Sana yeni bir isim verdim ben, “Agafya” dedim. “Yüce aşk” dedim.
Kalbimin en derinine sakladım seni, kimse görmesin istedim.
Ve o ismi sadece ben bildim ve sen sadece benim oldun…
“Beni sevmek bana tahammül etmek demektir. Eğer beni seviyorsan buna katlanacaksın. Beni ben olmaktan çıkararak sevemezsin. O zaman sevdiğin kişi ben değil, başka birisi olur. Sen başka birisini istiyorsan, o zaman başka birine git, ben ise buyum. İşte senin asıl çaresizliğin de burada başlıyor Anton.”
1920’li yıllar. Rusya’da büyük bir devrim olmuş, Avrupa birdenbire kendi derdine düşmüş, Birinci Dünya Savaşı’nı yarıda kesmek zorunda kalmıştır. Devrimden kaçan Rus asilzadeler, dillere destan güzel Rus kadınları, işgal altındaki İstanbul’un yolunu tutmuşlardır. Bir tarafta Anadolu’da amansızca süren ölüm kalım savaşı, bir tarafta İstanbul’un yeni tanıştığı gece hayatı… İstanbul, tarihinde ilk kez kadınlarla ama bambaşka kadınlarla tanışmaya hazırlanmaktadır… Bir tarafta gurbette yaşanan kanlı bir aşkın hikâyesi… Bir tarafta intikamlar, trajediler, aşklar…
***
BİRİNCİ BÖLÜM
Dünyadaki her şeyin olduğu gibi, aşkın da kendine göre kanunları vardır.
Yalnız zor olan, bu kanunlar, olay mahallindeyseniz çok zor hatırlanırlar. Ya da hiç hatırlanmazlar. Çok sonra akla gelir bu kanunlar ama iş işten çoktan geçmiştir.
Aşkın kanunları aynı zamanda çok da esrarlıdırlar. Ortadadır ama kimse görmez.
İstanbul, 1945
Zamanla, zamandaki yolculuğunu unutuyor insan, geliyor anı yüklü bir kamyon, yola devriliyor, kurtulanlar ise bize kalıyor…
Yaşlanan sadece yorgun bedenim değilmiş, binalar da yaşlanmış, anılar da… Ancak bazı anılar hep taptaze kalıyor.
İstanbul çok değişmiş otuz beş yılda, sokakları da, insanları da, insanların bakışları da… Benim oturduğum bina hiç değişmemiş, ama yaşlanmış, tıpkı benim gibi yaşlanmıştı. Bu yaşlanmış beden, bu yaşlanmış bina gibi iki koca dünya savaşı gördü, daha ne olsun?
Yorgun binanın gıcırdayarak açılan demir kapısından girer girmez gözlerim doldu. Anılarım o kadar tazeydi ki, dün çıkmış gibiydim bu kapıdan. Her şey gözümün önünde birden canlanıverdi. Demek ruhum hâlâ o genç delikanlıydı.
Birçok dostum, arkadaşım, tanıdığım insan ölmüştü iki dünya savaşında. Sevdiklerim ve nefret ettiklerim ölmüştü. Pislik ve sefalet içinde çürüyen cesetler, yaşarken çürüyen ruhlar görmüştüm. Gençliğimde, ruhu yaşatanın aşk olduğuna inanmıştım. Ama şimdi sevginin yaşattığını gayet iyi biliyorum.
Aşk parlayıp sönen bir alevdir. Bitmeye mahkûmdur, tıpkı bir mum gibi…
Sevgi ise sönmeyen bir ışıktır. Aydınlattıkça çoğalır. Sonsuz aydınlanmadır sevgi…
“Aşk mı, sevgi mi?” diye soruyorlar bana…
İkisi de benim için sadece Agafya…
Ahşap merdivenler de yaşlanmıştı. Sanki dibi görünmez bir kuyuya iniyormuş ya da karanlık bir sokağın sonu olmayan çıkışını arar gibi, ağır ağır çıkıyorum bu eski ve yorgun merdivenleri. Geçmişin karanlık, sessiz çukuru çıkacak birazdan karşıma. Yaşanmışlıkların çukuruna düşeceğim. Bu körkuyuya düşmek için gelmedim mi sahiden bu şehre? Uç çılgın yılı yeniden yaşamak, yaşanan aşkları, tutkuları, cinayetleri tekrar tekrar yaşamak ve hatırlamak için… Agafya’yla İstanbul’un işgalinde yaşadığım üç çılgın yılı yeniden yaşamak için.
Her katil, cinayet yerine dönermiş. Peki en biiyük katil her zaman aşk değil midir!
