Çünkü senin her şeyin bulaşıcıdır Güzin. Sen gülersen bakkal güler, taksici güler, elinde tavşan balonuyla yanından geçen çocuk güler, dilenci kadın güler, otobüsün camından yarı ölü yorgun yüzüyle dışarıyı izleyen dede güler, su güler, hava güler, kar güler, şehir güler, sokak güler. Sen üzüldün mü güneş bile çıkmaz. Yağmur yağar üç gün üst üste. Bulutlar bırakmaz güneşi kendini göstersin. Sen acıktın mı aşevlerinin önü, lokantaların kapısı, köftecilerin arabaları kuyruk olur. Sen şaşırırsan Güneş tutulur, Ay tutulur, gökte milyarlarca yıldır dönenen onca cismin aklı karışır. Sen seversen senin sevgin tüm dünyaya yeter. Tüm dünyadan aynaya tutulmuş ışık gibi sana geri döner.
Uzun yıllardır okumaya hasret kaldığımız türde sıcak bir aşk hikâyesi, dünyanın farklı coğrafyalarından gelmiş, birbirinden garip insanların esrarengiz hikâyeleriyle buluşuyor. Karanlık denizler, ürkütücü maceralar, mitolojik figürler, korkunç mahluklar… Hepsi birbirinden “acaip” bu hikâyeler, Ankara’nın en karanlık tarafında kalan karanlık olaylara karışıyor, içinde ne işler çevrildiğini anlayamadığımız bir çeviri bürosunda Samim ile Güzin’in sonsuz aşkına çevre oluyor.
Mahir Ünsal Eriş, serinin ilk kitabı Gaip’te araladığı sır perdesinin ardından Acaip’le ilerliyor.
bir.
Bunları sonra oku olur mu Güzin? Al bunları, sakla. Bir gün öldüğümü duyarsan, olur da duyarsan, işte o zaman çıkar, baştan sona oku. Çünkü bizim hikâyemiz burada saklıdır. Ama şimdi okuma. Bunları yazmaya başlarken, bir gün nasıl olup da eline geçeceğini hiç düşünmeden kalkışıyorum bu işe. Şimdilik sağım. Hayattayım, elimde kalana hayat denirse. Ama bir gün, belki de çok uzakta olmayan bir gün, ölüp gideceğim. Suyun dibine inen bir taşın yüzeyde bıraktığı dalgalar gibi yavaş yavaş silinip gidecek izlerim bu dünyadan. Geriye hiçbir şey bırakmadan, ne olup bittiğini dahi anlamadan çekip gideceğim. Hiç yaşamamışım gibi, hiç var olmamış, bu kocaman göğün altında bir nefes dahi almamışım gibi, kaybolacak varlığım. İşte sen o gün, yani öldüğümü duyduğun gün işte, beni hatırla. Ve bütün bir hikâyenin belki hiç de senin bildiğin, sandığın, anladığın gibi olmadığı ihtimaline bir şans ver ve oku bunları. Olur mu Güzin? Gözümde canlandırıyorum bunu bazen. Her seferinde başka senaryo yazıyorum. Mesela birinde gazetede görüyorsun öldüğümü. Öyle alelade bir üçüncü sayfa haberi olarak. Köşesine küçük bir vesikalık fotoğrafımı koydukları habere bakıyorsun, görür görmez tanıyorsun beni. Adım soyadım sadece baş harfleriyle yazılmış, o günkü yaşım parantez içine konmuş. Şöyle ölmüş, böyle ölmüş diye anlatıyor haber üstünkörü. Kalkıyorsun yerinden, gazeteyi bir kenara fırlatıp. Çocuğun var.
Bir oğlun. Koltuğa kapaklanan gazetenin gürültülü hışırtısından sıçrıyor çocuk, boş bulunup. Kumral, güzel bir oğlan çocuğu. Etli yanakları, küçücük bir ağzı var. Senin gibi. Dert etmiyor bu ani sıçrayışı. Oyununa dönüyor. Sen içeri gidiyorsun. Bunları yazdığım şu defteri sakladığın yere. Bir kutuya koymuşsun. Şöyle Suriye işi, eski bir mücevher kutusu. Ruj ve parfüm kokuyor kutu. Açıyorsun. Bir sürü fotoğraf var içinde, belki lazım olur diye saklanmış ama hiç lazım olmadığı için nereye saklandığı bile unutulmuş birkaç da ıvır zıvır evrak. En alttan bu ajandayı alıyorsun. Zar zor bulup edindiğim, belki bir başlık atarım diye ilk birkaç sayfasını boş bırakarak yazmaya başladığım ajandamı. Ve okumaya koyuluyorsun. Bunları, diyorum sana, sonra oku, olur mu Güzin? Evet, diye geçiriyorsun içinden.
