Paris’te büyük heyecan yaratan Rus balerin Nadina, kendini coşkulu alkışların ve tezahüratın büyüsüne kaptırarak tekrar tekrar eğilip selam verdi. Çekik siyah gözleri daha da kısılmış, ince uzun kırmızı dudakları hoş bir gülümsemeyle yukarı doğru kıvrılmıştı. Perde kırmızı mavi ve mor renklerin hâkim olduğu gösterişli dekor’u hışırdayarak kapatırken Fransız seyirci hâlâ büyük bir coşkuyla hayranlığım dile getiriyordu. Balerin adeta dans eden mavi ve oranj tüllerin arasından geçip sahneden ayrıldı. Kuliste sakallı bir adam tarafından heyecanla kucaklandı. Bu adam, onun menajeriydi.
“Muhteşemdin, petite muhteşem!” diye haykırdı adam. “Bu akşam kendini bile aştın.” Ve onu içtenlikle iki yanağından öptü.
Madam Nadina böylesi coşkulara, tezahüratlara alışkındı. Pek fazla önemsemeden doğruca soyunma odasına geçti. Odanın her tarafı hayranları tarafından gönderilmiş buketler ve çiçek sepetleriyle doluydu, askılarda ise her biri bir tasarım harikası sayılabilecek muhteşem giysiler asılıydı. Odaya rahatsız edici şekilde çiçek ve parfüm kokusu hâkimdi. Madamın oda hizmetçisi Jeanne, hanıma övgü dolu sözcüklerle yaklaştı. Ancak kapının çalınması bu övgü dolu sözleri yarıda kesti. Kapıyı açan Jeanne elinde bir kartvizitle geri döndü.
“Madamla görüşmek isteyen biri var, acaba görüşmek ister miydiniz?”
“Bir bakayım.”
Balerin kayıtsız bir tavırla kartvizite uzandı. Ancak kartın üstündeki “Kont Sergius Paulovitch” ismini gördüğü anda gözlerinde bir merak parıltısı belirdi.
“Onunla görüşmek isterim. Jeanne lütfen, hemen sarı peignoir’umu ver. Haydi, çabuk ol! Kont gelince de ortadan kaybol!”
“Bienp madam.”
Jeanne, peignoir’u getirdi, bu; sarı şifondan yapılmış, beyaz sansar kürklü nefis bir sabahlıktı. Nadina sabahlığı giydi ve kendi kendine mutlulukla gülümsedi. Bu arada ince uzun beyaz eliyle sabırsızlık içinde tuvalet masasının cam yüzeyine vuruyordu.
Kont kendisine tanınan bu ayrıcalığa tam zamanında gelerek karşılık verdi; orta boylu, çok ince, zarif, soluk benizli, son derece bitkin görünen biriydi. Eğer kendine özgü tuhaf davranış biçimi dikkate alınmayacak olsa, insanın kısa bir ayrılığın ardından bile çok zor anımsayacağı sıradan bir tipti. Abartılı bir nezaketle eğilerek balerinin elini öptü.
“Gerçekten çok naziksiniz madam.”
Jeanne kapıyı kapatıp odadan çıkmadan önce konuşmanın ancak bu kadarını duyabilmişti. Misafiriyle yalnız kalan Nadina’nın yüzündeki gülümseme hemen değişti.
“Her ne kadar aynı milletten olsak da sanırım Rusça konuşmamıza gerek yok,” dedi.
Misafiri bu öneriyi memnuniyetle kabul etti. “Her ikimiz de Rusça bilmediğimize göre zaten en doğrusu bu.”
İngilizce konuşmaya karar verdiler. Dışarıdan kontun konuşmasını duyan biri onun İngiliz olduğunu düşünürdü. Ne de olsa o Londra’daki bir müzikholde oyuncu adayı olarak başlamıştı hayatına.
“Bu geceki gösteriniz muhteşemdi,” dedi. “Tebrikler.”
Kadın, “Hep aynı şey,” dedi. “Mutlu değilim. Durumum hiç iyi değil. Savaş sırasındaki kuşkular asla silinmedi. Sürekli izleniyor ve rapor ediliyorum.”
“Ama casuslukla suçlanmanız gibi bir durum asla söz konusu olmadı, değil mi?”
“Şef, planlarını böyle bir durumla karşılaşılmayacak kadar ustalıkla yapar.”Kont gülümseyerek, “Albay’ım çok yaşa,” diye mırıldandı. “Ne ilginç değil mi, emekliye ayrılmayı düşünüyormuş? Emekli olmak! Aynen bir doktor, kasap ya da marangoz gibi…”
Nadina, kontun sözlerini, “Ya da bir işadamı gibi,” diye tamamladı. “Buna hiç şaşırmamak gerek. ‘Albay’ zaten her zaman farklıydı, kusursuz bir işadamıydı. Bir işadamının fabrikada yapılacak işleri planladığı gibi o da bir cinayetin nasıl olması gerektiğini planlar. Kendisini olayın dışında tutacak şekilde bir dizi başarılı darbe planlar ve uygular, bu arada onun ‘mesleği’ olarak da tanımlayabileceğimiz yeteneklerini ustalıkla kullanırdı. Mücevher hırsızlığı, hükümet darbesi, casusluk, (savaş döneminde oldukça gündemdeydi) sabotaj, faili meçhul cinayetler, neredeyse yapmadığı, yapamadığı şey yoktu. Ama en önemlisi, ne zaman durması gerektiğini her zaman bilir. Oyun tehlikeli bir hal mi aldı, hemen ustalıkla geri çekilmeyi bilirdi, hem de büyük bir servetle!”
Kont bundan kuşku duyduğunu belirten bir tavırla, “Hımm,” dedi. “Ama bu bizim açımızdan çok riskli, yıpratıcı bir durum. Bıçak sırtında yaşıyoruz.”
“Ama karşılığını da aldık, hem de çok cömertçe.”
Nadina’nın ses tonundaki alaycılık adamın onu sert bakışlarla süzmesine neden oldu. Nadina kendi kendine gülümsüyor, bu da kontun merakını daha da artırıyordu. Yine de diplomatça davranmayı yeğledi.
“Evet, Albay ödemelerde her zaman çok cömert davranmıştır. Bence başarısında da bunun çok büyük payı vardı, her planına uygun bir günah keçisi daima bulundururdu. Çok zekiydi, hiç kuşkusuz çok zekiydi. Gerçek bir dâhi! Ve çok güzel bir yaşam felsefesi vardı: ‘Eğer bir şeyi güvenle yapmak istiyorsan asla kendin yapma!’ Şu halimize bak, hepimiz onun emrindeyiz ve boğazımıza kadar suça batmış durumdayız, ama hiçbirimizin elinde onunla ilgili bir şey yok.”
Bir süre konuşmadı, kadının kendisine itiraz etmesini bekler gibiydi. Ancak Nadina sessiz kalmayı ve önceden olduğu gibi gülümsemeye devam etti.
“Aramızdan hiçbiri,” diye ekledi kont. “Tabii senin dışında! Aslında kimse onun batıl inançları olduğunu bilmez. Sanırım yıllar önce bir falcıya gitmiş, hani şu gelecekle ilgili tahminlerde bulunan kadınlardan birine. Kadın, ona başarılarla dolu bir ömür süreceğini ancak bu başarılı sürecin bir kadın yüzünden altüst olacağını söylemiş.”
Kont nihayet Nadina’nın ilgisini çekmeyi başarmıştı. Kadın dikkatlice dinliyordu.
“Tuhaf, çok tuhaf!” diye mırıldandı. “Bir kadın yüzünden mi demiştiniz?”
Adam güldü ve omuzlarını silkti.
“Hiç kuşkusuz… neyse şimdilerde bu işten çekilmeyi düşündüğüne göre, belki de evlenecektir. Servetini kısa zamanda tüketecek genç sosyetik bir güzelle.”
