunmadan, kaynağa bağlı kalınmadan gelişmeci olunamaz.
Hiç bir toplumda eski, eski olduğu için atılamaz; yeni de sadece yeni olduğu için kabul göremez. Eskiye yeni de zamanla ilave edilmektedir.
Muhafazakarların kendi toplumlarını daha güçlü kılmak için gayret gösterecekleri ve milli menfaatleri kıskançlıkla koruyacakları tabiidir. Aslında, insanlık tarihi bir bakıma milli menfaatlerin çatışmalarının tarihidir. Ancak, bu muhafazakarların bu konularda hiç hata yapmayacakları anlamını taşımaz.
- C. Köklü bir devlettir. Türk tarihinin muhafazakar niteliğidir ki bizi bu günkü Türk devletini ulaştırmıştır.
Batı ile sosyal ve iktisadi uyumda teslimiyetçi olmamak için en az onlar kadar muhafazakar olmak zorundayız. Muhafazakarlık hissi bir batı düşmanlığı veya her türlü gelişmeye kapalılık veya değişmeye şuursuzca teslim olmak değildir. Kültürde sömürgeleştirilen bir ülke, siyasi ve ekonomik menfaatlerini elde etmede uysal, teslimiyetçi bir çocuk gibidir.
3) KÜLTÜR ve İKTİSADİ HAYAT
Kültür ne sadece edebiyat, ne sadece sanat ve ekonomidir. Toplum hayatının bütün sosyal pencereleri kültür tarafından kapsanır. Zira kültür dediğimiz zaman bir arada yaşama ihtiyacı duyan, sürekli, farklı ölçülerde teşkilatlı bir yapıya sahip bir insan topluluğu gelir. Bunun için ekonomi ile kültür iç içedir.
Son yıllarda tatil yapma mecburiyeti ve tatile gidebilmek bir statü aracı olarak değerlendirilir olmuştur. Tatil yapabilmek ve deniz imkânlarından faydalanmak bir ihtiyaç olmaktan öte, itibar sağlayıcı olmaktadır. Bundan dolayı Türkiye bürokratıyla, aydınıyla yaz aylarında adeta tatile girmektedir.
4) KALKINMA ve AİLE:
Aile toplumun küçülmüş bir şeklidir. Bütün toplumların en küçük sosyal birimi ailedir. Ailenin mutlu ve huzurlu olması bir bakıma toplumun huzurlu olması ile eş anlamlıdır. Aile hiç bir toplumda vazgeçilemeyen, alternatifi olmayan ve korunmak zorunda olan bir müessesedir. Aile 21. Asra girdiğimiz bu günlerde alternatif kabul etmeyen sosyal, ekonomik, kültürel ve biyolojik görevler yerine getirmektedir. Bu görevler nesli sürdürme çocukları sosyalleştirme, insanı yalnızlaştırmama ve sosyal varlığı itibariyle gerginlikten koruma, psikolojik ve biyolojik tatmin, üyelerinin veya bütün olarak ekonomik faaliyetlere katılması ile kültür nakli şeklinde sıralanabilir.
Aile gençlik ilişkileri ve doğurduğu sorunların ifrata kaçarak kuşaklar arası çatışma şeklinde ele alınması doğru değildir. Kuşaklar (nesiller) arası farklılaşmalar gelişmenin tabii uzantısıdır, ancak her farklılaşmayı çatışma olarak anlamak yanlıştır. Nesillerin mutlaka çatışacağı şeklindeki varsayım eksiktir.
Aile içi ilişkilerde karşılıklı saygı ve sevgi, bir birinin hakkına riayet etmek ve hoşgörü, demokrasi terbiyesinin ferde kazandırılmasında sağlamaktadır. Nitekim, sevgisiz, ilgisiz, şefkatsiz ve manen tatmin edilmeden büyüyen gençlere demokrasi terbiyesi de verilememektedir.
5) TEKNOLOJİ, KALKINMA ve YABANCI DİL
Kalkınma gayretleriyle beraber teknoloji transferi, bilgisayar ağının genişlemesi, kısaca bir teknoloji kültürü ile teması kaçınılmazdır. Evrenselleşen kültürün bu bölümü olan maddi kültürle ilgili bu saha, ister istemez teknolojinin milletler arsı dolaşımında bilhassa ön plana geçirmiştir.
