Paris
1893
Seme Nehri boyunca uzanan şık beşinci bölgede, Elodıe çiçek tezgâhının yanında dikiliyor ve çiftlerin kol kola yürüyüşünü izliyordu. Aşkın kendine göre olmadığını düşünüyordu. Evet, bir erkeği olabilirdi belki. Belki bir dondurmacı. Köyden bir çiftçi. Baca temizleyicisi. Dükkânın önünde zengin adamların ayakkabılarını parlatanlardan bir tanesi. Ama hayır. Derin bir nefes aldı ve suyun içindeki şakayıkların sararmış yapraklarından birini kopardı. Kafasını kaldırıp baktığında Auvergne Kontu Luc Dumond’u gördü. Şapkası, caddedeki kalabalığın arasında kendini gösteriyordu. Kont, bakışlarını Elodie’ye kilitlemiş bir halde arnavutkaldırımlı sokakta ilerliyordu. Geçen bir at ve arabasından güçbela sıyrıldı.
Kont, karısı Marceline’e çiçek almak için sık sık Elodie’ye uğrardı. Ciddiyeti, sıska yüzü ve fırtınalı gözleri nezaketiyle uyuşmazdı. Elodie bazen bir kontes olmanın, bu kontun kontesi olmanın nasıl bir şey olacağını hayal ederdi. Onun şık evinin pencerelerine bakar ve o duvarların içinde olmak nasıl olurdu diye düşürdü.
Luc şapkasını çıkararak, “Merhaba,” dedi.
Luc’un gelişiyle biraz telaşlanan Elodie, “Merhaba,” diye vanıt verdi. “Kontes için her zamanki seçiminizden mi olsun?” Bir çaycının nasıl özel bir karışımı veya bir aşçının nasıl onu tanımlayan özel bir yemeği olursa, Elodie’nin de imza niteliğinde bir demeti vardı. Bu demet, yeşil çiçeklerden, zinyalardan, krizantemlerden, ıhlamurların gölgesinde açan, zor bulunan ancak nefes kesen güllerden oluşurdu. Bu imza niteliğindeki demet günde bir kez hazırlanırdı. Elodie bu demeti tezgâhın arkasında Luc için saklardı.
Luc hemen cevap vermedi. Elodie’nin gözlerinde kendini kaybetmişti. Birdenbire, “Yeşiller,” dedi.
Elodie şaşırarak kafasını salladı.
“Gözleriniz.”
Elodie gülümsedi. “Evet.”
“Çok güzeller.”
“Teşekkür ederim, efendim.”
“Adım Luc.” Duraksadı. “Adınızı öğrenebilir miyim?” “Elodie.” Luc önündeki çiçekleri inceleyerek, “Elodie,” diye tekrarladı. Sonra tezgâhın kenarındaki yazıyı görünce duraksadı.
Yazıyı göstererek, “Bunun anlamı nedir?” diye sordu. “Amour vit en avant.”
Aşk hep vardır. Bunlar, annesinin ölüm döşeğinde ona söylediği sözlerdi. Gözyaşlarının arasından, “Aşkından vazgeçme benim tatlı Elodie’m,” demişti. “Benim yaptığım gibi kalbini taşlaştırma. Aşkını kalbinde sakla. Koşullar imkânsız gibi görünse de aşk seni bulduğunda ona açık ol. Ona güven. Başarısız olmaktan korkma. Çünkü başarısız olsan bile aşkın varlığını sürdürecektir.” Elini zayıf kalbinin üstüne koydu. “Burada yaşar. Aşk ölmez. Yaşar.”
Elodie, “Annemin sözleri benim için bir teselli,” dedi. “Bana rehberlik ediyor.”
Luc gülümsedi. “Çiçek almak istiyorum.”
Elodie başını salladı. “Küçük bir demet olur mu? İçinde…”
Agapi
“Tezgâhtaki bütün çiçekleri almak istiyorum.”
Elodıe kafasını salladı. “Ciddi olamazsınız.”
“Ciddiyim.”
“İyi de o kadar çiçekle ne yapacaksınız?” diyerek sırıttı. Bugünkü tezgâhında yüzlerce demet vardı. Sümbüller, güller, şebboylar, yazın en güzel şakayıkları.
“Bunları sizin için almak istiyorum.”
Elodie şaşkın bir şekilde, “Benim için mi?” diye sordu. “Sizin için,” diye cevap verdi. “Bugün çalışmak zorunda kalmayasınız diye. Paris güneşi altında istediğiniz gibi dolaşabilin diye.” Eline bir koçan para tutuşturdu. “Benimle gelir misiniz?”
Elodie’nin arkadaşı olan diğer tezgâhtaki çiçekçi kız Genevieve konuşmaya uzaktan şahit olmuştu. Gülümseyerek, “Git,” dedi. “Ben tezgâhına bakarım.”
Luc elini uzatarak, “Gidelim mi?” diye sordu.
Elodie başka seçeneği olmadığını biliyordu: O eli tuttu.
olden Retriever cinsi köpeğim Sam’i sakinleştirdim ve anahtarı posta kutumun deliğine soktum. Apartmanımızın kapıcısı Bernard ayırdığı paketlerden kafasını kaldırdı ve Sam’in yanına diz çökerek kulaklarını okşadı. Kafasını kaldırıp gülümseyerek, “Günaydın Jane,” dedi. “Duydun mu? Bu akşam kar yağacak diyorlar. En az on santim.”
tç geçirdim. Yollar buzlu olursa çiçek teslimatları zamanında yapılamazdı. Posta kutusunun içindeki zarfları ve tebrik kartlarını aldım, lobiyi geçerek renkli ışıklarla süslenen ön cama gittim. Ben dışarıya bakarken Sam de köşedeki yılbaşı ağacını kokluyordu. Pike Place daha yeni yeni uyanıyordu. Mahallenin aşağısındaki Merivvether Fırını nın tentesinden buhar çıkıyordu. Balıkçılar, tezgâhlarının önündeki arnavutkaldırımları süpürüyordu. Ellerinde şemsiyeler olan bir grup hevesli turist (turistlerin elinde her zaman şemsiye olurdu) sokakta totoğrat çekmek için durunca sokak tabelasının üstüne tüneyen bir martıyı rahatsız ettiler. Martı sinirli bir şekilde ciyakladı ve uçup gitti.
Bernard pencereden dışarıyı göstererek, “Evet, bak kar bulutları,” dedi.
“Nereden biliyorsun?”
“Gel,” dedi. Çift kanatlı kapıdan geçti. Onu takip ederek sokağa çıktım. “Sana bulutlar konusunda küçük bir ders vereyim.”
Buz gibi havayı içime çekerken keskin soğuğu yüzümde hissettim. Havada, öğütülmüş kahve ve deniz suyu kokusu vardı. Hem aromalı hem tuzluydu. Seattle böyleydi işte. Yoldan geçen biri onu sevmek için elini uzatırken Sam umutlu bir şekilde kuyruğunu salladı.
Bernard gökyüzünü gösterdi. “Gördün mü? Sirrostratüs bulutları.”
“Sirro-ne?”
Sırıttı. “Yani bir kar fırtınasından önce görebileceğin ilk bulut kümeleri. Ne kadar ince ve dağınık olduklarına bak. Düşen kar taneleri gibi.”
Sanki meteorolojik hiyerogliflerle bir mesaj içerebilirlermiş gibi bulutları meraklı bir şekilde inceledim. Yeterince uzun süre bakarsam çözebileceğim bir tür bulut diliydi bu sanki.
Elliott Körfezi civarında toparlanan bulutları göstererek, “Şimdi şu tarafa doğru bak. Kar bulutları. Daha ağır, daha koyu renk olurlar.” Duraksadı ve elini kulağına dayadı. “Dinle. Duyuyor musun?”
Kafamı salladım. “Neyi?”
“Havanın çıkardığı sesi.” Başını salladı. “Kar fırtınalarından önce her zaman açıklanamayan bir sessizlik olur.”
Sam kaldırımda ayağımın dibine oturdu. “Sanırım haklısın. Bu sabah havada gerçekten garip bir sessizlik var.” Tekrar gökyüzüne baktım. Ama bu kez biraz daha uzun tutmuştum. “Bulutlara baktığında ne görürsün? Resimler? Yüzler?”
Sırıttı. “Bir şeyler görürüm. Ama benim gördüklerim senin-kilerden farklı olabilir. Bulutlar aldatıcıdır.”
Uzun bir an duraksadı. “Sanırım bulutlar biz ne görmek istiyorsak onu gösteriyor.”
Haklıydı. Sonra bulutlarda bir şey gördüm ve biraz şaşırdım. Hemen kafamı salladım. “Ne gördüğümü söylemeyeyim o zaman, yoksa bana gülersin.”
Bernard kendi kendine gülümsedi.