Nadina başını salladı.
“Hayır, hayır, bu doğru olamaz. Hemen yarın Londra’ya gitmeliyim.”
“Peki ya buradaki bağlantılarınız?”
“Buradan yalnızca bir tek gece için ayrılacağım. Aynen kraliyet ailesine mensup kişilerin yaptığı gibi kılık değiştireceğim. Hiç kimse Fransa’dan ayrıldığımı bilmeyecek. Neden gideceğimi biliyor musunuz?”
“Herhalde yılın bu mevsiminde zevk için gidecek değilsiniz. Ocak Londra’da çok sisli ve kötü geçen bir aydır. Bu yolculuğa çıkıyorsanız, bundan bir beklentiniz olmalı.”
“Kesinlikle.” Ayağa kalktı ve zarafeti elden bırakmadan küstahça bir gururla adamın hemen karşısına dikildi. “Biraz önce şefle bir alıp vereceğimiz olmadığını söylemiştiniz,” dedi. “Bunda yanılıyorsunuz. Benim var. Bir kadın olarak onun karşısına çıkabilecek cesarete… aynı zamanda zekâya. Evet, bunun için cesarete ihtiyaç var ve ben de ona sahibim. De Beers elmaslarını anımsıyor musunuz?”
“Elbette anımsıyorum. Olay savaş başlamadan hemen önce, Kimberley’de olmuştu, değil mi? O konuyla bir ilgim olmadı, ayrıntıları da asla öğrenemedim. Her nedense olay hemen örtbas edilmişti, değil mi? İyi bir işolmalı!”
“Taşlar yüz bin sterlin değerindeydiler. O olaya yalnızca ikimiz karışmıştık, Albay’ın planına göre öyle olması gerekiyordu. Plan; çalınan De Beers elmaslarının o sıralar Kimberley’de bulunan iki genç madencinin Güney Amerika’dan getirdikleri elmas örnekleriyle değiştirilmesiydi. Başarıyla da uygulandı. Tabii olayın ardından tüm şüpheler de onların üzerinde toplandı.”
Kont hayranlıkla, “Çok zekice bir plan,” dedi.
“Bilirsiniz, Albay her zaman çok zekiydi ve her zaman kusursuz, dâhice planlar yapar. Neyse, ben de o arada üzerime düşeni yaptım, ama bu arada Albay’ın öngörmediği bir şey daha yaptım. Güney Amerika’dan getirilen taşlardan birkaçını sakladım. Bunlardan birkaç tanesi eşsiz parçalardı ve kolayca De Beers’le ilgisi olmadığı kanıtlanabilirdi. Bu elmaslar bende olduğu sürece, çok değerli şefimiz avucumun içinde demektir. Eğer bu iki madenci temize çıkarlarsa bütün şüpheler Albay’ın üzerinde toplanır. Bunca yıl hiç konuşmadım, hep sustum, ona karşı elimde silahım olduğunu bilmek beni rahatlatıyordu. Ama şimdi durum değişti. Payımı istiyorum ve bu pay hiç de küçük olmayacak rahatlıkla dudak uçuklatacak kadar büyük bir miktar olacağını söyleyebilirim.”
Kont, “Olağanüstü!” dedi. “Hiç kuşkusuz bu elmasları nereye giderseniz yanınızda götürüyorsunuzdur.”
Meraklı gözlerle odayı inceledi.
Nadina hafifçe güldü.
“Yanılıyorsunuz, o kadar da aptal değilim. Elmaslar hiç kimsenin aklına gelmeyecek çok güvenli bir yerde.”
“Sizin zekânızdan asla kuşku duymadım, saygıdeğer bayan, ama izin verirseniz size bu konuda biraz aptallık ettiğinizi söylemek durumundayım. Sizin de çok iyi bildiğiniz gibi Albay hafife alınabilecek, şantaj yapılacak biri değil.”
Nadina güldü.
“Ondan korkmuyorum. Korktuğum bir tek kişi vardı… o da öldü.”
Kont, onu meraklı bakışlarla süzdü.
“Öyleyse umut edelim de yeniden dirilmesin.”
Balerin panik içinde, “Ne demek istiyorsunuz?” diye sordu.
Kont şaşırmış gibi görünüyordu.
“Yalnızca yeniden ortaya çıkmasının, dirilmesinin sizin açınızdan korkunç bir şey olacağını söylemek istemiştim,” diye mırıldandı. “Aptalca bir şaka işte!”
Nadina rahatlayarak derin bir soluk aldı.
“Oh hayır, öldüğünden eminim. Savaşta öldü. O bir zamanlar… sevdiğim adamdı.”
Kont kayıtsız bir tavırla, “Güney Afrika’dayken mi?” diye sordu.
“Evet, mademki sordunuz evet. Güney Afrika’dayken.”
“Orası sizin anavatanınızdı, değil mi?”
Nadina başını sallayarak onayladı. Kont ayağa kalktı ve şapkasına uzandı.
“Neyse,” dedi. “Ne yapmanız gerektiğini siz daha iyi bilirsiniz. Ama sizin yerinizde olsam geçmişte kalmış ölü bir âşıktan çok ‘Albay’dan’ korkardım. O ne yapacağı önceden kestirilecek ve küçümsenebilecek biri değil.”
Nadina alaycı bir tavırla güldü.
“Sanki onu bunca yıldan sonra hiç tanımıyormuşum gibi konuşuyorsunuz.”
Kont yumuşak bir ses tonuyla, “Acaba? Tanıdığınız konusunda ciddi kuşkularım var,” dedi. “Cidden tam olarak tanıdığınızı sanmıyorum.”
“Ah ben de hiç aptal sayılmam. Üstelik bu işte yalnız da değilim. Yarın, Southampton’a Güney Afrika’dan gelen bir gemi yanaşacak ve o geminin güvertesinde Afrika’dan özellikle benim isteğim üzerine buraya gelen bir adam olacak. Söz konusu kişi benim bazı emirlerimi yerine getirdi. Bu olayda ‘Albay’ karşısında bir değil iki kişi bulacak.”
“Sizce bunu yapmanız akıllıca mı?”
“Bu gerekli.”
“Bu adama güveniyor musunuz?”Balerinin yüzünde tuhaf bir gülümseme belirdi.
“Ondan kesinlikle eminim. Belki yetersiz, ama kesinlikle güvenilir bir adam!” Sözlerine ara verdikten sonra tamamen farklı bir ses tonuyla ekledi: “Bu arada bu kişinin kocam olduğunu da belirteyim.”
BÖLÜM 1
Etrafımda bulunan herkes benden bu öykümü yazmamı istedi; hatta bu konuda ısrar etti. En büyüğünden (örneğin Lord Nasby) en küçüğüne (son İngiltere ziyaretimde karşılaştığım eski hizmetçimiz Emily’ye kadar herkes). “Bu öykünüzü olağanüstü bir roman haline getirebilirsiniz küçük hanım,” dedi ısrarlı bir şekilde.
Bunu yapabilecek yeteneğe sahip olduğumun bilincindeyim. Bu olaya daha işin başında karışmış, sonuna kadar da içinde kalmış ve sonuçta da “zaferle” çıkmayı başarmıştım. Bilmediğim bazı noktaları da Sir Eustace Pedler’in büyük bir nezaket göstererek kullanmama izin verdiği anı defteri sayesinde aydınlatma olanağı buldum. Bu da benim açımdan büyük bir şans oldu.
Neyse artık zamanı geldi. Anne Beddingfeld öyküsünü anlatmaya başlıyor:
Her zaman macera düşkünü bir insan oldum. Aslında son derece sıradan bir yaşantım vardı. Babam Profesör Beddingfeld “İlkel İnsanlar” konusunda söz sahibi bir bilim adamıydı. Onun gerçek bir dâhi olduğunu herkes kabul ediyordu. Aklı tamamen Paleolitik Dönem’e takılıp kaldığı için modern dünyada yaşadığı için sıkılıyordu. Babam modern insanla ilgilenmiyordu, Neolitik Dönem insanını bile koyun çobanı olmaktan öte gidememiş olmakla aşağılıyor, Orta Paleolitik Dönem Mousterien topluluklarına kadar hiçbir dönem onu heyecanlandırmıyordu.