Aşk da çeker kendine aynı şekilde. Bir derin kuyu gibi başladığı ilk yere.
İkisi de geçerli benim için. Hem aşkın ilk başladığı yer, hem de ölümlerin… Hem aşkın, hem de ölüm çukurunun…
Hem âşık olmuştum bu şehirde, hem de aşk uğruna cinayet işlemiştim.
Bir sır varsa mutlaka sebebi vardır…
Agafya’yla birlikte geçirdiğimiz onca yıl boyunca, İstanbul’da yaşadıklarımızı hiç açmamaya sanki yemin etmiştik. Kör bir kuyu, kilitli bir sandık gibi bırakmıştık ardımızda. O üç yılı yok saymıştık. Zaman çılgın bir nehir gibi geriye akarken, boğulmadan çıkabilecek miyim yeniden karaya?
O ahşap kapının anahtarını zor buldum. Bu şehirden apar topar kaçarken binanın sahibi olan zengin Rum kadın da İstanbul’a Mustafa Kemal’in askerleri gelince, her şeyi olduğu gibi bırakıp Yunanistan’a kaçmıştı. O yüzden nasıl bırakmışsak aynı şekilde duruyordu her şey. Beynimiz nasıl bazı anıları silmeden bir yere saklarsa, ben de bu odanın anahtarını bir yerlere saklamış ve unutmuştum.
Kalbimin kulakları sağır eden çarpıntısı, yıllardır açılmamaktan paslanmış ihtiyar kapının gıcırtısıyla birleşince sanki bir feryat koptu, sanki ruhumdan kopup gelen sarsıcı bir ağıt yankılandı boş koridorda. Bana bu anıları açmamam gerektiğini, buna dayanamayacağımı haykıran sessiz bir feryat…
Zihnimde her saniye biraz daha büyüyen korkulu düşüncelerden ve kalbimdeki geçmişin kırık dökük hatıralarından kalma acı hissinden sıyrılıp, ne kadar mukavemet edebileceğimi bilmeden karanlık anılarımı yeşertmeye koyuldum.
Yavaş yavaş çıktım çatı katına. Geçmişe ait her rengi taşıyan bu çatı katı, hatırlamak istemediğim pek çok anıyı sanki benim için saklamış. Zamanı geldiğinde, yaşandığı zamanlara şahitlik yapmak için belki de. O kırmızı kadife koltuk, sallanan sandalye, bütün o eski eşyalar, kıyafetler, resimler, kırık plaklar bıraktığımız gibi duruyordu. Hepsi toz içindeydi. Yeşil panjurlu pencereler yıllardır açılmamıştı.
Yeni bir dünya vaat etmişti bu pencere ilk baktığımda. Cadde-i Kebir’in arka sokaklarında bulunan bu kuytu ev. Şimdi panjurların arkasından koca bir şehir akıyor. Birlikte yaşarken fark edememişiz! Arabaların motor gürültüleri, sokak satıcılarının yeri göğü inleten bağırışları doluyor odaya. Sanki yıllanmış anılara ihanet ediyormuş gibi hissediyorum kendimi. Değişen her şey bana ihanet ediyor ve ben bu değişime şahitlik ederek en değerli anılarıma ihanet ediyorum. Ne tuhaf! İnsan alıştığı gürültüyü bile arıyor.
İstanbul’da o günleri anlatan bir film çekilmişti. Yakov Protazanov yönetmişti bu filmi. Filmin büyük kısmı belgeseldi, başrolünü İvan Mozjuhin oynuyordu. Paris’e yerleştikten sonra filmin bir kopyası elimize geçmişti. Kendi idealleri ve aşkı için, Rusya’daki ailesinden kaçan bir gencin İstanbul’a kadar uzanan yolculuğunu anlatan film Agafya’nın tutkusu olmuştu o zamanlar. Üst kattaki odada sık sık tek başına izlerdi bu filmi. Bazen davet eder, birlikte izlerdik ama o yıllarla ilgili hiçbir şey konuşmazdık. Filmi izlerken o yılları yeniden yaşıyordu. Zaten sadece o yılları yaşıyordu. Yas denemezdi buna, bir tutulmaydı. Bir kadının başaramadığı, başaramayacağı tek şey unutmaktır. Peki ama insan unutmadan nasıl özgür olur ki? Kendini özgür kılar ki?..
Tozlu odada kırmızı tahta bavulu görünce, açmadan yolculuğun başladığı yıllara gidiverdim. Bu şehirden hızla kaçarken nasıl da unutuvermiştik bu bavulu. Kaç yıl bavulum da bavulum diye tutturmuştu Agafya. İşte şimdi elimin altında tozlanmış ama öylece duruyor. Sanırım insan yaşlanınca yakın geçmişi unutuyor, uzak geçmişi dün gibi hatırlıyor. Ne kadar derin izler bırakmış o unutulmaz yolculuk bende.