“Sen negörüyorsun?”diye sordum.
Sırıtarak, “Biftekli sandviç,” dedi. Sonra elini cebine attı. “Neredeyse unutuyordum. Bu sana geldi.” Pembe bir zarf uzattı. “Postacı yanlışlıkla Bayan Klein’ın posta kutusuna bırakmış.”
“Teşekkürler,” dedim ve zarfı çabucak diğer zarflarla birlikte çantama attım. İstenmeyen yılbaşı kartlarından oluşan bir yığındı. Kameraya poz veren harika, mutlu, gülümseyen aileler. Hayallerden konuşan aileler.
Sam tasmasını çekiştirmeye başlayınca Bernard, “Mutlu Noeller,” dedi.
“Sana da Mutlu Noeller,” diye yanıt verdim. Köşeden dönerken sözcükler kafamda yankılandı. Mutlu Noeller. Ben kendimi mutlu hissetmiyordum ki. Yılın bu zamanı hiç mutlu olmuyordum.
Köşeyi döndüm ve Pike Place’deki gazete büfesinin sahibi Mel’i başımla selamladım. Bana göz kırptı ve tenteden sarkan ökseotunu gösterdi. “Mel’e bir öpücük verir misin?”
Nazlanıp sırıttım. Mel kaşlarını çattı. “Yılbaşında bile mi, Janey?”
Eğildim ve çabucak yanağına bir öpücük kondurdum. “Al bakalım.” Gülümsedim. “Şimdi mutlu musun?”
Yanağını tuttu ve felç inmiş numarası yaptı. “Hayatımın en güzel günü,” dedi. Mel en az yetmiş yaşındaydı. Bu gazete baviıni kırk yıldır o işletiyordu. Hatta belki daha bile tazla süreden beri. Kısa, kel ve göbekli bir adamdı. Gelen her kadınla flört eder, sonra da iki sokak yukarıdaki yalnız yaşadığı evine giderdi.
“Adele’im Noel arifelerini çok severdi,” dedi. “Ökseo tunu çok severdi. Kocaman bir rosto pişirirdi Ağacı ışıklarla süslerdi.”
Elimi koluna koydum. Karısı sekiz yıl önce ölmüş olmasına rağmen sanki daha sabah birliktelermiş gibi konuşurdu. “Onu çok özlediğini biliyorum.”
Buludara baktı. Ne gördüğünü merak ettim. “Her gün,” dedi. Bakışlarındaki kederi görmüştüm ama yetmiş yaşlarında bir kadın büfeye doğru yaklaşınca yüz ifadesi değişti. Kadın uzundu. Kısa Fourth and Pike Binası’nın yanında yükselen Columbia Çenter gibi Mel’in tepesinde dikilmişti. Kırlaşmış saçları ve keskin yüz hatları vardı. Boynundaki bir sıra inciyle oldukça şıktı ve gençliğinde güzel olduğuna şüphe yoktu.
Hayal kırıklığım ortaya koyan bir sesle, ‘Times, Londra Times var mı?” diye sordu.
Sesi keskindi, emrediciydi. İngiliz aksam belli oluyordu.
İki yüzün karşı karşıya gelişini izledim ve bakışlarım her zamanki gibi bulutlandı. Mel dikkatli ve titiz müşterisine sırıtırken gözlerimi ovuşturdum. ‘Times mı?” dedi. “Han fendi, kusura bakmayın ama burası Seattle, eski İngiltere değil.”
Kadının gözleri kısıldı. “Her düzgün gazete büfesinde bulunuyor. Okunmaya değer tek yayın o.” Gazete ve dergileri taradı. “Bu günlerde raflarda çok fazla saçmalık var.”
Kadın montunun yakasını düzeltip yanımızdan geçip giderken Mel bana bir kaşını kaldırarak baktı.
Bir anlığına şaşkın bir şekilde durdu ve sonra gülümsedi. “Züppeler!” dedi. “Zenginler kendilerini dünyanın sahibi sanıyor.”
Omzumun üstünden baktım ve gözlerimi ovuşturdum. Daha yeni sürdüğüm maskaramı bulaştırmamaya dikkat ediyordum. İşte o zaman bütün ömrüm boyunca gittiğim nöroloğum Dr. Heller ile yarın randevum olduğunu hatırladım. İngiliz kadın köşeden dönerek kayboldu. “Belki de mutsuz bir kadındır,” dedim. “Büyükannem, çoğu zaman insanların kabalık etmek istemediğini, onların sadece kederlerini ortaya koyduklarını söylerdi.”
Çocukluğumdan gelen bir anı aniden beni buldu. Derin bir üzüntüyle karşılaştığım ilk gün, aynı zamanda görüşümde değişiklikler olduğunu fark ettiğim gündü. Dört yaşımdaydım. Annemlerin odasının önünde bekliyordum. Annem yatağın üstünde oturuyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Perdeler sıkı sıkı kapalıydı. Karanlık, duvarları koyulaştırmıştı. Babam arkasm-daydı, af diliyordu. Elinde bir bavul vardı ve o gün onu bekleyen kadınla buluşmak üzere Los Angeles’a gidiyordu. Onunla evleneceğini söylemişti. Babam âşıktı, anneminse kalbi kırılmıştı.
Babamın yüzünü veya o yağışlı Seattle sabahında tam olarak neler konuştuklarını hatırlamıyordum. Ama annemin derin kederini hatırlıyordum. Babam, “Lütfen beni affet,” der gibi elini annemin omzuna koyunca gözlerimi kırpıştırdım. Sanki gözlerim tamamen bulutlanmış». Ama yaşlardan değil, içimden gelen bir şeydendi sanki. Gözlerimi ovuşturarak bir geri adım attım. Koridorda sendeledim. Babam kapıdan çıkıncaya kadar orada bekledim. Bana hoşça kal demeye niyedendiyse de yapmadı. Bizi terk etti. Flynn her şeyden habersiz halde koltuğun üstünde televizyon izliyordu. Kafam karışmıştı ve koridorda yarı kör olarak kalakalmıştım. Annem o kadar şiddetli şekilde ağlıyordu ki ölüyor sandım.
O sabah annemi neşelendirmek istedim. Bu yüzden titreyen ellerle ona bir fincan kahve uzattım. Onun çekirdekleri öğürüşünü ve makineye koyuşunu yüzlerce kez izlemiştim. Kendim yapmak için de
cesaretimi toplamıştım. Ama görüşüm hâlâ bulanıktı ve her şeyi yanlış yapmıştım. Annem hemen lafını söyledi.
“Bu ne?” diye tersledi.
“Sana kahve yaptım,” diye ciyakladım.
Kahve fincanına baktı, kafasını salladı ve ağır ağır mutfağa yürüyerek fincanı lavaboya boşalttı.
Onun yatak odasına geri dönüşünü izlerken gözyaşları mı tuttum. Babam annemi hayal kırıklığına uğratmıştı. Ben de Öyle.
Biraz sonra büyükannem geldi ve bize üzüntünün davra
malarımızı kontrol edebileceğini söyledi. O sözcükleri ve büyükannemin annemi çağırışını asla unutmadım. Bir saat sonra hâlâ bulanık olan gözlerimden bahsedince ikisi hemen beni hastaneye götürdüler. Tomografi çekildikten ve beni ağlatan bir iğneden sonra bir çıkartma ve bir vişneli topitopla eve döndüm. Ondan sonra bir daha babamdan bahsetmedik. Şimdi bile ne kadar çok denersem deneyeyim yüzünü gözümün önüne getiremiyordum. Zihnimde hâlâ bulanık bir görüntüsü vardı.
*
Mel maket bıçağıyla bir kutu gazeteyi açarken omuz silkti.
“Dükkâna gidiyorum,” diye devam ettim. “Bugün yoğun bir gün olacak. Geçen yıl Lo krizantem, çoban püskülü ve yaban güllerinden oluşan bir aranjman yaptı. Sana yemin ederim şehirdeki her sosyetik yılbaşı masaları için dörder dörder alıyor.” İç geçirdim. “Tabii bu kötü bir şey değil. Bu, bugün bittiğinde…” Durdum ve ellerimi kaldırdım. “Bu parmakların artrit olacağı anlamına geliyor.”
“Çok çalışma, Janey. Senin için endişeleniyorum.”
Ağır ağır gülümseyerek, “Benim için endişelenmen güzel,” dedim. “Ama merak etme, hayatımda endişe edilecek bir şey yok. Kalkıp dükkâna gidiyorum. Sonra tekrar eve geliyorum. Basit ve her türlü dramadan uzak. Endişe etmeye gerek yok.” Mel, “Canım benim, zaten bu yünden senin için endişeleniyorum ya,” dedi. “Biraz ferahladığını, birini bulduğunu görmek istiyorum.”