Ne yazık ki insanoğlunun modern yaşamın tamamen dışında kalarak yaşaması imkânsız. Ne olursa olsun kasapla, sütçüyle ya da manavla bir şekilde ilişki kurmak zorundayız. Bu yüzden de babamın geçmişe gömülüp kalması, anneminse henüz ben bebekken ölmesi beni daha küçük yaşımdan başlayarak yaşamın zorluklarına katlanmak zorunda bıraktı. Aslında Paleotik dönem kültüründen, Aurignacian olsun, Mousterien olsun, Chellian olsun, hepsinden nefret etmeme rağmen ne yazık ki babamın Neanderhtal İnsanı ve Ataları isimli kitabını daktilo ettiğim gibi bazı düzeltmelerini de yapmak zorunda kaldım. Nedense bu insanların çok eski devirlerde yaşamış olduklarını bildiğim halde onların var olmuş olmaları bile beni rahatsız ediyordu. Neanderhtal insanından nefret ediyor ve onların çok uzak çağlarda soylarının tükenmiş olmasını mutluluk verici bir durum olarak nitelendiriyordum.
Babamın bu konudaki duygularımı anlayıp anlamadığını bilmiyordum. Herhalde anlamıyordu ama zaten anlasa da önemseyeceğini sanmıyordum. Hiçbir zaman başkalarının ne düşündüğüyle hiç ilgilenmemiştir. Bence bu bir anlamda onun büyüklüğünün de göstergesiydi. Bir şekilde günlük yaşamın gerekliliklerinden tamamen kopuk yaşamayı başarıyordu.
Yemek konusunda örnek bir insandı, önüne ne konulursa yerdi, ama iş yemeğin parasını ödemeye gelince tüm keyfi kaçardı. Hiçbir zaman paramız olmadı. Babamın yetenekleri ve başarıları bize belirli bir gelir sağlayacak nitelikte değildi. Toplumda önemli bir yeri olmasına rağmen halk onun varlığından haberdar bile değildi. Uzun süreli çalışmalar sonucunda yazdığı kitaplar ve insanlık tarihi hakkında çok geniş bilgi içeriyorsa da genel anlamda toplumu hiç, ama hiç ilgilendirmiyordu. Yalnızca bir kez halkın dikkatini çekmişti, o da bir dernek toplantısında, şempanzelerin gelişimi hakkında bir konferans verdiğinde. O konferansta babam geçmişteki insan ırkının incelenmesinde bazı antropoit özellikler görüldüğünü, geçmişteki şempanzelerin gelişmiş şempanzelerden çok daha fazla insan ırkına benzediğini anlatmıştı. Buna göre atalarımız insandan çok maymuna benzer özelliklere sahipti, şempanzelerin ataları ise bugünkü örneklerine göre çok daha gelişmiş bir soyu temsil ediyorlardı, yani günümüz şempanzeleriyozlaşmış örneklerdi. Babamın bu konferansı üzerine Daily Budget gazetesi; “Biz maymun soyundan gelmiyoruz da maymunlar mı bizim soyumuzdan geliyorlar? Ünlü profesör maymunların insan soyunun yozlaşmış örnekleri olduğunu söyledi,” diye yazdı. Hemen bundan sonra bir gazeteci babamı görmeye geldi ve bu teori hakkında gazeteleri için bir yazı dizisi hazırlamasını istedi. Babamın bu kadar sinirlendiğini hiç görmemiştim. O gazeteciyi büyük bir seremoni ile kovarken ben çok üzülmüştüm, çünkü para sıkıntısı çekiyorduk. Hatta bir an için genç adamın arkasından koşarak babamın fikrini değiştirdiğini, makaleleri posta ile yollayacağını söylemeyi bile düşündüm. İstedikleri yazıları ben de kolaylıkla yazabilirdim. Daily Budget gazetesi okumadığı için babamın bundan haberi olması olasılığı da yok denecek kadar azdı. Ama yine de bu riski göze alamayarak şapkamı takıp üzgün bir şekilde köye bize kızgın olan kasapla görüşmeye gittim.
Daily Budget’den gelen genç gazeteci evimize giren ilk genç erkekti. İzinde olduğu zamanlarda iriyarı bir denizci ile flört eden hizmetçimiz Emily’ye özenirdim. Emily ayrıca kendi deyimiyle “el altında tutmak için” denizci yokken manavın çırağı ya da kimyagerin asistanı ile de çıkardı. İlgilenebileceğim, tavlamaya çalışacağım biri olmadığı için üzülüyordum. Bir defasında Profesör Peterson, bana tutkuyla sarılmış ve beni öpmeye çalışmıştı. Hatta “incecik bir belim” olduğunu da söylemişti, ama bu iltifat şekli daha ben beşikteyken demode olmuştu.
Böylesine sıradan, sıkıcı bir yaşama mahkûm olduğum halde tutkulu bir aşk, romantizm ve macera yaşamak istiyordum. Kasabanın kütüphanesinden ödünç alıp okuduğum eski, yırtık pırtık aşk ve macera romanlarındaki tehlikeli maceralardan ve aşklardan büyük zevk alıyor, bir hamleleriyle karşısındakileri yere seren kaslı, kuvvetli erkek kahramanlar düşlerime giriyordu. Ne yazık ki köyde, okuduğum romanlardaki kahramanlara benzeyen hiç kimse yoktu.
Kasabamızda bir de sinema vardı. Haftada bir Pamela’nın Maceraları’nı oynatırdı. Pamela çok hoş, büyüleyici, olağanüstü yeteneklere sahip genç bir kadındı. Hiçbir şeyden çekinmiyordu. Korkusuzca uçaktan atlar, denizaltılara binip denizlerin dibinde maceralara atılır, gökdelenlere tırmanır, gözünü kırpmadan yeraltı dünyasına karışırdı. Ancak hiç de zeki değildi, her filmde mafya babasının eline geçer, ama her nedense adamın aklına onun başına hafifçe vurup onu bayıltmak gelmediği için bir şekilde kaçıp kurtulmayı başarırdı. Filmler hep onun yakalanıp gaz odasına gönderilmesi ya da başının akıl almaz bir şekilde dertte olmasıyla biter ve filmin bir hafta sonraki bölümünün hemen başında bir erkek kahraman tarafından kurtarılırdı. Sinemadan adeta büyülenmiş bir halde, kalbim çarparak çıkar, ama eve döndüğümde çoğunlukla gaz şirketinden parayı ödemediğimiz takdirde gazı keseceklerine dair bir ihbarname bulurdum. Ve de tüm sevincim uçup giderdi.
Bütün bunlara rağmen, o an için farkında olmasam bile her geçen an büyük bir maceraya doğru hızla sürükleniyordum.
Sanırım Kuzey Rodezya’daki eski Broken Hill maden ocağında bilinmeyen bir iskelet kafası bulunduğunu birçoğunuz hiç duymamışsınızdır. Ama ben, bir sabah aşağıya indiğim zaman babamı son derecede heyecanlı bir şekilde buldum. Büyük bir heyecanla öykünün tamamını anlattı.
“Anlıyorsun değil mi, Anne? İlk bakışta bu bir Java kafatasına benziyor, ama bu yalnızca görüntü, tamamen yüzeysel bir çözümleme. Hayır, burada benim hep üzerinde durduğum bir durumla karşı karşıyayız. Neanderhtal soyunun atalarından birine ait olmalı. Cebelitarık’ta bulunan kafataslarının bulunan en eski Neanderhtal kafatası örnekleri olduğunu mu sanıyorsun? Neden öyle olsun ki? Bu soyun kökeni Afrika’dır. Sonra Avrupa’ya geçmişler…”
Telaşla, “Baba, balığın üzerine marmelat sürülmez,” diyerek dalgın babamın eline sarıldım. “Evet, ne diyordun?”