Tozunu aldığım kırmızı bavulu açarken yaşlı ve yorgun yüreğim tuhaf bir heyecan içindeydi. Bavulda aradığım, hiç bakmadığım, ama her zaman uykularımı kaçıracak kadar merak eniğim o tarihi günlükle karşılaşma zamanım gelmişti. Kırmızı deri kaplı günlükle… Onun günlüğü, ona verdiğim isimle “Agafya’nın günlüğü”. Derisi yıllara meydan okumuş, aynı Agafya gibi. Güçlü bir karakterle yazılmış ismi de vardı günlüğün.
(Gözyaşlarıyla yıkanan zehirli bir hayattan arta katan notlar.)
Ah Agafya!!!
Arkasına bakmadan gidene her şey kolaydır, geride kalana her şey acı ve hüzün, her şey şiirdir.
Ah anılar… Gözlerim içimdeki burukluğu dışarı kusuyor, engel olamıyorum gözlerimden art arda süzülen damlalara. Sonra serbest bırakıyorum kendimi. Gözyaşlarımı.
İnsan ağlaması gereken yerde ağlayamıyor, acı çekmesi gereken yerde en derinine kadar acısını çekemiyor, sevmesi gerektiğinde sevemiyoırsa; bir sürüyle beraber yaşayıp beraber yürüyorsa, bir sürü gibi ağlıyor, bir sürü gibi seviyorsa, ne gereği var toprağa kök solmanın, bırakalım kendimizi bir çalılık olalım, yeşermeden yok olalım.
Bavulun köşesinde küçük bir defter daha vardı. Şaşırarak alıp baktım. Kapaktaki imza! İnanılır gibi değil! Defterin sararmış ilk sayfasını açtığımda kargacık burgacık yazısıyla belki de ailesinin eline geçmesin diye- İngilizce olarak yazılmış notlar göze çarpıyordu. Ama ben tanıyordum bu yazıyı. Tegami’nin yazısıydı bu.
***
Ah Agafya!.. Ne kadar da çabuk bırakıp gittin bizi. Hangi güçlü yürek bu kadar acıya ev sahipliği yapabilir ki?
Agafya yıllar yılı, sessiz sedasız bu geçmişle yaşadı. O günlerde yaşadıklarını sırtında derin bir uçurum gibi taşıdı.
O son gün bahçede çiçekleriyle uğraşıyordu. Emektar radyosunda Kuğu Gölü çalıyordu. Hemen her gün dinlediği bu müzik biterken, yanına gittiğimde, “Yoruldum galiba…” dedi, banka oturttum, sıkıca ellerini tuttum, hep yumuşacıktı beyaz elleri. Başını yavaşça omzuma koydu, bir daha kaldırmadı. En sevdiği şeylerin yorgunluğuyla öldü, çiçekler ve Kuğu Gölü. İnanıyorum ki, her zaman en güvendiği yer olan omzumda.
Bir insan yüreği bu kadar kör acıyı barındırabilir mi? Kendi kendime şaşırıyor, kendi kendime inanamıyorum. Kalbini acıya kiralamak bu, uzun bir anlaşmayla. Karaya çekilmiş, çürümeye yüz tutmuş bir gemi enkazından farkım yok. Dayanabileceği yükten fazlasını taşımış bir hayvan gibiyim. Sokakta yürürken insanların bakışları “Senin kadar acı çekmediğimiz için üzgünüz” diyor, onları affetmemi istiyorlar sanki.
Agafya’nın günlüğü ile Tegami’nin defterini sehpanın üzerine, yan yana koydum. Hemen açıp okumaya cesaret edemedim. Bütün pencereleri açtım. Özenle giyindim, Kapalıçarşı’dan aldığım yasemin esansını Agafya’nın mendiline döktüm. O yıllarda bütün Rus kadınları mendillerine kokusunu dökerdi, İstanbul’un kadınları da onlardan görerek yapar olmuştu bunu. Mendillerde gül kokusu… Mendili ceketimin cebine koydum. Karmakarışık duygular içinde evden çıktım. Cadde-i Kebirin adı artık İstiklal Caddesi’ydi. Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış ve Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu. Hem Rusya’daki Bolşevik Devrimi’ne hem de Küçük Asya’da yeni bir devletin kuruluşuna tanık olmuştum.