Gülümsedim ve köpeğimin başına hafifçe vurdum. “Ben zaten buldum birini,” dedim. “Sam var.”
El sallayıp yanından ayrılırken Mel gülümsedi. “Sana dün tanıştığım yakışıklı balıkçıyı ayarlayacağım. Adı Roy. Sana balık yapar.” Gözlerimi devirerek, “Yap bakalım, Mel,” dedim. Sam’i öteki sokağa doğru yönlendirdim ve Meriwether Fırım’mn kapısını
açtım. Elaine tezgâhtan bana el salladı. Saçlarını düzgün bir şekilde atkuyruğu yapmıştı. Yanağında un lekesi vardı.
“Günaydın,” dedim. Sam hemen atladı ve Elaine’in ağzına bisküvi koymasını bekleyerek patilerini tezgâha koydu. Fırın, yanmış şeker ve mayalı, taze pişmiş ekmek, yani bir diğer deyişle cennet kokuyordu.
Fırının üçüncü nesil sahibi olan Elaine beş yıl önce büyükannemin dükkânını devraldığımda bana arkadaşlık etmişti. Çikolatalı kruvasan ve beyaz şakayıklarımızı paylaşarak arkadaş olduk ve bunları düzenli olarak alıp vermeye devam ettik. Alnını sildi. “Son bir saat içinde cevizli kurabiyeden tam kırk dokuz sipariş aldık. Bu gece eve gidemeyeceğim.” Kapının zili çaldı. Elaine’in kocası Matthew’un içeri girişini izledim.
Elaine tezgâhın arkasından, “Hayatım!” diye cıvıldadı. Sağlam yapılı bir mimar olan Matthew bize doğru ilerledi ve karısına öpücük vermek için tezgâha doğru eğildi. Çevrelerindeki herkesi kıskandıracak bir hayatları vardı: iki güzel çocuk, Hamlin
Caddesi’nde Montlake Köprüsü’ne bakan bir ev, çiçek bahçesi ve sınırsız taze yumurta veren bir kümes…
Elaine parmağındaki alyansını çevirerek, “Jack’in istediği lego setini aldın mı?” diye sordu.
Matthew elindeki poşeti tezgâha koyarak, “Aldım,” dedi. “Ayrıca Ellie’ye de şu bahsettiği American Gırl bebeğini aldım.”
Elaine nefes verdi. “Güzel, yoksa Noel Babanın başı derde girebilirdi.” Bana döndü. “Bu adam benim kurtarıcım.”
Matthew sırıttı. “Yeni komşuyla tanıştın mı?”
Elaine kafasını salladı.
Matthew, “Bu sabah geçerken selam verdim,” diye devam etti. “Geçen yıl karısını kaybetmiş. Ghicago’dan buraya daha yeni taşınmış. Yılbaşı yemeğine davet ederiz, diye düşündüm.
Fdaine, “Tabii ki,” dedi. “Geleceğini düşünüyorsan çağırırı/.”
Matthew omuz silkti. “Buraya daha yeni geldi. Kimse\i tam mıyordur eminim. Ayrıca Ellienin yaşında bir kı/ı v.tı.
Elaine de samimi ve misafir seven biri olmasına rağmen, Matthew bunun kat kat fazlasıydı. Şükran Günü kutlamasında, Matthew’un yeni boşanmış, göbekli ve sürekli surat asan bir sınıf arkadaşının karşısına oturmuştum. Elaine beni mutfağa çekmiş ve Matthew’a kalsa şehirdeki herkesi yemeğe davet edeceğini söyleyerek şikâyet etmişti.
Elaine, “Sorun değil,” dedi. “Buyursun gelsin.”
Matthew başını salladı. Sonra bana döndü. “Yılbaşı için planların var mı? Senin de her zaman başımızın üstünde yerin var biliyorsun, Jane. Hem kim bilir, belki yeni komşumuzla iyi anlaşırsınız.”
Göz kırpışma gözlerimi devirerek cevap verdim. “Sen iflah olmazsın, Matthew.”
Elaine, “Tatlım, Jane/1 rahat bırak,” dedi. “Matthew Coleman ın çöpçatanlık hizmetlerine ihtiyacı yok.”
Matthew sırıttı.
Elaine sırıtarak devam etti. “Ayrıca Noel’in Janey in doğum günü olduğunu unutuyorsun.”
Suratımı astım. “Evet, ne yazık ki doğum günümün aynı zamanda Noel’e denk geliyor. Neyse, en azından ikisini birden aradan çıkarıyorum.”
Elaine kaşlarını çattı. “Çok huysuzsun.”
Omuz silktim. “Aralığın yirmi beşinde hayatta kalabilmekten başka bir şey düşünmüyorum. Bunu sen de biliyorsun. Çok zor geliyor.”
“En azından sana bir şeyler getireyim. Pasta gibi şeyler,” dedi. “Her sene reddediyorsun.”
“Lütfen yapma,” dedim. “Dışarıdan yemek söylemeyi ve Netflix sitesinde Skandali izlemeyi tercih ederim.”
“Çok depresif,” dedi. “Noel’de hangi dükkân açık ki?” Sırıtarak, “Yummy Thai,” dedim. “Her sene açık oluyor. Bak gördün mü? Her şeyi ayarladım.”
Elaine iç geçirdi. “En azından kendine çiçek al.”
Gülümsedim. “Bunu yapabilirim.”
Matthew, “İşler nasıl gidiyor?” diye sordu.
“Harika,” dedim. “Aslına bakarsan patlama var.”
Hayatımda değişmeyen bir şey varsa, o da çiçeklerdi. Büyükannem Rosemary, Pıke Place Pazarı nın çiçekçisi Flower Lad^yi kurmuştu. Dükkânı savaştan kısa bir süre sonra 1945 yılında açmıştı. 1980 yılında büyükannemin parmakları artrit olunca annem Annıe dükkânı devralmış ve ben on sekiz yaşındayken vefat edene kadar çalıştırmıştı. Ben üniversiteyi bitirene kadar dükkânı annemin asistanı işletmişti. Sonrasında da dükkân bana geçmişti.
Ben dükkânda büyümüştüm. Yaprakları ve çiçekleri süpürürdüm. Tezgâhın önündeki taburede oturur ve büyükannemin demet yapmasına yardım ederdim. Bana bazen, “Sen doğuştan bir çiçekçisin,” derdi. “İnsanlara nasıl ulaşacağını, onlarda nasıl his yaratacağını bilen özel bir dokunuşun var.”
Haklı olduğunu düşünüyordum. Aynı şeyden annemde de vardı. Bizler, gül ve frezyanm doğru karışımının bir adamın bir kadına sevgisini ifade etmesine nasıl yardım edeceğini, krizantemlerle sarı lalelerin zevkli bir birleşiminin içten bir özrü nasıl ifade edeceğini bilerek doğmuştuk.
İşte o zaman, her yılın bu zamanı olduğu gibi annem için üzülmeye başladım. Annem Noel’i severdi. Onu her şekilde güzelleştirirdi. Dairenin her yerini yemyeşil dallarla ve süsleriyle dekore ederdi. Hiçbir zaman küçük bir ağaçla yetinmezdi. Alan kısıtlamalarına rağmen, en büyük ağacı getirirdik.
Annemin kanseri aniden ortaya çıkmıştı. Aslında bu bir bakıma iyi bir şeydi. Uzun süre acı çekmemişti. Hastalığın teşhis edilmesiyle ölümü arasında sadece haftalar vardı. Hayat ve aşk konusunda ona bilmek istediğim şeyleri soracak kadar bile zamanım olmamıştı. Ve işte, hayatımdaki en önemli kadını kaybetmekle yüz yüze gelmiştim ve bir ömürlük tecrübeyi birkaç güne sığdırma fikriyle ezilmiştim.
Öldüğü sabah, ona her hafta yaptığım gibi çiçek götürmek istemiştim. Ama doktor sabahın altısında aradı. Hemen gelmemi, annemin çok fazla saati kalmamış olabileceğini söyledi. Ren de annemi kaybetme düşüncesiyle işkence edilmiş bir halde elim boş gittim. Başucutıa en sevdiği çiçekleri koyamadığım için pişmandım.
Sonra hastane odasının kapısında hafif bir tıklama duyuldu. Bir dakika sonra, yakasında gönüllü kartıyla bir kadın göründü. Çekingen bir şekilde gülümsüyordu. “Pardon,” diye fısıldadı. “Patronum bu çiçekleri annenize getirmemi söyledi.”
O anda, annemin bu gönüllünün patronunu nerden tanıdığını düşünmedim. Önemsiz bir detay gibi görünüyordu. Ayrıca annem her yerde arkadaş edinen bir kişiydi. Yaşamının sonuna geldiğinde bile. Vazodaki çiçekleri alarak, “Teşekkürler,” dedim. Yeşilin çeşitli tonlarındaki çiçeklerden oluşan harika bir aranjmandı. “Bunlar çok güzel. Patronunuzun muhteşem bir zevki var. Lütfen ona teşekkür ettiğimi söyleyin.”