“Avrupa’ya geçtiler…”
Tam bu sırada boğazına kılçık kaçtığı için birden öksürmeye başladı ve sözü yarıda kesildi.
Yemeğin sonunda ayağa kalkarken, “Hemen harekete geçmeliyiz,” dedi.Kaybedecek zamanımız yok. Hiç zaman kaybetmeden oraya gitmeliyiz. Hiç kuşkusuz çevrede araştırılacak çok sayıda umulmadık, ilginç şeyler bulabiliriz. Bakalım benim tahmin ettiğim şekilde Mousterian dönemine ait bulgular örneğin o döneme ait ilkel öküz kalıntılarına ya da aslında gergedanların atalarına rastlayabilecek miyiz? Evet, herhalde çok yakında küçük bir bilim adamı ordusu oraya doğru yola çıkacaktır. Onlardan önce orada olmalıyız. Hemen bugün Cook Seyahat Şirketi’ni arar mısın Anne.”
Yavaşça, “Peki ya para sorununu nasıl çözeceğiz?” diye sordum.
Dikkatle yüzüme baktı.
“Senin bu fikirlerin beni her zaman umutsuzluğa düşürüyor yavrucuğum. Para canlısı olmamalıyız. Hayır, hayır, ilim söz konusuysa cimri olunamaz.”
“Ama Cook’lar para canlısı olabilirler.”
Babamın canı sıkılmıştı.
“Sevgili Anne, sen de onlara peşin para verirsin.”
“Ama hazırda param yok ki.”
Babam iyice sinirlenmişe benziyordu.
“Sevgili yavrum, gerçekten de bu saçma para sorunlarıyla kaybedecek zamanım yok benim. Banka… Daha dün menajerim bir yetmiş beş sterlinden bahsediyordu.”
“Sanırım o bankadan çektiğiniz tutardı.”
“Ah evet. Doğru. Peki, sen de yayımcımı ara.”
İsteksizce kabul ettim. Babamın kitapları paradan çok şöhret getiriyordu. Ama yine de hemen Rodezya’ya gitme fikri hoşuma gitmişti. Kendimden geçmiş bir halde coşkuyla, “Sessiz, güçlü, sert erkekler,” diye mırıldandım. Sonra babamın görünüşündeki bir tuhaflık dikkatimi çekti.
“Ayakkabılarınızı yanlış giymişsiniz babacığım,” dedim. “Kahverengiyi çıkarıp, siyahın diğer tekini giyin. Sakın kaşkolünüzü almayı unutmayın. Bugün hava gerçekten de çok soğuk.”
Birkaç dakika sonra babam evden çıkarken ayakkabılarını değiştirmiş, sımsıkı giyinmişti.
O akşam eve geç döndü. Pardösüsü ve kaşkolünün olmadığını görünce bir an dehşete kapıldım.
“Çok haklısın sevgili Anne,” dedi. “Mağaraya girerken çıkarmıştım onları. İnsan oradayken çok kirleniyor.”
Babamın bir defasında her tarafının toz içinde eve geldiğini anımsamıştım. Ona hak verdiğimi gösterecek şekilde başımı salladım.
Little Hampsley’e yerleşmemizin asıl nedeni buranın Aurignacian kültürüne ait çok zengin tarihi kalıntıların gömülü olduğu Hamsley höyüğünün çok yakınında olmasıydı. Köyde küçük bir de müze vardı. Babam bütün gününü müze müdürüyle yeraltı ölçümleri yapmakla ve yöredeki mağaralardan eski devirlerde yaşamış ayı ve gergedan kemiklerini, fosilleri gün ışığına çıkarmakla geçirirdi.
Babam o gece boyunca çok kötü öksürdü ve ertesi sabah da ateşi çıktı. Hemen doktor çağırdım.
Zavallı babacığım, çok istediği bu yolculuğa çıkma şansı olmadı. Şiddetli bir zatürree geçiriyordu. Dört gün sonra da öldü.
BÖLÜM 2
Herkes bana çok iyi davranıyordu. Olanlar karşısında sersemlemiş olmakla birlikte bunu takdir edebiliyordum. Zaten çok büyük bir keder içinde değildim. Babam beni hiçbir zaman sevmemişti. Bunu çok iyi biliyordum. Eğer sevseydi ben de onu severdim. Hayır, aramızda bir sevgi bağı yoktu, ama birbirimize bağlıydık, birlikteydik, ona bakıyordum ve içten içe bilgisine, bilime olan bağlılığına hayranlık ve saygı duyuyordum. Ve babamın yaşamı boyunca aradığını bulmak üzereyken ölmüş olması beni çok üzüyordu. Eğer onu duvarları eskiçağ insanlarına ait av sahneleri ve motiflerle süslü bir mağaraya gömebilseydim kendimi çok mutlu hissedecektim. Ne var kitoplumsal kurallar onu kasabanın kilisesinde yapılan görkemli törenin ardından yöredeki kilisenin mezarlığındaki düzenli, mermer bir mezara gömdürmemi gerektirdi. Her ne kadar iyi niyetle söylenmiş olsalar da rahibin beni avutma çabaları da pek yararlı olmadı.
Her zaman peşinde koştuğum şeyin -özgürlüğümün- artık benim elimde olduğunu kavramam biraz zaman aldı. Öksüzdüm, beş parasızdım, ama özgürdüm. Böylece çevremdeki insanların sevecenliklerini daha doğru değerlendirebildim. Rahip bütün gücüyle beni karısının bir yardımcıya ihtiyacı olduğuna ikna etmeye çalıştı. Köydeki küçük kütüphanede birden bir yardımcı ihtiyacı ortaya çıktı.
Ve de köydeki doktor yazdığı reçetelerin parasını aldığı için defalarca özür dileyip aksırıp öksürdükten sonra kendisi ile evlenmemi istedi.
Çok şaşırmıştım. Doktor otuz kırk yaşları arasında, şişman, kısa boylu tıknaz bir adamdı. Pamela nın Maceraları’ndaki kahramanlara benzemediği gibi sessiz ve haşin, güçlü Rodezyalı tipiyle de uzaktan yakından bir ilgisi yoktu. Bir süre düşündükten sonra benimle niçin evlenmek istediğini sordum. Epeyce bocaladıktan sonra her doktorun kendisine yardımcı olabilecek bir eşe ihtiyaç duyduğunu söyledi. Bu sözleri durumu iyice berbat etmişti, öneride en ufak bir romantizm kınntısı bile bırakmamıştı, ama içimden bir ses bana bu öneriyi kabul etmemin doğru olacağını söylüyordu. Güvenlik… işte bana önerilen buydu. Güvenlik ve rahat, huzurlu bir ev. Şimdi düşününce o zaman bu ufak adama haksızlık ettiğimi anlıyorum. Belki bana gerçekten âşıktı, ama yanılıp gereksiz bir duyarlılıkla hissettiklerini doğru olarak yansıtmaktan çekinmişti. Her neyse, romantizm ve macera tutkumun öne çıkmasıyla bu öneriyi hemen reddettim.
“Çok teşekkür ederim, çok naziksiniz,” dedim. “Ama bu olanaksız. Bir adama deli gibi âşık olmadan asla evlenemem.”
“Bir düşünseniz, belki…”
Kısaca, “Olamaz,” diyerek kestirip attım.
İç çekerek, “İyi ama yavrucuğum, bu durumda ne yapmayı düşünüyorsunuz?” diye sordu.
Bir an bile tereddüt etmeden, “Dünyayı gezmeyi ve macera yaşamayı,” diye yanıtladım.
