Hayatı anlamak için, tıpkı yazmaktan vazgeçtiğim zamanlarda olduğu gibi başımı bir suyun içine sokuyor, tam boğulacağım sırada başımı yukarı kaldırıyor, can havliyle nefes alıyor, o anda yaşadığımı ve hayatımı anladığımı hissediyorum.Yazmak, budur benim için. O boşluğu başım suyun içindeyken bir kez daha görür, kimsesiz kalmış ve hep kalacak olan sevgimin kanında boğulmamak için yazmaya koyuluyorum.Bir daha soracak mısınız bana o siyah önlüklü çocuk neden yazıyor diye? O zaman güneşe bakın ve açıklayın bu ışığı!
***
İÇİNDEKİLER
AÇIKLA BANA BU IŞIĞI
Hayat Denen O Zalim Melek
Can sıkıntısı, kaçak yaşamak ve mutluluk vaadi
O Siyah Önlüklü Çocuk Neden Yazıyor
Belki, kimse kötü değil ama çaresiz, kırık
Canım Kardeşim
Bu Ülkede Köşeye Sıkışmayın
Liseye, silah zoruyla girdim, gastrit olup çıktım
Urfa-İstanbul-Suadiye yabancılık hattı
Babamın Yüzüme Damlayan Gözyaşları ve Gizli Sevgisi /32
Senin o kırmızı saçlı şairin
Asıl Okulum Beyoğlu
Bit pazarından, eşya, ayakkabı almak
Ayakkabılarımdaki Kurumuş Kan Lekeleri
Gözlerime bakın, ne demek istediğimi anlarsınız
Titrek Bir Mum Işığında Yaşayan Annelerimiz
Bostancı Pazarı’nda “Marksist Estetik,” okumak
“Yasımı Tutacaksın.”
Yaşarken ve Yazarken
Reklamcılığın yüz karası
İşyerinin Ruhu Sizden Ruhunuzu İster
Kendimle buluşmalar ya da “Son Yüzler”
Ben kayıpların peşindeyim, birileri gösterinin
Hayatın tozunu almak
Güneşle Doğan ve Ölen
“Haritanın Yırtılan Yeri”’ne yolculuk
Gazeteci Manyak mı Buraya Gelsin
Medya Plaza’dan memlekete minibüsle dönüş
Mizaha Sığınmak
Mizah ciddi iştir
Okurla aramızdaki bağ: Örtü yok, çıplağız
Mesafe sıfır -meçhulden maluma
Hayatı değiştirmeyecekse, yazı, ne işe yarar
Bir köprü kurmak
Anadolu’da kitapçının ve okurun açmazları
Yaşamadan Özlenen Yıllar
İÇ YOLCULUK – İÇ AYDINLANMA
Masumiyet, kadın, çocuk
Şiir, şiirsellik, şairanelik
Maruz kalmak mı, “his yapmak” mı?
Roman yazar mıyım?
SEÇMELER
YORUMLAR / SAPTAMALAR
Ah, Ah! Bu Yazarın Kalbi Var
Hulki Aktunç
Cezmi Ersöz’ü Okuduktan Sonra
Orhan Koçak
Bir İnsanlık Yaratıcısı: Cezmi Ersöz
Necmiye Alpay
Cezmi Ersöz Adında Bir İstiridye
Akgün Akova
Son Yüzler
Yücel Kayıran
Serüvenin Çekiciliği
Saliha Yadigâr
Dokunduğu Her Şeyi Yazıya Döküyor
Enver Topaloğlu
HAYAT DENEN O ZALİM MELEK
Tempo ya da Aktüel Dergisi, “Herkesin takıntısı başka,” başlıklı bir haber yapmıştı, 1990’lı yılların ortalarında. Kimisi Avrupa Birliği’ne takmış; AB diyor, başka bir şey demiyor. Öteki, İkinci Cumhuriyet, diye tutturmuş; beriki laiklik, bir başkası aşk, kadınlar; kimisi şu, kimisi bu… Benim takıntım da hayatmış. Öyle yazmışlardı.