Annem vazoyu görünce gülümsedi. Sesi boğuktu. Fısıltıyla, “En son böyle bir aranjman gördüğümde burada, bu hastanedeydim. Sana daha yeni doğum yapmıştım, tatlım,” dedi. Gözlerine yaşlar doldu. “Ama bir şey söyleyeyim mi? Üstünde kart yoktu. Bunları kimin gönderdiğini hiçbir zaman bilemedim.” Annemin, vazodaki yeşil güllerin en az onun solgun teni kadar narin yapraklarına dokunmak için titreyen ellerinden birini uzatışını izlerken gözyaşlarımı zor tuttuğumu hatırlıyordum.
Son nefesini verdiği o soğuk ekim sabahını düşünürken, yüz ifadesini hâlâ gözümün önünde canlandırabiliyordum: gözündeki bakışı, birkaç dakika bile olsa dayanabilme arzusunu. Doktor içeri girip benimle bir şey konuşmak istediğini söylediğinde annemi yalnız bırakmak istemedim. Her dakika
önemliydi artık.
Annem gülümsedi ve beni son kez yanına çağırdı. Elini yanağıma koyarak, “Benim canım Janey im, gözlerin her zaman taze
Agapi
fidanların rengindeydi,” dedi. “Bütün ağaçların üstündeki yeşil ilkbahar fışkınları gibi. Vazodaki çiçekler gibi. Sen özelsin benim güzel kızım. Çok özelsin.”
Gözümden yaşlar döküldü. Daha fazla tutamıyordum. Beni kapıya doğru yönlendirerek, “Git de doktorumla konuş,” dedi. “Ve bir fincan kahve getir.” Gülümsedi. “Hazır veya filtre kahve istemem. Espresso istiyorum. Son kez espresso içmek istiyorum.”
“Hemen döneceğim,” dedim. “Sadece bir dakika sürer.” Yanağına hafifçe dokundum. Duble Americano ile odaya geldiğimde annem ölmüştü.
Telefonum cebimde titremeye başladı. Matthew, Elaine’i öpüp bana el salladı. Kapıya doğru yönelirken, “Mutlu Noeller,” dedi.
Telefonuma uzanırken, gülümseyerek, “Mutlu Noeller,” dedim. Arayan abim Flynn’dı.
“Merhaba,” dedim.
“Merhaba.” Sesi kötü geliyordu. Abimin her zamanki haliydi. Kendisi, tıpkı annemin babamı tanımladığı gibi melankolikti. Benim çiçeklerim varsa Flynnın da sanatı vardı. Kuzeybatıda oldukça beğeni toplayan bir ressamdı. Birkaç yıl önce, sanatçılarla bir araya gelebilmek için kendi galerisini açmıştı. Bu girişimi çok iyi sonuçlanmıştı. Hem iyi bir gelir getiriyordu hem de onu Seattle sanat camiasının lideri haline getirmişti.
Yakışıklılığının da zararı olmamıştı tabii. Bana sorarsanız, Flynn fazla yakışıklıydı. Biz çocukken, arkadaşlarımın tamamı ona hayrandı. Bu durum hâlâ aynıydı. Sık koyu saçları ve kirli sakalıyla aşırı derecede yakışıklıydı. Otuz beş yaşına gelmiş olmasına rağmen, düzenli bir hayat kurma gibi bir niyeti yoktu. Onun bir kadını gerçekten sevdiğinden bile emin değildim. Ama Flynnın hayatında gerçekten çok kadın vardı.
“Ne var ne yok?”
“Yarın doğum gününü kutlamayı unuturum diye bugünden arayıp kutlamak istedim.”
Sırıttım. “Ne adamsın.”
“öyleyim. Ama en azından hatırladım. Bir gün önce de olsa.” “Teşekkür ederim, abicim.”
“Yeni yıl partime gelmeyeceğinden emin misin?” îç geçirdim. Flynn her yıl Belltown’daki çatı katında bir parti düzenlerdi. Ben de bu partiye gitmemeyi kendime görev edinmiştim. Flynn’ın olayı benim sevmediğim türdendi: dapdar elbiselerin içindeki anoreksik kadınlar, kolları dövmeyle kaplı erkekler, balkona yığılan bir dünya tiryaki.
“Bilmiyorum, Flynn.”
“Hadi ama ya,” dedi. “Gelmen lazım. Belki biriyle tanışırsın.” “Biriyle tanışmak mı? Bu ihtiyacım olan son şey.”
“Jane, bir ilişkinin senin için iyi olabileceğini düşündün mü hiç?” dedi. “Sadece Sam ve sen varsın. Kendini yalnız hissetmiyor musun?” “Abicim,” dedim. “Evet, akraba olabiliriz ama seninle aynı yolu takip etmeyebilirim. Mutlu olmak için başka birine ihtiyacım yok.” “Yalan söylüyorsun,” dedi. “Herkesin birilerine ihtiyacı vardır.” “Belli ki bazılarımız her gece başka birine ihtiyaç duyuyor.” “Lütfen,” dedi.
“Ee, bu aralar kiminle çıkıyorsun? İsmi lazım değille işler nasıl gidiyor?”
“Lisa’yla mı?”
Elaine’in tepsiyi limonlu tartlarla dolduruşunu izledim. Her birinin üstünde bir lavanta filizi vardı. “Adı Rachel, değil miydi?” dedim.
“O Lisadan önceki.”
“Gördün mü bak?” Güldüm.
“Lütfen partime gel, Janey. Lütfen?”
“Düşüneceğim,” dedim.
“Güzel.”
Elainc’e öpücük gönderdim. Sam ile birlikte sokağa çıktım ve köşeden döndüm. Dükkânım Flower Lady biraz ilerideydi. Görüntüsü bile her zamanki gibi içimi ısıtmaya yetiyordu. Eski tarz pencereleri ve zümrüt yeşili tentesi vardı. Asistanım Loayza, yani Lo çiçek sepetlerini kaldırıma koymuştu. Neşeli tatil buketleri yoldan geçenleri çağırıyordu. Bir kadının güllerden ve dallardan oluşan bir aranjmanı eline alıp burnuna götürüşünü izledim. Kendi kendime gülümsedim. Böyle güzel bir işiniz varken aşka ne gerek vardı ki?
Lo ya, “Günaydın,” dedim. Tezgâhtan kafasını kaldırıp baktı ve koyu renk çerçeveli gözlüklerini yukarı doğru ittirdi. Üniversitede jeoloji dersinde tanışmış ve kayaların uykumuzu getirdiği gerçeğinde birleşmiştik. Bu yüzden salı ve perşembe günleri öğle yemeğinden sonra saat birde sırayla birbirimizi uyanık tutmaya çalışırdık. Bu saat, sadece kireçtaşına ve tektonik tabakalara odaklanan bir dersi işlemek için en kötü zamandı. Neyse ki mucizevi bir şekilde ikimiz de dönemi B ile geçmiştik.
Dramatik bir şekilde, “Krizantemlerden nefret ediyorum,” dedi.
Montumu arka odadaki askıya astım ve önlüğümü taktım. Tezgâhın arkasındaki bilgisayar ekranına yansıyan siparişlere bakarak, “Ben de,” dedim. “Ama şunlara baksana. Bu bizim en verimli tatil dönemimiz olabilir.” Tişörtümün kollarını kıvırdım. “Hadi bitirelim şu işi.”
“En iyi senaryoyu söylüyorum,” dedi. “Bütün işleri beşe kadar bitiriyoruz. Böylece ben de altıdaki randevuma yetişiyorum.”
“Noel arifesinde randevun mu var? Ah, Lo!”
“Neden olmasın ki?” dedi. “Noel arifesinde kim yalnız olmak ister?”
Ortalama olarak, Lo (a) umutsuz bir romantik, (b) flört dehası, (c) aşk bağımlısı olabilirdi. Lo’nun hayatında afallatıcı sayıda erkek vardı. Ama o Flynn gibi değildi. Bu zaferlerden zevk alıyormuş gibi görünmüyordu. Zaman içinde tonun sevdiği
şeyin aşk oyunu, aşkın peşinde koşmak olduğunu fark etmeye başlamıştım. Onun sevdiği aşk değildi. Aşk Fikriydi.
“Yapma, Lo,” dedim. “Noel arifesinde yalnız olmanın nesi yanlış? Ayrıca istediğin zaman yanıma gelebilirsin.”
Çekingen bir şekilde sırıttı. “Eğer her şey umduğum gibi giderse, geceyi Eric te geçireceğim.”
Kafamı sallayarak, “Biliyor musun,” dedim. “Bu yıl çorabının içine kömür koyacaklar.”