Cadde boyunca o günleri hatırlayarak Rejans Restoran’a gittim. İşgal yıllarında Ruslar dillere destan eğlence hayatlarını İstanbul’a taşımış, Rejans gibi birçok restoran, bar, kabare, dansing açmışlardı. Bolşevik Devrimi nedeniyle ülkelerini terk etmek zorunda kalan Rus asilzadeleri, zenginleri, sonra Beyaz Ordu’nun tamamı mülteci olarak İstanbul’a gelmişti. On binlerce Rus burada sefil hayatlar sürmüş, sürünmüş, bazıları sürünerek ölmüş, çok azı da servet sahibi olmuştu. Birbirinden alımlı prensesler, baronesler bile bu eğlence mekânlarında garsonluk, konsomatrislik, hatta bazıları fahişelik yapmıştı.
Bir yanda işgalin kargaşası, kapkaranlık belirsizliğin hükmü, bir yanda Beyaz Rusların şamatalı gece hayatı kol kola sürmüş, kimselerin bilmediği fırtınalı aşklar yaşanmıştı. Belki bu fırtınalı aşkların en şiddetlisini Agafya ile Tegami yaşamıştı. Onu karşılıksız severek bu fırtınada hiç yalnız bırakmamış, onunla sürüklenmek pahasına, batıp gitmekten kurtarmıştım, sonunda sakin bir liman olarak bana sığınmıştı. Ne var ki, kayalara çarpmış, hasar almıştı. Bir daha hiç açılmadı. Hep yaralı yaşadı.
Bugün Agafya’nın ölüm yıldönümü… Rejans’ta masam özel olarak hazırlanmıştı. Sipariş verdiğim borç çorbası, dana piroşki ve patates, aşçılığa mülteci olarak geldiğinde başlayan, sonra Mustafa Kemal’in aşçılığını yaptığını öğrendiğim Jorj Baba’nın tarifiyle yapılmıştı. Tabii içki olarak Smirnoff votkası. Yine işgal yıllarında mülteci olarak gelen Smirnoff tarafından İstanbul’da üretilen, sonra bütün dünyaya yayılan o meşhur votka. O eski güzel şarkılarla. Masama gelen kemancı Kuğu Gölü’nü çalarken gözyaşlarımı tutamadım.
Agafya’sız bir hayatı ne kadar yaşayabileceğim meçhul. “Ölüm bile üzerinden zaman geçince eskir. Geçmeyecek diye yanıp tutuştuğunuz acılar eskir, aşklar eskir, gidenler eskir, dönenler eskir” diyordu bir şair. Bu keskin acı, bu sonsuz aşk da eskiyecek mi?
Gazeteci olarak geldiğim İstanbul’da, Agafya’ya umutsuzca âşıkken, hayata tutunabilmek için Beyaz Ruslar üzerine seri yazılar gönderiyordum. Birçoğu yayımlanmadı, buna rağmen devam etmiştim. Sonra bunları bir kitap haline getirmeyi düşünüyordum. Fakat ansızın bıçak gibi kesildi. İki elimiz kanda, apar topar terk ettik bu şehri. Benim yazdıklarım da burada kalmıştı.
Kuğu Gölü’nü dinleyerek Agafya’yı anarken, onunla burada yaşadığımız fırtınalı üç yılı yazmak istedim. Cesaret edebilirsem Agafya’nın günlüğüne ve hatta Tegami’nin yazdıklarına da yer vererek. Belki bu hikâye, sevgi ile aşk arasındaki derin uçurumu serecektir gözler önüne. Aşkın pervasızlığı ile sevginin sıcaklığı arasındaki farkı gösterecektir. Aşkın kışkırtıcı ve çıldırtıcı hazzı ile sevginin güvenilirliğini karşılaştıran; aşkın hırçın dalgalarına karşı sevginin o sütliman kıyılarını anlatan; en önemlisi, aşkın ölümcüllüğüne karşılık sevginin yaşatan gücünü hissettiren bir hikâye çıkar belki.
İstediğiniz kadar para biriktirin, istediğiniz kadar bu biriktirmiş olduğunuz parayı koruyun, mutlaka çalınma ve batma riski taşır. Oysa renkli anılar asla kaybolmaz, o yüzden gerçek hazine daima anılardır, yaşanmış gerçek bir hayattır hazine. Başka da bir hazine yoktur.
Geriye dönüp baktığımda, konuşulanlar, anlatılanlar, yazılanlar, başkalarından dinlenenler, kitaplardan okunanlar, hepsi gelip geçiyor, unutuluyor. Geriye yalnızca kendi yaşadıklarının yüreğinde bıraktığı tortu kalıyor. Yıllanmış şarap gibi o tortu, nefis bir tatla sarhoş ediyor…