Yabancı dil bilmenin gerekli oluşu, yüksek öğretimde yabancı dille eğitim ve öğretimi gerektirmez. Bunları birbirine karıştırmamalıyız. Milli dili gelişmemiş ve uzun yıllar sömürge yönetimi altında kalmış milletler için bu yol geçerli olabilir. Aslında zengin olan Türkçeyi daha da geliştirmek istiyorsak gerek sosyal, gerek tabii ilimlerde öğrenimi Türkçe yapmalıyız.
6) KALKINMADA İTİCİ GÜÇ: MİLLİYETÇİLİK
Birbirine sık sık karıştırılan ve karıştırılmasında fayda umulan iki kavram vardır; “Milliyetçilik” ve “Irkçılık”.
Irkçılık, kendi soyu dışında bulunan diğer soy ve ırklara hayat hakkı tanımamak ve onların varlığını, kendine tabii bir köle olarak görmektir.
Milliyetçilik, diğer milletlerin varlığını kabul ederek kendi kendine yaşama ve var olma hakkı tanımak ve tanıtmak, diğer milletler gibi hür ve insan haklarına saygı esasına dayanarak milli varlığı sürekli kılmaktır.
Gökalp’e göre “Türk olmak için yalnız Türk kanı taşımak, Türk ırkından olma kafi değildir. Türk olmak için her şeyden evvel Türk harsı ile terbiye görmek ve Türk mefkuresi için çalışmak şarttır. Bu şartlara haiz olmayanlara kanca ve ırkça Türk olsalar bile “Türk” ünvanını veremeyiz.”
Milliyetçilik, cihan şümul din olan İslamla çatışmaz. İyi müslüman olabilmek için Türk’ün Türklüğünü, Arab’ın Araplığını, İranlı’nın Acemliğini, İslamı kabul etmiş bir Almanın Almanlığını terk etmesi gerekmez. Bu farkla bir zenginliğin ifadesidir ve takva yolunda rekabete müslümanları zorlar. İslam, kavimleri değil kavim taassubunu, Irkçılığı kabul etmez. İslam farklılıkları reddetmeden, onların üzerinde birlik arayan yüce tevhit dinidir.
7) KALKINMADA İNSAN GÜCÜ ve BEYİN GÖÇÜ
Kültür ve kalkınma arasında gerekli bağı kuramamış, kültür politikasını ihmal edip kültürsüz bir maddi kalkınmayı gerçek kalkınma zannedenler yetiştirdikleri elemanları zamanla kaybetmişler, coğrafi ve coğrafi olmayan nitelikte eleman göçüyle karşı karşıya kalmışlardır.
Beyin göçünü üç ana başlık altında ele alabiliriz.
- Az gelişmiş ülkelerden gelişmiş ülkelere akın
- Gelişme gayreti içindeki ülkelerden gelişmelere doğru akın
- Gelişmişlerden yine gelişmişlere doğru beyin göçü
Bunlardan 1.si ve 3.sü fazla önem taşımaz ve zararları telafi edilebilir. Ancak gelişme gayretleri içinde olan ve çeşitli imkanlara sahip bir ülkenin eleman kaybı önemli sonuçlar doğurmakta ve o ülkenin sosyal ve ekonomik kalkınması durmaktadır.
Beyin göçü sadece coğrafi manada bir hareketlilik olarak da algılanmamalıdır. Coğrafi anlamda yer değiştirmeksizin beyin göçüne konu olan nitelikli insan gücü her zaman söz konusu olmuştur.
Beyin göçünü doğuran bazı sebepler şunlardır.
- Sayı ve nitelik olarak bazı dallarda eğitilen insan gücü ile talep edilen insan gücü arasındaki dengesizlik
- Yaratıcı gücün teşvik edilmemesi, araştırma ve inceleme konusunda imkanların yetersizliği
- Milli ideallerin eğitim ve kültür politikaları yoluyla gençlik ve aydınlar arasında da yer edememesi
- Alıştırma ve telkin yoluyla gelişmiş ülkelerin cazip gösterilmesi için sürdürülen kültürel baskı ve yüksek öğretimde yabancı dille öğretim
8) EKONOMİK KALKINMA SÜRECİNDE “SOSYAL BÜTÜNLEŞME” SORUNU
Sosyal bütünleşmenin incelenebilmesi için toplum hayatı, toplumun sürekliliği, sosyal münasebetlerin varlığı, iş bölümü ve genel olarak fikri beraberliğin teşkili gerekmektedir.
Kültür, sosyal bütünleşmenin çimentosudur. Kültürel anlamda bütünleşmede üç süreçten bahsedilir;
- Takdim; yeni bir tekniğin, adetin veya ticaret şeklinin yenilikçiler tarafından takdimidir.