Gülümsedi. “Merak etme, Noel Babayla aram iyidir.” Yazarkasayı açtım ve şöyle bir göz gezdirdim. Sonra arsız bir ironiyle, “Ne de olsa eski sevgilin,” dedim.
Lo güldü. “Mümkün değil. Kırk iki yaşından büyük erkeklerle çıkmıyorum, hatırladın mı?”
Gülümseyerek, “Ha doğru,” dedim. “Kurallarını unutmuşum.” Dünden kalan Fış yığınına baktım. “Bence flört konusunda bir kitap yazman lazım.”
“BiyograFı gibi bir şey mi?”
“Evet,” dedim. “Ya da radyoda bir programa da katılabilirsin. Adını Âşık Lo koyardık.”
Başını salladı. “Bunu düşünmüştüm. Elimde malzeme çok nasılsa.”
Sinsi bir şekilde sırıttı. Biraz sonra kapıdaki zil şıngırdadı. Yaşlıca bir adam içeri girdi ve penceredeki aranjmanlara bakmak için durdu. İlk anda onu tanıyamadım ama arkasını dönünce Lo ile bakıştık. “Gizemli Noel Müşterisi geldi,” diye fısıldadı. Başımı salladım.
Aslında doğruyu söylemek gerekirse gizemli doğru kelime değildi. Olağandışı daha doğru olurdu. Varlığı tam bir gizemdi. Her yıl Noel arifesinde gelir, dükkândaki en pahalı aranjmanı alır, beş kelimeden Fazla konuşmaz ve dolgun bahşiş bırakırdı.
Lo bir keresinde, “Bu adam karısını öldürüp vücudunun parçalarını bodrumdaki dondurucuda saklayacak tarzda birine benziyor,” demişti.
Ben, “Hayır,” dedim. “Bence adam sadece yalnız.” “Bilmiyorum,” dedi. “Sana bakışları hoşuma gitmiyor.”
Bu sabah ve bundan önceki her Noel arifesinde duraklamama sebep olan da bu oluyordu. Adam sadece bana dikkat ediyordu. Lo’ya bakmıyordu bile.
Derin bir nefes aldım ve adam tezgâha doğru hafifçe topallayarak yürürken gülümsedim. Haki bir pantolon ve yağmurluk giymişti. Dikkatli bir şekilde, “Tekrar merhaba,” dedim. “Başka bir Noel arifesi daha.”
Başıyla onayladı.
“Her zamanki aranjmanınızdan mı olacak?”
Tekrar başını salladı. Hemen işe koyuldum. Doğru karışımı elde edene kadar çiçekleri kestim ve karıştırdım.
Vazoyu ona doğru tutarak, “Böyle iyi mi?” diye sordum. Bakışları bana kilitlenmiş bir halde, “Harika,” dedi.
Fatura keserken, “Güzel,” dedim.
“Mutlu Noeller.” Bana bir tomar para uzattı. Gülümsemedi. Bana uzun süre baktı. Bir an, gözlerinde bir duygu işareti gördüm. Keder mi? Pişmanlık mı? Çiçeklerin insanlarda duygu uyandırma gibi bir özellikleri vardı. Aşk anıları bulunuyor ve kaybediliyordu. Noeller geçiyor, yeni başlangıçlar, bitişler oluyordu. Çiçekler hepsini tetiklemiş olabilirdi. Belki de her sene bu yüzden geliyordu. Hatırlamak için.
O kapıya doğru yürürken, “Mutlu Noeller,” diye yanıt verdim. Kapıyı kapatırken zil tekrar şıngırdadı.
Tezgâhtaki bin dolar parayı sayarken Lo omzuma doğru eğildi. “Bin dolar mı?” dedi. Gerilmişti. “Adam çok tuhaf.”
Omuz silktim. “Orası kesin ama hiç şikâyetçi değilim.” Parayı kasaya attım. “Tamir edilmesi gereken camları bununla öderiz.” Kırklı yaşlarının ortalarında bir adam dükkâna girince bizim gizemli müşteri unutuldu. Adam uzun boyluydu, hafitçe kırlaşan saçları, sanki yazın plajda uzun süre kalmış gibi görünen biraz
yıpranmış ama güçlü bir yüzü vardı. Her nasılsa bu yüz ifadesi ona yakışıyordu.
Lo, ona doğru yürüyerek, “Size yardımcı olabilir miyim?” diye sordu. Adam, Lo’yu görünce duraksayan diğer tüm erkekler gibi duraksadı. Lo eski tarzda bir güzelliğe sahipti; porselen gibi cildi, koyu renk, dümdüz saçları (İspanya nın Bask bölgesindeki akrabalarından ona geçen bir birleşimdi), dolgun göğüsleri ve ince bir beli vardı.
Adam alnını ovuşturdu. Hemen, “Evet,” dedi. “Noel için bir aranjman almak üzere uğramıştım… Benim… Aileden bir sürü kişi var. Masa için bir şeyler alabilirim, diye düşündüm.”
Lo gülümsedi; kırmızı gül, beyaz lale ve yeşilliklerle dolu dekoratif vazoların olduğu standı gösterdi. “Kesinlikle bunlardan birini tercih etmelisiniz,” dedi. “Anlamlı ama masaya da hükmetmez.”
Adam aranjmana kısa bir bakış fırlattıktan sonra bakışlarını Lo’nun bakışlarına kilitledi. “Harikasınız. Yani…” Duraksadı. “Çiçeklerden gerçekten anlıyorsunuz. Harika bir aranjman.”
Lo sırıttı. Aranjmanı kasaya götürdü. Fişini kesti.
Adam ağır ağır, “Mutlu Noeller,” dedi ve kapıya yöneldi.
Lo sırıtarak, “Mutlu Noeller,” dedi.
Adam gider gitmez ellerimi kalçama koydum. “Lo, adam sana göre fazla yaşlı.”
Aranjmanla ilgileniyormuş gibi yaptı.
“Seni gerçekle yüz yüze getirdiğim için benden nefret edeceğini biliyorum ama minik, uygunsuz bir gerçek var ki o da adamın evli olduğu. Sakın parmağındaki altın halkayı görmedim deme bana.”
Omuz silkti. “Fark etmemişim.”
Yarı eğlenmiş yarı kızgın bir şekilde, “Zor birisin,” dedim.
“Jane, bana çok bilmişlik yapmayı kes. Evli bir adamla çıkmayacağımı biliyorsun.” Bir an için düşündü. “Ama kitapta ilginç bir bölüm olabilirdi.”
Agapi
Kaşlarımı çatarak baktım.
“Şaka yapıyorum,” dedi.
İşimize geri dönerken Bing Crosby’nin sesi hoparlörlerden duyuldu. Sabah Elaine kendime bir çiçek aranjmanı yapmamı söylemişti. Hazırlamam gereken siparişlere rağmen, tezgâhın arasındaki kovadan yeşil güllere uzandım. Aralarına biraz keklik üzümü bitkisinden attım. Kendim için. Annem için.
A
Randevusuna hazırlanabilmesi için Lo’yu saat beşe çeyrek kala eve gönderdim. Servis elemanımız Juan altı buçukta son aranjman grubunu teslim etmek üzere çıkınca ben de eve gitmeye karar verdim. Montumu giydim, Sam’in tasmasını taktım ve kaldırıma çıktım. Bir hevesle, son kalan çam çelenklerinden birini koluma attım. Daha önce yaptığım aranjmanı da aldım ve dükkânı kilitledim.
Pazar sessizdi. Ama her zamanki akşam sessizliği değildi. Bu yalnız bir sessizlikti. Bu, insanların yanan şöminelerin karşısında, ait oldukları yerde, sevdikleri kişilerin yanında oturarak sıcak içecekler içmesinin sesiydi. Bu insanların birbirine ait oluşunun sesiydi.
İç geçirerek yürüdüm, önemi yoktu. Noel arifesinde kimseyle olmama gerek yoktu. Ben Lo gibi değildim. Flvnn gibi değildim. Ben hiç kimse gibi değildim. Sam ve iyi bir kitaba, bir kadeh şaraba, sonrasında güzel bir uykuya razıydım. Tatiller biraz abartılıyordu, özellikle de bu tatil.
Gazete büfesini geçtim ve Mel’in bu akşam ne yapacağını merak ettim. Merivvether Fırını’nda ışıklar sönmüştü. Elaine’in bugünkü siparişleri bitirip bitiremediğini merak ettim. Onu Hamlin Caddesi’nde elinde bir tabak hindi veya rostoyla veva insanlar Noel arifesinde ne yiyorsa onunla sofrayı idare ettiğini ve aşkla parladığını hayal ettim. Boş lobiden asansöre doğru
ilerledim. Bernard bu gece eve gitmişti. Onu da düşündüm. Onu karısı Sharon m yanında, elinde sıcak bir içkiyle birlikte otururken ve kar bulutlarıyla diğer şeyleri düşünürken hayal ettim.