İşte, sonra oldu. Zamanı geldi. Gel bakalım Samim Efendi. Neymiş bunca yılın arkasına sakladığın derdin. Neymiş muhteşem bir hikâyeye gebeyken her şeyiyle kepazeliğe, unutulmaya mahkûm bir rezilliğe dönen şu saçmalık. Bazen yazlık bir yerde düşünüyorum seni. Güneşin altında başını şemsiyenin korumasına saklamış, güneşleniyorsun sere serpe. Gözünde kara gözlüklerin var. Gözlüklerin üstünden merak ve kibirle bakarak okuyorsun yazdıklarımı. Sıkılıyorsun sonra, bir kenara atıyorsun defteri, belki kumun üstüne bırakıyorsun. Denize koşuyorsun, bir dalıp çıkmaya. Hepten aklından çıkıyor ondan sonra defter. Her seferinde başka hikâyeler, başka sahneler kuruyorum zihnimde bunları okuyuşuna dair. Ama hepsinde neye dikkat ediyorum biliyor musun? Her durumda merhamet ediyorsun bana. Anlatacaklarıma kulak kabartıyorsun, merak ediyorsun bir şekilde. Acıyorsun. İnsan sevdiklerinden acıma beklerse bu kötü mü? Fena mı? Ben bekliyorum Güzin. Senin hikâyenin aslını astarını güzelce okuyup bilmeni, hatta belki bana hak vermeni istiyorum. Anlamanı, kim olsa böyle davranırdı demeni, onun da yaraları, çaresizlikleri, dinmek bilmeyen korkuları vardı, ondan böyle yaptı belki diye düşünmeni. Bana acımana ihtiyaç duyacak kadar acınası durumdayım.
Beni anlamana muhtaç olacak kadar çaresizim. Anlıyor musun? Bunu bari anlıyor musun? Ben yoksunluğu da yoksulluk kadar iyi tanırım Güzin. Bütün ömrümü, cevabı verilememiş soruların, giderilememiş heveslerin, doyurulamamış bir merak ve iştahın gölgesinde sürdüm bitirdim. Sen daha yoktun ve ben senin beni tanıdığın zamankinden çok daha karanlık bir manzaranın içindeydim. Hava kararınca eve dönmek hayati derecede tehlikeli olduğundan çoğu kez o sokaklardan geçmektense garajda sabahlamayı tercih ettiğim bir mahallede, yaşlı bir kadının evinde kalıyordum. Kadın, torbacılara, orospulara, türlü haltlar karıştıran sivil polislere ve ne tipinden, sıfatından ne de hal ve harekâtından bir meslek yakıştıramadığım tuhaf adam ve kadınlara oda kiralayarak geçiniyordu.
Güçbela denkleştirdiğim kiramı ara sıra aksatsam da öyle ya da böyle bulup buluşturup ödemeyi beceriyordum. Tercüme bürolarına ufak tefek çeviriler yapıyor, üniversite öğrencilerinin yerine tezlerini yazıyor, fırsat çıkarsa İngilizce dersleri veriyor, iyi kötü yolumu buluyordum. Sonra annem öldü. Annem, kıyamaz, emekli maaşından üç-beş de olsa destek çıkardı bana. Benim büyükşehirde okutup övündüğü oğlu olarak çalışıp ona para göndermem gerekirken şu yaşımda bana para gönderiyordu hâlâ, evet. Apar topar memlekete döndüm. Hani insan bir varmış bir yokmuş derler ya. Öyle oldu annem de. Kirada oturduğu evi boşalttık. Eşyasını ona buna dağıttık, işte, puff! Havaya karıştı benim güzel anneciğim. Bir vardı, şimdi yok oldu. Geriye üç-beş kederli fotoğraftan başka hiçbir şey bırakmadan silinip gitti kâinat sahnesinden. Günlerce ağladım. Günlerce, aylarca, sabahlardan akşamlara, akşamlardan sabahlara kadar durdum durdum ağladım. Sonra alıştım. Artık var olmayışına alıştım. Ama öldüğüne hâlâ alışamadım.