“Miss Anne, yaşınız çok küçük. Anlamıyorsunuz…”
“Yaşamın güçlüklerim mi? Hayır, anlıyorum doktor, hem de çok iyi anlıyorum. Ben romantik bir okul öğrencisi değilim. Dik kafalı, çıkarcı, şirret bir insanım. Eğer sizinle evlenseydim bunu hemen anlardınız.”
“Yine de bir düşünseniz…”
“Düşünemeyeceğim.”
Yeniden içini çekerek, “Öyleyse size başka bir önerim var,” dedi. “Wales’de oturan bir teyzem var. Kendisine yardımcı olacak birini anyordu. Nasıl, bu size uyar mı?”
“Hayır doktor, Londra’ya gitme konusunda kararlıyım. Eğer başıma bir şey gelecekse Londra’da gelsin. Her zaman uyanık olacağımdan emin olabilirsiniz. Göreceksiniz şansım bana yardım edecek, kısa bir süre sonra belki Çin’de, belki Timbuktu’da olduğumun haberini alacaksınız.”
Bir sonraki misafirim babamın Londra’daki temsilcisi Bay Flemming idi. Yalnızca beni görmek için köye gelmişti. Kendisi de iyi bir antropolog olan Bay Flemming, babamın hayranlarındandı. Saçları ağarmış, ince yüzlü, uzun boylu zarif bir insandı. Odaya girdiğim anda hemen ayağa kalkarak bana doğru ilerledi ve iki elimi birden avuçlarının içine aldı.
“Zavallı çocuk,” dedi. “Zavallı çocukcağız.”
Farkında olmadan zavallı bir öksüz gibi davranmaktan zevk almaya başlamıştım. O da beni bu şekilde davranmam için yönlendirdi. Sevecen, nazik ve şefkatliydi, beni dünyanın adaletsizliği karşısında yapayalnız kalmış aptal, zavallı bir kız olarak görüyor, bu nedenle de bana bir baba sevecenliğiyle davranıyordu. Ona aksini ispat edemeyeceğimi daha ilk başta anlamıştım. Zaten sonradan da bu konuda haklı olduğum ortaya çıktı.”Sana bazı şeyleri açıklarken beni dikkatle dinleyebileceğine inanıyor musun?”
“Evet.”
“Bildiğin gibi baban çok büyük bir adamdı, bilim dünyası onu daima takdir etmiştir. Ancak ne yazık ki iyi bir işadamı değildi.”
Bunu Bay Flemming kadar olmasa da çok iyi biliyordum, ama o an için bunu dile getirmedim. Bay Flemming sözlerini sürdürdü:
“Bu konuda pek bir bilgin olduğunu sanmıyorum. Ama ben elimden geldiği kadar durumu açıklamaya çalışacağım.”
Açıklamaları gereğinden çok daha uzun sürdü. Sonuç olarak 87 sterlin 17 şilin 4 penny ile yaşamla yüzleşmek zorunda olduğumu öğrenmiştim. Bu gerçekten de son derece az bir miktardı. Bay Flemming’in sözü nereye getireceğini merak ediyordum, sonuçta İskoçya’da yaşayan bir teyzesi olduğunu ve bu hanımın genç bir yardımcıya ihtiyacı olduğunu söyleyeceğinden emindim. Ama yanılmışım.
“Asıl sorun,” diye ekledi. “Bundan sonra ne yapacağınız. Gelecek! Bildiğim kadarıyla hâlâ hayatta olan bir akrabanız yok.”
O anda kendimi bir sinema kahramanına benzeterek, “Bu dünyada yapayalnızım,” dedim.
“Arkadaşlarınız var mı?”
Minnettarlıkla, “Herkes bana çok yakın davrandı,” dedim.
“Böyle genç ve sevimli bir hanıma kim yakınlık göstermez?” dedi. “Neyse, şimdi ne yapabileceğimizi düşünmeliyiz.” Bir an tereddüt ettikten sonra ekledi. “Bir süre için gelip bizimle kalmak ister miydin?”
O anda yerimden sıçradım. Londra! Her şeyin olabileceği bir yer!
“Çok çok teşekkür ederim. Doğru mu duydum? Gerçekten sizinle kalabilir miyim? Çalışıp hayatımı kazanmak zorunda olduğumun bilincindeyim.”
“Evet, evet yavrum, kesinlikle anlıyorum. Sana uygun bir iş ayarlamaya çalışırız.”
Bay Flemming’in “uygun” derken kastettiği işle benim hayallerimdeki işin aynı olmadığını hissediyordum, ama şimdi bunu dile getirmenin ne yeri ne de zamanı değildi.
“Öyleyse anlaştık,” dedi. “Neden hemen bugün benimle gelmiyorsun?”
“Oh çok teşekkür ederim. Ama Bayan Flemming…”
“Karım bizimle kaldığın için mutlu olacaktır.”
Erkeklerin eşlerini düşündükleri kadar iyi tanıyıp tanımadıklarından şüpheliyim. Eğer benim bir kocam olsaydı, bana sormadan eve öksüz bir kız getirmesine çok kızardım.
“İstasyondan ona telgraf çekeriz,” diye ekledi.
Hemen bana ait olan çok az sayıdaki eşyamı toplayıverdim. Şapkamı giyerken içim burkuldu, çünkü bu benim tipik, “Meryem şapkası” olarak nitelendirdiğim türde bir şapkaydı. Bunu söylerken düşündüğüm tek şey hizmetçi kızların izinli olduğu günlerde dışarı çıkarken bu tip şapkalar takmalarıydı, ama elimdeki şapkayı onlar bile takmazdı. Siyah hasırdan, yumuşamış, pelte gibi olmuş bir şeydi. Bir zamanlar dâhice bir esinlenme ile şapkayı yere atıp üzerinde tepinmiş, bir iki kez yumruklamış, tepesini içine çökertmiştim ve üzerine kübist bir sanatkârın düşlerini süsleyecek nitelikte uyumsuz bir havuç takmıştım. Tabii havuç şimdi yoktu, bu kez de bu el emeğimin geri kalan kısmını tamamlamaya çalıştım. Ustaca birkaç çekiştirme ve şekil vermenin ardından şapka Mary eskisinden daha da berbat, daha fazla acıma duygusu uyandıracak bir hal aldı, ki bu, o anki amacıma kesinlikle uyuyordu. Bu eski püskü şeyle gerçek bir öksüze benzemiştim. Bayan Flemming’in beni nasıl karşılayacağını bilememekten dolayı çok gergindim, ama bu acıklı görünümümle beni bağrına basmasını bekliyordum.
Aslında Bay Flemming de oldukça gergindi. Bunu Kensington Meydanı ‘ndaki evlerinin merdivenlerinden çıkarken daha iyi anladım. Bayan Flemming, beni çok iyi karşıladı. Güçlü, dirençli, ama kendi halinde sakin bir kadındı. İyi bir ev hanımı ve iyi bir anne olduğu her halinden anlaşılıyordu.Beni tertemiz, rahat bir odaya götürdü. Bir eksik olmadığını, orada rahat edeceğimi umduğunu ve çayın on beş dakika sonra hazır olacağını söyledi. Sonra da beni odaya yerleşmem için yalnız bıraktı.
Aşağıda birinci kattaki oturma odasına girmesiyle birlikte, sesinin yükseldiğini duydum.
“İyi ama Henry hiç anlamıyorum.” Cümlenin sonunu duyamadım, ama ses tonu zaten durumu açıklamaya yetiyordu. Birkaç dakika sonra daha yüksek tonda, hırçın bir sesle, “Haklısın!” dediğini duydum. “Gerçekten güzel bir kız!” dedi.
Yaşam gerçekten çok zor. Güzel olmazsanız erkekler size iyi davranmıyorlar. Güzel olunca da kadınlarla geçinemiyorsunuz.