- Kabul; takdim edilen yeniliklerin bir tepki ile karşılaşmaları normaldir. Ancak yenilikler zaman ve mekan şartına uygun ise ve mevcut maddi kültürü tamamlayıcı, geliştirici ise, benimsenip kabul edilebilir. Kabul sırasında manevi kültür ile de ters düşülmemesi gerekir.
- Bütünleşme; son ve kesin aşamadır. Takdim ile kabul edilen yeni kültür unsuru cemiyetin makro yapısı içinde yalnız kabul ile kalmayıp diğer kültür unsurları ile tamamlaşma ve sistemi kuvvetlendirici bir süreç içine girmektedir.
Sosyal bütünleşmeden anlaşılması gereken husus homojenlik ve hatta durgunluk değil dinamik bir yapı içinde farklılaşma ile bütünleşebilmektir.
9)MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZÜN BAZI MESELELERİ VE BAZI TEKLİFLER
Toplumumuzda nesiller arası kültür çatışması, kültür çevresinin farklılığından doğan algılama alanlarımızın birbirinden çok farklı oluşundan kaynaklanır. Fert-kültür ilişkilerinde, fert kültürü ancak idrak edebildiği ölçüde tanıyabilir. Türkçe düşünme kalıplarının bile yabancı dil hayranlığı dolayısıyla sarsıldığı günümüzde, kültür meselelerini netleştirmeden diğer alanlarda başarı olmamız zor olacaktır.
Burada bir örnek üzerinde durmak istiyoruz. Güney Afrikalı aydınlar arasında sık sık tekrarlanan bir hikaye vardır. Onlar göre batılılar Güney Afrika’ya geldikleri zaman ellerinde sadece İncil vardı. Güney Afrikalıların ise ellerinde zengin altın rezervleri bulunmaktaydı. Yıllar birbirini takip ettikten sonra bu durum tamamen değişti. Afrikalıların eline İncil Batılı Emperyalistlerin eline ise kıymetli madenler geçti.
Bizde milli kimliğimizden dört sapma davranışı kendini göstermektedir.
- Gelenekleri ayaklar altına alan, çeşitli yollarla ve bilhassa devlet desteğiyle büyük gelire kavuşan, manevi bakımdan ise iş ahlakından uzak, bunalımlı, faydacı, tüketici sınıf…
- Kültür mirasımızı reddeden, Türkiye kültüründen bahseden, kültürde Grek-Latin köklerine dönmeyi arzulayan, laikliği İslam’a alternatif bir din gibi kabul ettikleri için milli ve manevi konularda irtica şartlı refleksine sahip batı içinde milli kimliğinin kaybolmasına adeta razı olan bazı aydınlar.
- Milliyetçilik ile ırkçılık arasındaki farkı anlayamayan yanlış tercüme ve tefsirlerin tesirinde kalarak Türk milliyetçiliğine cephe aldıran, milliyetçiliği küfür sayacak ölçüde şartlandıran mücerret bir İslam dünyası içinde erimeye hazır olanlar.
- Yerini bulamamış-aramak ihtiyacı duyanlar hariç- veya proletaryada ve sınıf kavgasında hala üstün nitelikler aramaya ve ondan mucizeler beklemeye devam eden, Doğu Avrupa’daki komünist rejimlerin çöküş sebebini kavrayamayan liberal gözükmeye şartların zorladığı bazı sol aydınlar
Türkiye ve Ortadoğu 1990’ların başlarında Batı ve ABD’nin çekindiği ve yıpratmak için hedef aldığı milli ve İslami gelişmeye sahne olmaktadır. Batı bundan taviz vermemiz gerektiğini AT müracaatımıza -tam üyelik- verdiği 17 Aralık 1989 tarihli cevapta göstermiş; Kıbrıs ve Ege Denizi’ndeki haklarımızdan bile vazgeçmemiz tavsiye edilmiştir.
Milli bütünlüğümüzün korunması ve geliştirilmesi bundan böyle dış politikadaki başarımıza bağlı olacaktır. Türkiye, toprakları üzerinde gözü olan ülkelere karşı caydırıcı olma yolunda her türlü yolu kullanmalıdır. Uslu ve pasif bir müttefik görümünü silmeliyiz.