O sessiz evinde, kendi ömrünün silik bir gölgesi gibi yaşayıp gitmeye devam ediyor diye avuttum kendimi. Sanki arasam telefonu kaldıracak, evine varsam kapıyı açacakmış gibi. Ben bir türlü fırsat bulup arayamıyormuşum, işten güçten başımı kaldırıp ziyaretine gidemiyormuşum da bu ayrılık ondanmış gibi. İnsanın her şeye böyle çabucak alışabiliyor olması çok ürkütücü değil mi? Çalışamadım bir süre. İşlerime bakamadım. Aldığım işleri bitirip teslim edemedim. Birçoğu teslim ettiğimde çoktan geç kalmış olduğumdan yaptığım işi almadı ya da paramı vermedi. Annem de yoktu artık eksiğimi tamamlayacak. Bir akşamüstü eve döndüğümde birkaç parça üst baş, en büyüğünden bir Redhouse sözlüğü ve bir dizüstü bilgisayarından oluşan eşyamı, valizimin içinde, kocakarının kapısının önünde buldum. Bir de yorganım vardı aslında. Eski bir okul arkadaşım, ölen babaannesinin evinden dağıtılan eşyalardan ayırıp vermişti bana.
Yüzü canlı yeşil satenden, elişi bir yorgan. Ağır mı ağır. Utandım istemeye. Zaten sırtımda koca bir yorganla nereye giderdim! Türk filmlerinde köyden şehre göçenleri karikatürleştirmek istedikleri zaman omzuna bir bağlama, sırtına bir yorgan bir döşek, eline de bir tahta bavul verirler ya. Onun gibi dolanır dururdum sokaklarda. Yorulunca da yorganımı bir yol kenarına açar, yatar uyurdum artık. Elimde bir valizle kalakalmıştım. İnsanların ellerinde valizle gittikleri bir yer olarak garaj en akla yatkın seçenekti. Hem hiç uyumayan, birileri uyurken başka birilerinin muhakkak uyanık olduğu tek yer, hastanelerden, karakollardan sonra orasıydı. Ne zaman evsizliğe düşsem böyle yapardım. Ankara’nın garajını hiç gördün mü bilmiyorum. Yani garaja hiç gittin mi, onu bilmiyorum aslında.
Orası memleket denen ekmeğin tam ortasından çıkarılmış ince bir dilim gibidir. Orada her şey olur, oraya herkes gelir. Herkesin yolu geçer oradan. Ama geceleri iklimi değişir oranın. Vahşileşir. Yorgun, kederli ve insanın içini sızlatan bir koku gibi siner gece tüm otogarın üstüne. Alelacele içilen sigaralar, sağda solda merak ve endişe taşıyan valizler, uykuları burunlarının ucundan damlayan mahmur çocuklar, kederli ayrılıklar, vakitsiz kavuşmalar, kavgalar, korku, tekinsizlik, bir ceylanın tetikteki uykusu, ter kokusu, insan eti kokusu, nefes ve uykunun bir açılıp bir kapanan kapılarla dağılan yapışkan sıcaklığı… Otogar yalnızca kimsesizliğin değil, mekânsızlığın da vitrinidir. Orada kavuşmalar değil hep ayrılıklar hatırlanır. İki gece uyudum otogarda. Üçüncünün şafağı sökerken Karadeniz tarafından gelmiş bir otobüsten dökülen uyku sersemi yolculardan biri bitiverdi yanımda. İlkin çıkaramadım.
Ama yüzünden onun beni tanıdığı okunuyordu. Tanıyamadığımı belli edemedim. Beni bilirsin, bir şeyleri belli etmek söz konusu olunca bir sakillik çöker üstüme. Neden sonra çıkardım. Bir zamanlar, bir öğrenci evinde birkaç ay geçirmiştik beraber. Ev arkadaşlarımdan birinin evsiz arkadaşıydı. Bizde kalırdı. Bütün bir kış, evin salonunda, el ayak çekilince üstüne alıverdiği bir yorganla uyumuştu garip. Birlikte hırsızlığa çıkardık o zamanlar. Marketlerden kaşar, salam ve Neskafe, fırınların önünden ekmek ve simit sandıkları çalardık. Ankara’nın gördüğü en soğuk kışlardan biriydi. Kaçak kömüre bile para yetiremiyorduk, o yüzden bir zamanlar toprakta köklenmiş ne bulsak yakıyorduk. Evdeki paletten bozma kitaplıkları bile döküm sobamızda yakacak hale gelmiştik. Bir gece, yakınlardaki bir balıkçının telden paravanlarla örtülmüş tezgâhından içeri dalmış, sırtlayabildiğimiz kadar boş kasayı çalıp eve dönmüştük. Günlerce yaktık o kasaları. Kasalar yandıkça ev balık ızgara kokuyordu. Başlarda hoşumuza gitti. Yoksulluğumuzun elverişli hayal dünyasında evin içinde dalgalanan ızgara balık kokusu ferah, dertsiz yaz akşamlarını hatırlatıyordu. Sonra sonra içimiz kamaştı kokudan. Öyle ki ısıtmak için haftalarca içinde çalıntı sandık yaktığımız evi havalandıracağız diye buzhaneye çevirmiştik. Gülerek hatırladık bu yoksulluk anısını. Sonra kitapları konuştuk biraz. Çaldığımız kitapları.