Asansör açıldı ve ben dördüncü kata bastım. Bir dakika sonra dairemin kapısını açtım ve karanlık koridora girdim. Sam kâsesinden su içti. Ben de anahtarlarımı bıraktım. Kolumdaki çelengi aldım ve kapının yanındaki çiviye astım. Sonra vazoyu şömine rafının üstüne koydum. Annem olsa oraya koyardı.
“Mutlu Noeller, Sammersdedim. Sesimdeki yorgunluğu, ufacık titremeyi bir tek o anlayabiliyordu. Cep
“Mutlu Noeller, Sammersdedim. Sesimdeki yorgunluğu, ufacık titremeyi bir tek o anlayabiliyordu. Cep telefonumu koymak için cebime uzandım. İşte o zaman sabah koyduğum pembe zarfı buldum.
Mutfak ışığını yaktım ve yabancı el yazısına baktım. Gönderenin adresi yoktu ama zarf Seattle’dan postalanmıştı. Merak ederek zarfı yırttım ve tezgâha yaslanarak doğum günü kartını inceledim. Sonra arkasında yazan yazıyı okudum:
Sevgili Jane,
Sen beni tanımıyorsun. Ama ben seninle doğduğun gün tanıştım.
O gün sana, ögel ve nadir bir yetenek bahşedildi. Bu yetenek, yıllar boyu seçilmiş az sayıda kişiye geçen ve sana diğerlerinin göremediği aşkı, bütün biçimlerinde gösteren biryetenekti. Ama bu yetenek sana büyük bir sorumluluk ve bir sonraki doğum gününe, otuz yaşına gireceğin günün günbatımına kadar tamamlaman genken bir görev de veriyor. Kalanını yüz yü\e konuşmamızgerekli. Noel’den sonraki gün Pioneer Square’deki daireme gelebilir misini Saat ikide birlikte çay içeriz. Main Caddesindeki Waldron Buildingde olacağım. Daire 17. Seni bekleyeceğim.
Sevgilerle,
Colette Dubois
Sanki şarbonluymuş gibi kartı tezgâhın üstüne bıraktım.
Kafamı salladım, ayakkabılarımı çıkardım ve salonda Elliott Körfezi’ni gören pencereye doğru ilerledim. Uzun bir gün olmuştu. Yorulmuştum. Kafamda Bernard’ın sesi yankılandı. “Bu akşam on santim kar yağacak… Kar bulutlarım görüyor musun?.. Bulutlar biz ne görmek istiyorsak onu gösteriyor.”
Karanlık gökyüzüne baktım. Sokak lambalarının ışığında havada süzülen kar tanelerini gördüm. Beyaz bir tabaka aşağıdaki sokağı kaplamaya başlamıştı.
Tezgâhın üstündeki doğum günü kartını ve içindeki şifreli sözcükleri düşündüm. “Sana bir yetenek bahşedildi… sana diğerlerinin göremediği aşkı bütün biçimlerinde gösteren bir yetenek…” Aşkın benim için ne kadar sisli, belirsiz olduğunu düşündüm. Aşkın içinde olmama, insanların aşkını çiçekler aracılığıyla ifade etmesine yardım etmeme rağmen, kendim aşkla ilgili hiçbir şey görmüyordum. Hem de hiç. Üniversitede, oda arkadaşım için beni terk eden sevgilimi düşündüm. Yemek pişirmeme laf eden ancak (gizlice Merivvether’dan aldığım) elmalı turtamı yedikten sonra benden ayrılan aşçıyı düşündüm. Geçen sene iki hafta boyunca çıktığım ancak daha sonra Seattle’daki her kadınla birlikte olduğunu keşfettiğim tıp öğrencisini düşündüm.
Ben? Aşkı görebilen bir kişi? Şakaydı herhalde. Flynn’ı arayıp ona ağzının payını vermek istedim. Bu kesinlikle onun yapacağı bir şeydi. Pioneer Square’deki daireye gidersem de çöpçatanlık ortaya çıkacaktı. Kapıyı çalacaktım ve bekâr arkadaşlarından birisi bana acıyarak bir yerlere götürecekti. Suratımı buruşturdum.
Sam burnuyla bacağımı dürttü. Ensesini okşadım. “Tek ihtiyacım olan sensin, Sammers,” dedim. Sonra burnumu pencereye bastırdım ve gökyüzündeki büyük bir elekten dökülen un gibi düşen kar tanelerini izledim. İşte o zaman bu sabah bulutlarda gördüğüm şekli hatırladım. Bernard’a ne gördüğümü söyleme-mıştım. Başkalarına da söylemezdim. Ama oradaydı işte: kocaman bir kalp. Düzgün biçimli bir kalp gökyüzünden sarkıyordu.
Jack ve Ellie Noel sabahı çoğu çocuğun yaptığı gibi anne ve babalarını ölçüsüz bir coşkuyla uyandırdı. Elaine yatağın üstünde zıplayan çocukla derin uykusundan uyandı. Göğsüne dayanmış bir diz vardı ve bir çift küçük el yanaklarına hafifçe vuruyordu. Elaine gözlerini açtı ve inlememek için elinden geleni yaptı. Güneş daha kendini göstermemişti. Fırında uzun bir günden sonra hediyeleri paketlemek için gece ikiye kadar uyumamıştı. Ama bugün Noel sabahıydı. Herkes Noel sabahı kuralları çocukların belirlediğini bilirdi. Mutfakta bir yerde, üstünde adı yazan bir bardakta duble Americano yapan bir makine çalışıyordu. Esnedi ve kocasına döndü. Gülümseyerek, “İşte başlıyoruz,” diye fısıldadı.
İkisi çocuklarının peşinden aşağı kata indi. Elaine yine şaşırıp kalmıştı. Tıpkı ailenin bir arada olduğu o sessiz anlarda, pazar günü kahvaltı sofrasında veya bir sah gecesi çocuklar yatmadan, birlikte dişlerini fırçalamadan önce, hayatının ne kadar mükemmel göründüğüne hayret ediyordu. Mükemmel bir Amerikan ailesi olarak bir fotoğrafa veya kartpostala poz verebilirlerdi. Hani şu dergide gördükleriniz var ya. Babanın bir
polo tişört giydiği ve kolunu eşinin beline doladığı, karısının dar bir elbise ve topuklularla tasasız göründüğü, sırma saçlı iki çocuklarının meleksi yüz ifadeleriyle gülümsediği fotoğraflar. O anda, kocasının ve iki çocuğunun merdivenden inişini izlerken, her şeyi dışarıdan izliyormuş gibi hissettiren duygunun altında ezildi. Birdenbire yabancılaşmıştı. Sanki dışarıdaki yedi sekiz santimlik karın içinde dikiliyor, eldiveniyle camdaki buğuyu siliyor ve harika bir ev, harika bir dünyadaki harika bir ailenin hayatına bakıyordu. Ama Elaine kendini hiç de harika hissetmiyordu ve bu uzun zamandır böyleydi.
Matthew, “Geliyor musun, Laney?” diye sordu.
Merdivenin basamağında hareketsiz duran Elaine, o halinden sıyrıldı ve başını salladı. Hemen, “Evet,” dedi. “Çoraplarla başlasınlar. Ben biraz kahve yapacağım.”
*
Noel sabahı fırtına gibi gelir ve yine öyle geçer giderdi. Bir saat sonra Elaine ve Matthew buruşmuş paket kâğıtlarıyla çevrelenmişti. Çocuklar, onları en çok cezbeden oyuncaklarla birlikte evin köşelerine dağılmıştı. Evde sessizlik hâkimdi.
Elaine saatine baktı. “Benim Jane’i aramam lazım. Bugün doğum günü. Sence Jane’e yemeğe gelmesi için ısrar etmeli miyim? Dün sen bahsetmiştin. Ama biliyorsun, burnunu sokmak istemiyor. Ben de rahat olsun istiyorum…”
Matthew parmaklarını Elaine’in dudaklarına koydu. Işıldayan gözlerle, “Jane’i merak etme,” dedi. “Yıldönümümüzü hatırladın mı?”
Elaine ve Matthew on iki yıl önce bir Noel arifesinde, Beşinci Cadde’deki bir Presbiteryan Kilisesi’nde evlenmişlerdi. Banklar çobanpüskülleri ve sedir yapraklarıyla süslenmişti. Tören bitmeden önce misafirleriyle birlikte “Kutsal Gece” ilahisini söylemişlerdi.
Elaine hatırlayarak, “Evet,” dedi. O gün kar vardı. Kiliseye giden basamakları çıkarken ayakkabıları ıslanmıştı. En sonunda mihraba yalınayak yürümüştü.