İç çekerek saçımı taramaya başladım. Saçlarım güzeldir. Siyah uzun… gerçek anlamda siyah -koyu kahverengi değil- onları alnımdan geriye doğru taradım. İpek gibi kulaklarımın üzerine döküldüler. Saçlarımı elimle düzensizce yukarı topladım. Kulaklarıma baktım. Hiç fena görünmüyorlardı, ama neye yarardı ki? Onlar da Profesör Peterson’un “ince bel kavramı” gibi demodeydiler. Hazırlanmam bittiğinde törenlerde, küçük bereleri kırmızı ceketleriyle sıra halinde yürüyen öksüzlere benzemiştim.
Aşağıda Bayan Flemming’in sevgi dolu bakışlarının kulaklarıma odaklandığını fark ettim. Bay Flemming ise şaşırmış görünüyordu. İçinden hiç kuşkusuz, bu çocuk ne yaptı ki böyle, diyordu.
Günün geri kalan kısmı iyi geçti. Ama bir an önce iş aramaya başlamama karar verildi.
Odama gittiğim zaman dikkatle aynada yüzümü inceledim. Gerçekten güzel miydim? Doğrusu ya hiç de o kadar güzel olduğum söylenemezdi. Burnum ne tipik bir Yunan burnuydu, ne de ucu hafifçe yukarı kalkık güzel bir burundu. Bir zamanlar bir papaz yardımcısı bana, “Gözleriniz, karanlık, zifiri karanlık bir ormana hapsedilmiş güneş ışığı gibi,” demişti. Ama zaten her papaz yardımcısının kafasında gerektiğinde söyleyeceği o kadar çok alıntı cümle vardır ki. Halbuki ben elâ hareli gözlerim olmasındansa menekşe mavisi gözlerim olmasını yeğlerdim. Ama yine de yeşil göz bir maceraperest için çok daha elverişli bir renk.
Kollarımı ve omuzlarımı açıkta bırakan siyah bir elbise giydim. Saçlarımı açık bırakıp geriye doğru taradım. Yüzüme de cildimin normalden daha açık tonda görünmesi için bolca pudra sürdüm. Uzun araştırmalardan sonra valizimde bulduğum eski bir rujla da dudaklarımı boyadım. Gözlerimin altına yanık mantarla siyah bir çizgi çektim. Son olarak da omuzlarıma kırmızı bir şal attım, saçlarımın arasına yine kırmızı tüyden bir toka yerleştirdim ve dudaklarımın arasına da bir sigara koyarak aynaya baktım. Görüntüm hiç de fena değildi.
Beğeniyle aynaya doğru, “Maceraperest Anna!” diye seslendim. “Maceraperest Anna! 1. Bölüm: ‘Kensington’daki Ev!'”
Şu kızlar gerçekten aptal yaratıklar.
BÖLÜM 3
Bunu izleyen haftalar benim için bir hayli sıkıcı geçti. Bayan Flemming ve arkadaşları ilginç tipler değillerdi. Saatlerce kendilerinden, çocuklarından, çocukları için iyi süt bulmanın güçlüklerinden ve süt iyi olmadığı zaman, sütçüye söylediklerinden bahsediyorlardı. Sonra sıra hizmetçilerden şikâyete, iyi hizmetçi bulamamanın zorluklarına, işçi bulma kurumundaki kadına neler söylediklerine ve oradaki kadının onlara nasıl yanıt verdiğine geliyordu. Gazete okumuyor, dünyada olup bitenlerle ilgilenmiyorlardı. Yolculuk etmekten de hoşlanmıyorlardı. İngiltere dışındaki her yer onlar için çok farklı ve uzaktı. Tabii Riviera’yı biliyor ve kabulleniyorlardı, çünkü orada dostlarına rastlıyorlardı.
Bütün bunlara, onları dinlemeye güçlükle katlanabiliyordum. Bu kadınların çoğu zengindi. İsteseler bu büyük, olağanüstü güzelliklerle dolu dünyayıdolaşabilirlerdi, ama onlar pis, karanlık Londra’da oturup sütçüden ya da hizmetçilerden söz etmeyi yeğliyorlardı. Şimdi o günleri düşününce ne denli hoşgörüsüz davrandığımı anlıyorum. Ama ne yapayım ki, o kadınlar aptaldı, hatta kendi seçimleri olan işler için bile. Birçokları evlerinin idaresini yapmakta, hesap tutmakta bile yetersizdi. Ben ne yapabilirdim?
İşlerim yavaş ilerliyordu. Evimiz ve eşyalarımız satıldı, ama aldığım para ancak borçlarımızı kapatmaya yetti. İş bulmayı da başaramamıştım. Aslında buna pek de istekli değildim. Macera aradığıma göre maceranın bir şekilde gelip beni bulacağını düşünüyordum. Bir şeyi çok isteyen insanın sonuçta muhakkak istediğini elde edebileceği hakkındaki varsayıma kesinlikle inanıyordum.
Ve bu varsayımım gerçek yaşamda da deneyimlerle kanıtlanmak üzereydi.
Ocak ayının ilk günleriydi… tam olarak söylemek gerekirse ocak ayının sekizinci günü. Kendisine yardımcı olacak bir sekreter aradığını söyleyen, ama aslında yılda 25 sterlin karşılığında günde on iki saat çalıştıracak birini arayan bir bayanla yaptığım başarısız iş görüşmesinden eve dönüyordum. Konuşmadaki karşılıklı, açığa dökülemeyen bir samimiyetsizliğin verdiği sıkıntıyı biraz olsun giderebilmek için yolu biraz uzatıp Edgware Caddesi boyunca yürüdüm, (görüşme yaptığım ev St. John’s Wood’daydı). Sonra Hyde Park’a girip St. Georgia Hastanesi’nin önünden geçtim. Tam orada Hyde Park’ın köşesinde metro istasyonuna girerek Gloucester’a bilet aldım.
Aşağı inince, istasyonun en uzak ucuna kadar yürüdüm. Down Street yönünde ve iki tünel arasında bir çıkış olup olmadığını kendi gözlerimle görmek istiyordum. Öngörümün doğru çıkmasından çocukça bir sevinç duydum. İstasyon kalabalık değildi. Benim bulunduğum uzak noktada ise yalnızca bir adam ve ben vardık. Adamın yanından geçerken belli belirsiz naftalin kokusu aldım. Dayanamadığım bir koku varsa o da naftalin kokusudur. Adamın kalın paltosu naftalin kokuyordu. Londra’da palto ocak ayından evvel giyilmeye başlandığı için adamın paltosundaki naftalin kokusunun şimdiye kadar kaybolmuş olması gerekirdi. Adam hemen arkamda, tünelin hemen hemen en uç noktasında duruyordu. O kadar derin düşüncelere dalmıştı ki onu rahatsız etmeden tepeden tırnağa süzdüm. Ufak tefek ve zayıftı. Mavi gözlü, siyah sakallı, koyu renk tenliydi.
Herhalde Londra’ya yeni geldi, diye düşündüm. Paltosunun naftalin kokmasının nedeni de buydu. Hindistan’dan gelmiş olmalı. Subay değil, olsa sakalı olmazdı. Belki de çay yetiştiriyordu.
Tam o anda adam bulunduğu yere doğru döndü ve bana baktı. Sonra gözleri arkamda bir yere takılıp kaldı. Yüz ifadesi değişti. Korkuydu bu… neredeyse dehşet içindeydi. Görünmeyen bir tehlikeden kaçarcasına geriye doğru bir adım attı. Ne var ki en uç noktada olduğunu unutmuştu. Doğruca aşağı rayların üzerine yuvarlandı. Hemen arkasından raylarda bir şimşek çaktı ve korkunç, canhıraş bir ses çıktı. Çığlık attım. İnsanlar koşarak bize doğru geldiler. Birden ortaya çıkan iki istasyon görevlisi hemen duruma el koydu.