Öyle okuruz falan diye değil. Karnımızı doyurmak için. Şu dişçilerin, güzellik salonlarının, galerilerin bekleme salonlarında olan cinsten büyük, cildi ve kâğıdı pahalı, bol resimli, fındık kabuğunu doldurmayacak meselelere dair afili kitaplar satan havalı kitabevlerine gider, muhakkak bir kör nokta bulup orada irisinden iki-üç kitabı pantolonlarımızın bellerine ya da kalın paltolarımızın kol boşluklarına zulalardık. Sahaflar, gökten inmişçesine önlerine dökülüveren bu çok pahalı kitaplara güzel paralar verirlerdi. Belki bedelinin onda biri bile değil. Ama biz onda birinden azına bile çok diyecek durumdaydık. Ama başka bir şey çalmıyorduk. Beni hırsız belleme lütfen. Sadece marketlerden ihtiyaçlarımızı alırdık. “Çalışma atmak,” derdik buna. “Şampuan gene bitmiş, eve gelirken biriniz bir çalışma atın!” falan denirdi evde sıklıkla. Yiyip içtiğimiz dışında yalnızca insanlıktan çıkmayalım diye lazım olanları çalardık bir. Bir de pahalı kitapları. Onlarla kirayı çıkarır, faturaları öderdik. Fatura dediysem, sadece su. Çünkü elektrik saatini yola getirmeyi öğrenmiştik. Camının silikonunu jiletle çizer, oradan içeri röntgen filmi sokup saati durdururduk. Sayaç okumacıların geleceği günler belliydi, o hafta çıkarırdık filmi saatten. Bir haftalık elektrik ödemiş olurduk en fazla. Hep bilinen şeyler işte. Yoksulluğun komandoluk becerileri. Karadeniz’den gelen otobüsün getirdiği eski arkadaşım beni aldı evine götürdü.
O benim gibi değildi. Ekmeğini eline almıştı iyi kötü. Bir sigorta şirketindeydi. Ama kapı kapı gezip poliçe satanlardan değil, onları kapı kapı gezdirenlerdendi. Çalmıyordu artık. İhtiyacı olmuyordu. Bana sıcak ve sevecen davrandı. “Bana yaptığın iyilikleri nasıl unuturum?” diyordu, bense ona yaptığım tek bir iyilik hatırlamıyordum. Belki de yoksulluğun en çirkin zamanlarını paylaştığımız için beni o günleri hatırlatıp haline şükrettiren eski bir fotoğraf gibi yakınında tutmak istiyordu. Yoksa ona fırın ya da bakkal önlerinden sıcak ekmek sandıkları ve gazete balyaları çalmayı öğretmek dışında ne faydam dokunmuş olabilirdi. “İstediğin kadar kal,” diyordu. “Burası senin evin.” Ve samimi söylüyordu bunu. Öyle samimi söylüyordu ki insan kendini ona güvenle bırakabilirdi.
Öyle yaptım ben de. Aldım valizimi, lenduha gibi sözlüğümü ve düştüm peşine. Evine yerleştim. Orada iyi yüz gördüm. Bana bir odasını verdi. Benim için anahtar yaptırdı. Nerede yatacağım, karnımı neyle ve nasıl doyuracağım endişesi hayatımdan çıkınca önümü daha iyi görmeye başladım belki de. Arkadaşımın bilgisayarında dört başı mamur bir CV yazdım, bütün çeviri bürolarına, ders kitapları basan, romanlar hikâyeler yayımlayan, teknik eserler çıkaran tüm yayıncılara gönderdim. Birkaç gün sonra birinden telefon geldi. Beni arıyorlardı. Bu, evimizde ilk kez olan bir şeydi. İş başvurusunda bulunduğum ajansların, yayınevlerinin, büroların beni telefonla arayacakları nedense hiç aklıma gelmemişti. Mülakata çağırıyorlardı beni. Büyük bir çeviri projesiydi.
…