Aslında doğru; ilk kitabım, “Son Yüzler”’e bakıyorum, oradaki insanların her biri hayat kırgını. Hayatla bir yüzleşme, muhasebe, o kitap. “Kafka Market,” yine aynı: Hayattan çeşitli görüntüleri, anları kaydetmeye çalışmışım. 1993’te yayımlanan “Hayat, Bir Emrin Var mı?” adıyla söylüyor zaten her şeyi. 2002’ye gelmişiz; 15. kitabım, “Yine Seninle Geldi Hayat!” Hâlâ aynı yerdeyim yani, başladığım yerde…
Demek ki o haberi hazırlayan arkadaşlar daha baştan saptamış durumu. Nedir, benim için hayat? Kelime olarak bile çok yüklü. Birinci anlamı, şaşırmışlık. Hayat, derin şaşkınlık hissi uyandıran bir kavram. Daha çok içinde düş kırıklığı saklı. Bu kırıklık, zamanla bir dövüş haline, davranış biçimi, bir hissiyata dönüştü.
En başından, hayatı ilk fark edişimden beri, böyle. Tutkulu bir çocuktum. Tutkularımı biliyorum ama nereden kaynaklandığı belirsiz. Çünkü, bana sunulan vasat imkânlardı. Yaşananların ve yaşanacakların ne olduğu belliydi, aşağı yukarı. O vasatlık, o sıradanlık, çaresizlik; bir farklılık-derinlik arayışını, bağlanma çabasını mı getirdi, bilmiyorum. Birbirine ters gibi ama sanki düş kırıklığı ve şaşırmışlıkla bir tür sevişme hali, onunla bütünleşme hali, hayat benim için.
Sisifos Söylencesi’ndeki gibi en tepeye çıkıp en aşağıya inmek şeklinde seyrediyor hayat. Düş kırıklığı ve tutku, iniş çıkışlar sırasında yaşanan derin sarsıntıdan, müthiş yoğunlaşmadan doğuyor. Bazen o hali yaşamak için, bakalım şimdi ne olacak, merakıyla kendime çelme attığım da oluyor.
Neden, böyle?
Bir kere, ben, mutlu aile sofrasında çok oturmadım, örneğin. Mutlu olacağını umduğum, ailenin bir araya geldiği masalarda birdenbire kavga çıkardı. Sandalyeler, şişeler devrilir, tabaklar kırılır… İyimserlikle başlayan o hafta sonu masaları, sohbetler, aile ortamı, birdenbire çığlıklarla, kavgalarla, gürültülerle savaşa döner, herkes alıp başını bir yana giderdi. Sadri Alışık’ın ‘Veda’ filmi Yengeç Sepeti’ndeki aile, bizimkini çok andırıyor. Başkalarıyla, hayatla didişen, kimseye diş geçiremeyen, birbirine bağlı olsalar da o yenilmişlik, çaresizlikle birbiriyle kapışan, içten içe kaynayan bir yapı…
Otogar gibiydi bizim ev. Aileyi oluşturan insanlar bir araya gelmişler ama yolcu, hepsi. Ellerinde valizleri, otobüs de gelmiyor, bir türlü… Gidecek bunlar ama gidemiyorlar, yollar tıkalı, kapanmış. Onun için de herkesin dilinde, “Nereden geldim bu eve; Allahım, beni kurtar buradan!” sözleri var. Annem, “Burası deliler koğuşu!” diye söylenir sürekli; babam, “Gidiyorum bu evden!” der. Abilerim de öyle. Herkesin kurtulmaya çalıştığı o ortamda yetiştim ve bende de alıp başını gitme duygusu yerleşti. Ama yaşım ufak, gidemiyorum. Otogar gibi, zorunlu olarak bir araya gelmiş yolcuları düşünün; mecburen dostluk kuruyorlar. Çünkü otobüs gelmiyor, bir türlü gidilemiyor.
Önce, abim aldı başını gitti; bir daha da dönmedi. Evden kaçtığı için çok mutlu oldum. Babam kızıp üzüleceğine, tam tersi, ortanca abimle bana döndü, “Bu evde hayat yok; siz de kaçın kurtulun!” dedi. Peki ama nereye gideceksin? Dönüp dolaşıp yine eve geliyorsun. İlkgençlik çağındaki durum bu. Öncesi daha da tatsız.
Can sıkıntısı, kaçak yaşamak ve mutluluk vaadi.
Çocukken her şey bir can sıkıntısı gibi geliyordu bana. Çünkü her şey aynı. Annem sabah uyanıyor; babam işe gidiyor, annem yemek yapıyor, bulaşık yıkanıyor; okula gidiyor abilerim. Ben evdeyim, çok canım sıkılıyor. Dehşet bir ıssızlık, sessizlik, yeknesaklık… Altunizade’de oturuyoruz; bahçeli bir ev. Bütün gün boş boş dolaşıyorum sokaklarda, elim cebimde. Şimdi Capitol’ün olduğu yerler toz…