Tuhaf, korku ve heyecan karışımı bir duygu içindeydim. Olduğum yerde donakalmıştım. Bir yarım bu birden ortaya çıkan felaket karşısında dehşete düşmüş, diğer yarımsa tam bir soğukkanlılık içinde büyük bir merakla adamın bedeninin raylardan kaldırılıp yeniden perona konulmasını izlemek istiyordu. Tekrar perona çıkarılan adamı görmek istiyordum.
“Lütfen izin verin de geçeyim. Ben doktorum.”
Kahverengi sakallı bir adam yanımdan geçerek hareketsiz yatan beden üzerine eğildi.
Doktor, adamı muayene ederken ben tuhaf bir gerçek dışılık duygusu içindeydim. Olanlara inanamıyordum, sanki gerçek değildi bütün olanlar. Sonuçta doktor başını sallayarak doğruldu. “Ölmüş. Yapılacak bir şey yok,” dedi.
Hepimiz cesedin etrafına toplandık. O sırada bir hamal sesini yükselterek, “Geri çekilin,” dedi. “Ne diye adamın başında toplanıyorsunuz ki?”
Birden ani bir mide bulantısıyla arkamı döndüm ve hiç bakmadanmerdivenlerden yukarı asansöre koştum. Kendimi çok kötü hissediyordum. Bir an önce açık havaya çıkmalıydım. Cesedi muayene eden doktor hemen önümde duruyordu. Asansörün kapısı kapanmak üzereydi, doktor birden hızlanarak asansöre doğru koştu. Ve bu arada da küçük bir kâğıt parçası düşürdü.
Durup kâğıdı aldım ve arkasından koştum. Ama kapılar yüzüme kapanıverdi. Kâğıt elimde orada kalakaldım. Bu arada asansör sokak seviyesine ulaşmış olmalıydı. Dolayısıyla koşmamın hiçbir anlamı da yoktu. Kâğıdın çok önemli olmadığını umarak bir göz attım. Bu ikiye bölünmüş bir dosya kâğıdıydı ve üzerine kurşunkalemle birtakım şekiller ve sözcükler karalanmıştı
Aslında bu bana hiç de önemli bir belge gibi görünmemişti. Ama yine de atıp atmamakta tereddüt ettim. Kâğıt elimde orada dururken ister istemez burnumu çekiştirdim. Hoşuma gitmeyen bir koku almıştım. Yine naftalin! Kâğıdı kokladım. Evet, kesinlikle naftalin kokuyordu. Peki, ama öyleyse…
Kâğıdı dikkatle katlayarak çantama yerleştirdim. Yavaş yavaş eve doğru yürürken bir hayli düşünme fırsatım oldu.
Eve gelir gelmez Bayan Flemming’e metroda feci bir kazaya tanık olduğumu, kendimi iyi hissetmediğimi ve doğruca odama çıkıp yatmak istediğimi söyledim. Bir fincan çay içmem için ısrar etti. Bir süre sonra yalnız kaldığımda eve gelirken yaptığım plan üzerinde çalışmaya başladım. Kendini doktor olarak tanıtan adam cesedi muayene ederken kapıldığım tuhaf gerçekdışılık duygusunun nedenini anlamaya çalışıyordum. Önce yere aynen cesedin bulunduğu pozisyonda yattım. Sonra yerime bir yastık yerleştirdim ve anımsayabildiğim kadarıyla doktorun her hareketini ve el işaretini taklit ettim. İşimi bitirdiğimde istediğimi öğrenmiştim. Dizlerimin üzerinde doğrularak duvarları seyretmeye başladım.
O gün akşam gazetelerinde metroda bir adamın öldüğüne ilişkin kısa bir haber çıktı. Bunun bir cinayet mi, yoksa intihar mı olduğuna henüz karar verilememişti. Üzerime düşeni yapmalıydım. Bildiklerimi ve gördüklerimi Bay Flemming’e anlattığımda o da benimle aynı fikirde olduğunu belirtti.
“Hiç kuşkusuz soruşturma sırasında seninle de görüşmek isteyeceklerdir,” dedi. “Olayı senin kadar yakından gören başka biri daha olmadığını söylemiştin, değil mi?”
“Hemen arkamda bize yaklaşan biri olduğunu hisseder gibi oldum, ama bundan emin değilim. Zaten olsa da benim kadar yakın olamazdı.”
Soruşturma yapıldı. Bay Flemming gerekli tüm ayarlamaları yaptı ve beni oraya da kendisi götürdü. Benim bu olaydan dolayı sarsılacağımı düşündüğü için yanımdan hiç ayrılmadı. Oysa benim asıl amacım ondan kurtulmaktı. Adamın cebinden bir emlakçının yazdığı, Marlow yakınlarında, nehir kenarındaki bir eve ilişkin öneri mektubundan başka bir şey çıkmamıştı. Mektup Russell Oteli’nde kalan L. B. Carton ismine yazılmıştı. Otelin resepsiyon memuru, cesedi teşhis etti ve adamın bir gün önce otellerine gelerek, bir oda tutmuş olduğunu söyledi. Otel kaydında da “L. B. Carton, Kimberley Güney Afrika,” yazıyordu. Vapurdan inip doğruca bu otele gelmiş olmalıydı.
Olayla ilgili bir şeyler gören tek kişi bendim. Müfettiş, “Bunun bir kaza olduğunu söyleyebilir misiniz?” diye sordu.
“Bundan eminim,” diye yanıtladım. “Bir şeyden korkarak arkasının boşluk olduğunu unuttu ve bilinçsizce geri adım atmasıyla birlikte aşağı düştü.”
“Peki, neden korkmuş olabilir?”
“İşte bunu bilmiyorum. Ama bir şey olmuştu. Paniğe kapıldığı anlaşılıyordu.”
Duyarsız jüri üyelerinden biri bazı insanların kedilerden korktuğunu, adamın da kedi görmüş olabileceğini belirtti. Bunun pek parlak bir fikir olduğunu sanmıyordum, ama jürinin hoşuna gitti. Ne de olsa hepsi bir an önce evlerine gitmek için sabırsızlanıyorlardı ve olayı düşünüldüğü gibi intihar değil yalnızca bir kaza olarak nitelendirmekte kararlıydılar.
Polis müfettişi, “Cesedi ilk muayene eden doktorun ortaya çıkmaması bana çok tuhaf görünüyor,” dedi. “Hemen orada onun da ismi ve adresi alınmalıydı. Bunun yapılmamış olması tuhaf.”
Kendi kendime gülümsedim. Doktorla ilgili farklı düşüncelerim vardı. Bu konuda bir an önce Scotland Yard’a başvurmaya karar vermiştim.
Ancak ertesi sabah bir sürprizle başladı. Flemming’ler Daily Budget gazetesi alıyorlardı ve sürpriz de bu gazetedeydi.
METRODAKİ KAZANIN TUHAF SONUCU
YALNIZ BİR KADIN EVİNDE BOĞULMUŞ OLARAK BULUNDU
Hemen merakla okudum:
“Marlow’da Mill House adlı bir evde dün son derece şaşırtıcı bir olay yaşandı. Sir Eustace Pedler’e ait olan Mill House mobilyasız olarak kiraya verilmektedir. Evin adresi Hyde Park Corner İstasyonu’nda kendisini rayların üzerine atarak intihar ettiği düşünülen adamın cebinde bulunmuştu. Dün de bu evin üst kat odalarından birinde genç ve güzel bir kadına ait bir ceset bulundu. Kadının boğularak öldürüldüğü anlaşılmıştır. Kendisinin yabancı uyruklu olduğu düşünülmekte olup ceset henüz teşhis edilmemiştir. Polis bulunan delilleri değerlendirmektedir. Evin sahibi olan Sir Eustace Pedler kışlarını Riviera’da geçirmektedir.”