Birdenbire, “Özür dilerim,” dedi. “Bu yıl yıldönümü hediyeni almayı unuttum.”
Matthew gülümsedi. “Ben şeninkini unutmadım.”
Matthew hiç unutmazdı. Her tatili hatırlardı. Her özel günü. Bunları bir kartla, bir vazo çiçekle veya hediyeyle de ölümsüzleş- tirirdi. Hiç sekmeden.
Matthew, “Ağacın altında son bir hediye kaldı,” dedi.
Elaine kaşlarını çattı. “Sen benden daha iyi birisin.”
Matthew arsızca, “Olabilir,” dedi. Ağacın dallarına uzandı ve karısına küçük, kırmızı kurdeleyle bağlanmış beyaz bir kutu uzattı.
Kurdeleyi çekti ve yere bıraktı. Olabilir miydi? Hatırlamış mıydı? Bunu yıllar önce laf arasında konuşmuşlardı ama birkaç ay önce konusu tekrar açılmıştı. Küçük bir kızken sahip olduğu şans bilekliği. On iki yaşındayken dönmedolabın en tepesindeyken kaybetmişti. Bunu hayatını temsil eden şeylerle süslemişti. Büyükannesinden minik bir pasta, babasından bir kürek, en yakın arkadaşı Angela’dan kırık bir kalbin yarısı. 1980’lerde her kızda bunlardan vardı. O korkuyla bileğinden kayıp gitmişti. Aramışlardı ama sanki yer yarılmıştı da içine girmişti. Hem de bütün çocukluk anılarıyla birlikte. Bütün hayatı boyunca onun yerine koyabileceği bir şey bulmayı ummuştu. En sonunda Matthew bulmuş muydu? Hatırlamış mıydı?
Kutunun kapağını kaldırırken gözlerini yaşlar sızlattı. Kâğıdı kaldırdı ve… yüreği parçalandı.
Matthew kendinden emin bir şekilde gülümseyerek, “Çok güzeller, değil mi?” dedi. Az ilerideki eski dolabı gösterdi. Yıllar önce çocuklar garajda buldukları çekiçle evi “onarmak” istediklerinde yanlışlıkla cam top küpelerini kırmışlardı.
Agapı
Elaine nefes nefese bir halde, “Bunlar… Evet, dedi. Gözleri yaşla dolmuştu. Cam küpelerden birini kutudan alırken gözyaşlarını da tutmaya çalışıyordu. “Harikalar.”
Matthew dudaklarından hafifçe öptü, sonra ayağa kalkıp gerildi. Mutfağa doğru ilerlerken, “Kahve zamanı,” dedi.
Elaine böyle hissettiği için kendinden nefret ediyordu. Memnuniyetsiz. İdealist. Hatta çocuksu. İçinde bir şeyler karmakarışıktı. Bu mükemmel hayatın, mükemmel yuvanın, mükemmel evliliğin içinde, göz ardı edemeyeceği bir kopukluk vardı. Küçük anlarda, önemli anlarda bunu hissediyordu. Ellerindeki küçük kutuda duran cam küpelere bakarken bunu bir kez daha hissetti.
jfc
Saat dörtte kapı çaldı. Noel gününün ve mutfak işlerinin baş döndürücülüğünde, Elaıne akşama misafir geleceğini neredeyse unutuyordu. Püre haline getirmeye çalıştığı tatlı patateslerden kafasını kaldırınca ağzı kulaklarında bir halde mutfağa dalan Ella’yı gördü. “Anne! Kimler gelmiş baksana! Yeni komşular!”
Elaine ortaparmağına bulaşan patates püresini emdi ve kapıya baktı. Bir adamla Ella mn yaşında bir kız kapıda bekliyordu.
Adam kırklı yaşlarının ortalarındaydı. Saçları hafif döküktü. Pek uzun değildi. Bakışları Elaine’inkilerle buluşunca Elaine elindeki spatulayı düşürdü.
Adam ona doğru gelerek, “Durun ben alayım,” dedi,
ikisi de aynı anda eğilince bakışları tekrar buluştu.
Adam spatulayı Elaine’e uzatırken, “Pardon,” dedi. “Ben Charles.”
Elaine, “A,” dedi. “Evet, yeni komşumuz. Hoş geldiniz, ismi nizin kısaltılmış hali var mı? Chuck veya Charlie gibi?”
“Sadece Charles.”
Elaine sırıttı. “Merhaba, Sadece Charles.”
Charles biraz da şaşkın bir halde kafasını salladı. “Komik.” “Nedir
komik olan?”
“Şey…” Sesi bir an için kesildi. “Rahmetli karım da tanıştığımız gün tamı tamına aynı şeyi söylemişti.” Sesi özlem dolu, biraz da kederliydi.
Elaine, “Çok özür dilerim,” dedi. “Dilerim sizi…”
“Geçen sene vefat ettiğinde on iki yıllık evliydik,” diye devam etti.
Elaine ne diyeceğini bilemedi. Bu yüzden konuşmadı. Elini Charles’m koluna koydu.
“Sorun yok,” dedi. “İdare ediyorum.”
Elaine, “Ben de on iki yıldır evliyim,” dedi.
Charles başını salladı. “Son yıldönümü çok zordu. Her zaman beklenmedik bir şey yapardık. Bir keresinde onu sıcak hava balonuna bindirmiştim. Ölmeden önceki yıl, ofiste ona serenat yapmak için çalgıcı tutmuştum.”
Elaine, “Ne kadar güzel,” dedi. “Öyle güzel anlatıyorsunuz ki bulutlan canlandırabildim. Notaları duyabildim.” Matthew’un her sene özel günleri nasıl geçirdiğini düşününce hafif bir kıskançlık hissetti. Çoğunlukla bir kutu çikolata ve karda kutlardı.
Charles sırıttı ve Elaine’in önündeki kâseye baktı. “Büyükannem de tatlı patates yapardı,” dedi. “Hem de her Noefde.” Elaine, “Kremayla mı?” diye sordu.
Charles gülümseyerek, “Kremasız mümkün değil,” dedi. Matthew mutfağa girdi. “Güzel, ikiniz tanışmışsınız. Şimdi şarabı açabiliriz. Laney, Charlie’ye bu sokağı seveceğini söyledim. Burada hepimiz oldukça üretken şarapçılarız.”
Elaine ve Charles ağızlarını açtı ve aynı anda, “Sadece Charles,” dedi.
Matthew, Charles’ın sırana hafifçe vurdu. “Charles olsun o zaman.” Elaine e sırıttı. “Yine tatlı patateslerden mi söz ediyordu?”
“Ben…”
Matthew sırıttı. “Ben daha çok patates püresi adamıyım, dedi. “Ama ne derler bilirsin. Karın mutlu olursa, hayatın da mutlu geçer.” Tekrar Charles’ın sırtına hafifçe vurdu. “Ee seni Houston’dan Seattle’a hangi rüzgâr attı?”
Charles sırıttı. “Microsoft,” dedi. “Seattledaki diğer birçok göçmen gibi, değil mi?”
Matthew, “Evet,” dedi. “Harika bir cadde seçtin. Köprüden çok çabuk gidip geleceksin.”
Charles başını salladı. “Emlakçım fiyat konusunda çok mücadele olduğunu söylemişti.”
Matthew kolunu karısının beline dolayarak, gururla, “Şanslıydık ki büyüklerimiz vardı,” dedi. “Burayı Elaine’in büyükannesi ve büyükbabası almıştı.”
Charles gülümsedi. “Bir sürü anıyı barındıran bir verde yaşamak çok güzeldir eminim.”
Elaine biraz dalgın bir biçimde, “Evet, sanırım öyle,” dedi. “Matthew haklı. Bu caddeden iyisini bulamazsın.”
Tatlı patates püresiyle dolu spatulayı tatması için Ella’ya uzattı. “Ama bence bu biraz da emlakçı tutkusundan kaynaklanıyor. Ben her zaman bir yüzen evde yaşamak nasıl olur diye merak etmişimdir.” Arkadaşı Lo’nun Lake Uniondaki muhteşem yüzen evini düşündü.
Charles’ın gözleri parladı. “Biliyor musun ben de her zaman bunu hayal etmişimdir. İnsanlar çocuklarla o şekilde yaşanmaz diyor ama bence haksızlar.”
İkisi de aynı anda, “Can yelekleri.” dedi.
Mutfakta huzursuz bir sessizlik oldu. Sonra Matthew tekrar söze girdi.
“Charles,” dedi. “Gel de sana geçen sene şöminede yaptı ğımız değişiklikleri göstereyim. Sanırım evler aynı şekilde inşa edilmiş. Sen de benzer şeyler yapabilirsin.
İki adam salona doğru gözden kaybolurken, Ella mutfakta annesinin arkasında dikiliyor, tezgâhta kremayla uğraşıyordu.