Batı kültür bizim onu taklide başladığımızda bulduğumuz ve anladığımız eski Batı değildir. Bilhassa 20.asrın başından itibaren ve II. Dünya Harbinden sonra bir zamanlar Orta Çağ taassubuna ve kiliseye karşı çıkan Batı içine düştüğü moral krizini farketmiş ve artık refah toplumları bile maneviyatı arar hale gelmiştir. Biz hale bu gelişmeyi farkedemediğimizden laik değil seküler oluyoruz.
20.asrın ikinci yarısı tahmin dahi edilemeyecek olayların resmi geçit yaptığı bir dönem olmuştur. Bu dönmede yeni gelişmelerle beraber yeni bir takım kavramların ortaya çıkmasına tanık oluyoruz.
İşte, bu kavramlardan biride, “kitle kültürü”dür. Kitle kültürü 20. Asrın ikinci yarısında dünyayı küçülten, fiziki mesafenin anlamsızlığını ortaya çıkartan teknolojik gelişmelerin görüldüğü bir sonuçtur.
Milli kültürümüz üzerinde estirilmek istenen bozucu bir propaganda da hümanist kültürdür. Antik çağ kültürünü yayma amacı taşıyan Avrupa’yı ilgilendiren bu anlayış milli kökleri ve kendini kendinde arama hareketlerine karşı Grek-Latin köklere dönülmesini öngören bir görüştür.
Bu anlayış Türklüğe ve İslam’ı içine sindiremeyenler tarafından benimsendiği için 1071 Malazgirt zaferini bile kabullenemeyen çevreler Osmanlı ve Selçuklu’yu Anadolu’nun basit bir mozaik parçası gibi görmektedirler. Bunların gönüllerindeki ”sentez” Urartu, Asur, Hitit, Firigya, Lidya, Roma ve Bizans sentezidir.
Millet ile kültür birbirlerinin hayat kaynağını teşkil ederler. Millet kültürü meydana getirir ve ona anlamlı katkılar yapar; kültürde milleti yaşatır ve milletin de varlığını sürdürür. Kültür millet tarafından zenginleştirilip yükseltilirken kültürde millete hız vererek onu yeni hedeflere doğru yöneltir. Milli hamleler millet-kültür işbirliğinin ortak mahsulleridirler.
Millet kendi birliğinden haberdar olan siyasi bakımdan devlet şeklinde teşkilatlanmış ve milli devlet kurma kabiliyetine sahip sürekli ve teşkilatlı insan zümreleridir. Milliyet ise tohum halindeki bir millettir.
Tarihe sahip, fakat onu inkar eden fertler ve toplumlar milli olmaktan uzaklaşırlar. Böyle topluluklar milli varlığın yaşatılmasında esas olan muhafazakarlık fonksiyonunu yitirdiklerinden gelişmeci ve ilerlemeci bir fonksiyonda yerine getiremezler. Gelişme ve değişmenin yanı sıra muhafazakarlık fonksiyonunda yitirilmemesi şarttır.
Türkler milli varlıklarını hem dilleriyle hem de dinleriyle ve diğer kültür unsurlarıyla korumuşlardır. Dil ve din iki temel unsurdur. Bunlardan birisini kaybeden topluluk diğerini de kaybetmiştir. Dil ile dinin birbirinden kopuk ve çatışan birbirine ters gibi göstermek milli birliği zedeleyici bir tutumdur. Ve Türkiye üzerinde oynanan oyunların bir parçasıdır.
Aslında Türk deyince akla ister istemez müslüman gelir. Bunlar içiçe girmiştir. Vatandaşımız bazende din ile milliyetini birbirine karıştırır ve kendisine milliyeti sorulduğunda müslüman dediği de olur. İyi bir müslüman olabilmek için milliyetini gözden uzak tutmak diye birşey olamaz. Bu konudaki ayet ve hadisler de açıktır. Türk insanına milliyetini unutturarak bir yere varılamaz; olsa olsa bir başka milliyete hizmet edilmiş ve o milliyetin hizmetine girilmiş olur .
İslamiyet şemsiyesi altında milletler arası üstünlük ancak takva ile yapılan hizmet ve yerine getirilen görev ile ölçülür ve ölçülmelidir. Kur’an-ı Kerim örfe ayrı bir önem vermiştir. Vatan sevgisi imandandır ve insan kavmini sevmekle kınanamaz. Bu durum tefrikacılık diye suçlanamaz. İslam milleti ifadesi de sosyolojik bakımdan yanlıştır. Çünkü İslam farklı milletleri bünyesinde barındıran bir ümmet birliğidir.
Prof. Dr. Mustafa E. Erkal, Der Yayınları