“Chloe’nun yeni American Girl bebeğimle oynamasına izin vereceğim,” dedi.
Elaine, “Aferin, tatlım,” diye cevap verdi.
Ella, “Çok iyiler,” diye devam etti. “İyi ki buraya taşınmışlar.” Elaine kapıya doğru baktı ve derin bir nefes aldı. “Bence de.”
Üçüncü Bölüm
özlerimi açtım ve o anda pencereden gelen parlaklık gözümü aldı. Kanepede yatıyordum. Herhalde gece uyuyakalmıştım. Sam de yanımda yatıyordu. Gerinirken sehpanın üstündeki yarısı boş şarap şişesini fark ettim. Sonra pencereye doğru yürüdüm. Seattle beyaza boyanmıştı. Caddenin köşesinde kardanadam yapan üç çocuğu fark ettim. Beyaz bir Noel’di.
Mutfağa girdim, makineye bir Nespresso kapsülü koydum ve suyun küçük beyaz espresso bardağına dökülüşünü izledim. Bardaktan ilk yudumu alırken, dün aldığım tuhaf mesajlı pembe zarfı gördüm. Telefonumu çıkardım ve abimin numarasını çevirdim. Üç kez çaldıktan sonra abimin çatlak, yorgun ve akşamdan kalma sesi duyuldu.
“Alo?”
“Flynn, hiç komik değildi.”
“Ne diyorsun sen?” diye sordu. “Saat kaç?”
Kızgın bir şekilde, “Sana da Mutlu Noeller,” dedim.
“A tabii ya ve mutlu yıllar.”
“Yatağında kadın var mı?” diye sordum.
“Hayır, tabii ki yok.” Ama arkadan kadın sesi geliyordu.
“Yalan söylediğini anlayabiliyorum,” dedim. “Herneyse, şu gönderdiğin karttan bahsediyorum. Hiç komik değil. Gerçekten
Saoh Jio
yiyeceğimi düşündün mü? Arkadaşlarından birini ayarlayabilsin diye oraya gideceğimi düşündün mü?”
FJynn esneyerek, “Janey,” dedi. “Neden bahsettiğin hakkında hiçbir Fikrim yok.”
Tekrar karta baktım. “Gerçekten mi? Sen göndermedin mi?”
“Hayır,” dedi. “Şunca yıllık abinim, sana hiç doğum günü kartı gönderdim mi?”
“Hayır, göndermedin.”
“Tamam, bu konuda anlaştık o zaman.” Tekrar esnedi. “Bana uğrayacak mısın?”
“Hayır, Eiaine’lere gitmem lazım.”
“Noel’de ve doğum gününde aileni reddediyorsun madem, en azından partime gel,” dedi. “Söz mü?”
Sırıtarak, “Düşünürüz dedim ya,” dedim.
“Tamam,” dedi. “Doğum günü kartında ne yazıyormuş söyle bakalım.”
Main Caddesi adresine baktım. “Önemli bir şey değil,” dedim.
Ama kart, baktığım ilk andan beri içimdeki bir şeyleri harekete geçiriyordu.
&
Dükkâna uğradım ve Hamlin Caddesı’ne doğru yola koyulmadan önce son kalan şakayık-krızantem aranjmanlarından birini yanıma aldım. Washington Ünıversıtesı’nın yanındaki Montlake Köprüsü’nün hemen bitişindeki evin sahibi Elaıne’ın büyükannesiyle büyükbabasıydı. Onlar ölünce Elaıne ile Matthew evi satın almışlar ve tadilat yaparak kendilerine göre yeniden düzenlemişlerdi. Ev, Washington Gölü’nün gri sularına bakıyordu. Bugün göl dalgalı ve fırtınalıydı.
Arabayı park ettim, çantamla koltuğun üstündeki şarap şişesini, Jack ile Ellıe için hazırladığım hediyeleri ve çiçek aranjmanını aldım. Camdan eve doğru baktım. Eski beyaz Flemenk
bina, yoğun bir kar tabakasıyla sarılmıştı, öndeki çimenlikte kardanadam vardı. Matthev/un kardanadam yaparken çocuklara yardım ettiğini hayal ettim. Elaıne’ın böyle huzurlu, eski Currıer&Ives kartpostallarından fırlama bir hayata sahip olduğu için ne kadar şanslı olduğunu düşündüm.
Elaıne bana neredeyse yere yıkacak kadar sıkı sarıldı. “Geldin! O kadar sevindim kı. Bizi yine ekeceksin sandım.”
Sırıttım. Şarabı ve çiçekleri uzattım. “Jack ve Ellıe’ye hediyeler getirdim.”
“Tatlım hiç gerek yoktu ama çok sevinecekler!”
Ellie, “Janey Teyze,” diye ciyakladı. Bacaklarıma sarıldı. Birdenbire, geldiğime memnun oluvermiştim. “Yeni komşularımız var artık!” dedi. “Gel de tanış!”
Elaıne ve Ellıe’nın peşinden mutfağa girdim. Gri süveterlı bir adam, ocağın başında ayakta dikiliyor ve et suyunu karıştırıyordu. Elaıne gülümsedi. “Charles, bu benim en yakın arkadaşlarımdan biri Jane.”
Matthew gülümsedi. “Ve kendisi bekâr.”
Elaıne ona dirsek attı. “Charles, kocamı mazur gör. Her zaman bekâr arkadaşlarımızı ayarlamaya çalışıyor.”
Charles’a kurnaz bir gülümseme gönderdim. Hemen bana döndü. “Tanıştığıma memnun oldum, Jane,” dedi.
Onun yanında da küçük bir kız vardı. Kendimi tanıştırma fırsatını bulamadan, Ellie söze karıştı. “Bu da benim yeni arkadaşım, Chloe. Sokağa yeni taşındı. Arkadaş olacağız.”
Charles’a sırtımı dönerek, “Ne kadar güzel,” dedim. Elaıne’ın Charles’ın karıştırdığı tencereye doğru eğilişini izledim. Karışımın içine bir kaşık daldırdı. “Tuzu az gelmiş,” dedi. Charles hemen tezgâhın üstündeki tuzu uzattı.
O zaman görüşüm bulanıklaştı. Gözlerimi ovuşturdum. Dün şarabı fazla kaçırdığım için kendime kızdım. Ama vine de Elaıne getirdiğim şarabı açıp da bana bir kadeh uzatınca, büyük bir yudum aldım.
Sarah So
Elaine, “İyi mısın, tatlım?” dedi.
Hemen, “Evet,” dedim. “Gözlerim canımı sıkıyor o kadar.” Matthew, Charles’a, “Bugün Jane’ın doğum günü,” dedi. “Mutlu yıllar,” dedi. “En yakın arkadaşlarımdan biri Noel’de doğmuştu. Sızler özel insanlarsınız.” Konuşuyordu ama bana bakmıyordu. Bakışları Elaıne’e kilitlenmişti. Onun gözlerinin de yıllardır hiç görmediğim şekilde ışıldadığını fark ettim. Tezgâha doğru yaslanıyor ve beyaz önlüğünü sıkı sıkı tutuyordu. Yıllardır pişirdiği yüzlerce yemeğin içindekiler önlüğe sıçramıştı.
Matthew kolunu karısının beline doladı ve tezgâhın üstündeki kahverengi kâğıt torbayı gösterdi. “Üç dükkân gezmek zorunda kaldım ama sonunda istediğin unu buldum.”
Elaıne unu poşetten çıkararak, “King Arthur,” dedi. “Matthew başka hiçbir markayı kullanmayacağımı bilir.”
Evliliğin detaylarını düşündüm. Biriyle yaşam kurmanı sağlayan minik binlerce detay. İnsanların bu detayların ustası olarak nasıl bir ömür geçireceği. Un markası, dış macunu, büyük çöp torbaları (torba büzme ıpı var mı yok mu?). Arabalarda radyo istasyonu tercihleri. Kanepede birini veya diğerini mutlu eden taraf. Aşkın ayrıntıları, dipnotları. Nereden bakarsanız bakın Elaıne ile Matthew bu konuda uzmanlaşmıştı.
Matthew’un yanındaki bar taburesine oturdum. Ellıe ve yeni arkadaşı Chloe mutfaktan çıkıp oturma odasına geçerken Matthew karısını gururla izliyordu. Charles’a ve bana, “Elaıne, büyükannesinin meşhur zeytinyağlı kekinden yapıyor,” dedi.
Elaıne, “Kabul etmem lazım, harika bir lezzet,” dedi. “Kimse yemek istemezse darılmam. Büyükannem her Noel’de yapardı bu keki. Zeytınyağıyla yapmak âdet haline gelmeden çok önce bile. Her Noel sabahında yapardı. Gizli malzeme ne biliyor musun?”
Kafamı salladım.