BÖLÜM 4
Ölen kadını teşhis edecek kimse çıkmadı. Yapılan incelemelerde şu sonuçlara ulaşıldı:
Ocak ayının sekizinde, saat bir sularında aksanından yabancı olduğu anlaşılan çok şık bir bayan Knightsbridge’de Messrs Butler ve Park Emlak Ofisi’ne gelmişti. Kadın Thames Nehri civarında Londra’ya yakın bir ev kiralamak ya da satın almak istediğini söylemişti. İlgililer kendisine aralarında Sir Pedler’in evi de bulunan birkaç ev göstermişlerdi. Kadın adının Bayan de Castina olduğunu söyleyerek Ritz’de kaldığını belirtmiş, ancak otelde yapılan soruşturma neticesinde orada söz edilen isimde bir bayanın kalmadığı öğrenilmişti. Otel personelinden hiç kimse de cesedi teşhis edememişti.
Bu konuda tek ifade veren aynı zamanda Mili House’la da ilgilenen Sir Pedler’in bahçıvanının karısı Bayan James oldu. Kadın bahsedilen günde saat üç civarında genç bir kadının evi görmeye geldiğini söyledi. Emlakçıdan aldığı kâğıdı gösterdiği için Bayan James anahtarları kendisine vermişti. Bayan James anayol üzerindeki başka bir evde yaşadığı ve evi de kiraya verilecek evden biraz uzakta olduğu için evi gezmeye gelenlere eşlik etmiyordu. Kadından birkaç dakika sonra da genç bir adam gelmişti. Adam geniş omuzlu, uzun boylu, bronz tenli, gri gözlüydü. Sinekkaydı tıraş olmuş, kahverengi bir elbise giymişti. Bayan James’e evi gezmeye gelen hanımın arkadaşı olduğunu ve telgraf çekmek için postaneye uğradığı için geç kaldığını söylemişti. Kadın, onu da eve yönlendirmiş ve bunda bir sakınca görmemişti.
Adam beş dakika kadar sonra tekrar gelerek anahtarları geri vermiş ve evin kendilerine uygun olmadığını belirtmişti. Bayan James kadını görmemiş, ancak onun önden gitmiş olabileceğini düşünmüştü. Ancak genç adamın bir şeye üzülmüş olduğu, iyi görünmediği dikkatini çekmişti. Bayan James bu durumu, “Hortlak görmüş gibiydi. Hastalanmış olduğunu düşündüm,” diye açıklıyordu.
Ertesi gün başka bir çift gelerek evi gezmek istemiş ve yukarıdaki odalardan birinde yerde yatan cesedi bulmuşlardı. Bayan James bu cesedin bir gün evvel gelen hanıma ait olduğunu belirtmişti. Emlakçı da cesedi Bayan De Castina olarak tanımlamıştı. Polis doktoru, kadının yaklaşık yirmi dört saat önce ölmüş olduğunu saptamıştı. Tabii ki Daily Budget gazetesi bu bilgiler ışığında şu sonuca varıyordu: Tünelde ölen adam önce kadını öldürmüş ve sonra da intihar etmişti. Ne var ki tüneldeki adam saat ikide ölmüştü, kadın ise saat üçte henüz sağdı. Bu da doğal olarak iki olay arasında hiçbir bağlantı olamayacağını kanıtlıyordu. Evin adresinin adamın cebinden çıkması yalnızca yaşamda sık sık karşılaşılan tuhaf rastlantılardan biriydi.
Mahkemede “bilinmeyen kişi ya da kişiler tarafından taammüden cinayet”kararına varıldı ve bir katilin serbest dolaştığına kanaat getirilerek polis ve Daily Budget “Kahverengi Elbiseli Adam”ı aramaya başladılar. Bayan James’in ısrarla belirttiğine göre genç kadın eve girdiğinde evde hiç kimse yoktu. O öğleden sonra eve genç kadın dışında giren tek kişi söz konusu kahverengili adam olmuştu. Dolayısıyla Bayan de Castina’nın katilinin bu adam olduğu apaçık ortadaydı. Kadın siyah bir kordon parçası ile boğularak öldürülmüştü ve anlaşıldığı kadarıyla öylesine ani bir saldırıyla karşılaşmıştı ki bağırmaya bile zaman bulamamıştı. Kadının siyah ipek el çantasında bir not defteri, biraz bozuk para, dantelli bir mendil ve Londra’ya birinci sınıf bir gidiş dönüş tren biletinin dönüş yarısı bulunmuştu. Kısacası elle tutulur hiçbir şey yoktu.
Bunlar Daily Budge fm kamuoyuna açıkladığı aynntılardı. Gazete hemen her gün manşetten, “Kahverengi Elbiseli Adam bulunmalı,” diye feryat ediyordu. Günde yaklaşık beş yüz kişi bu konuda bilgi verebileceklerini bildirirken de uzun boylu yanık tenli genç erkekler, kendilerine kahverengi elbise diken terzilerini lanetliyordu. Cinayetin metrodaki kazayla ilgisinin olması ise, yalnızca bir rastlantı olarak nitelendirilmiş ve toplumun zihninden silinip gitmişti.
Peki, ama acaba bu gerçekten bir rastlantı mıydı? Bundan emin değildim. Bu konuda etki altında kaldığım, önyargılı olduğum kesindi -metrodaki kaza benim olayımdı- ve kanımca bu iki olayın arasında bir şekilde bir bağlantı vardı. Her iki olayda da yurtdışında yaşayan bir İngiliz -yanık tenli- bir adam söz konusuydu. Daha başka şeyler de vardı tabii. Böylece bu bulgular ışığında sonunda cesaretimi toplayarak atağa geçtim. Scotland Yard’a gidip Mill House cinayetiyle ilgilenen sorumluyla görüşmek istediğimi söyledim.
Bu isteğimin anlaşılması oldukça uzun sürdü, yanlışlıkla kayıp şemsiyeler kısmına başvurmuştum. Neyse, sonuçta güçlükle de olsa derdimi anlatarak küçük bir odaya alındım ve detektif Meadows’la tanıştırıldım.
Meadows ufak tefek, kızılımsı sarı renkte saçları olan biriydi. Bence hali, tavrı bir şekilde insanı tedirgin ediyordu. Sıradan giysilerin içinde köşesinde sinip oturan tipik bir memurdu.
Gergin bir havada, “Günaydın,” dedim.
“Günaydın, oturmaz mısınız? Sanırım bize anlatacak işe yarar bir şeyleriniz varmış?” dedi.
Ses tonundan böyle bir şeyin olamayacağına inandığı anlaşılıyordu. Sinirlerimin iyice gerildiğini hissediyordum.
“Herhalde metroda öldürülen adamı anımsıyorsunuzdur,” dedim. “Hani şu cebinden Marlow’daki evin adresi çıkan adamı.”
“Ah,” dedi. “Siz soruşturma sırasında ifade veren Miss Beddingfeld’siniz. Evet, gerçekten de adamın cebinden de aynı adres çıkmıştı. Ama ev kiralık olduğuna göre aynı adres daha birçok kişide de bulunabilirdi… öldürülme nedeni bu olamaz.”
Kendimi tutmakta zorlanıyordum.
“Bu adamın cebinde bilet bulunmaması dikkatinizi çekmedi mi?”
“Biletini düşürmüş olabilir. Bu son derece olağan bir şey. Birçok kez benim de başıma geldi.”
“Ya cebinde hiç parasının olmaması?”
“Pantolonunun cebinde biraz bozuk para vardı.”
“Ama cüzdanı yoktu.”
“Bazı erkekler cüzdan ya da not defteri taşımazlar.”
Konuya başka bir yönden yaklaşmaya çalıştım.
“Peki, sizce doktorun ortaya çıkmaması tuhaf değil mi?”
“Doktorlar yoğun insanlar, birçoğu gazete okumaya bile fırsat bulamıyor. Ayrıca kaza tamamen aklından çıkmış da olabilir. Unutmuştur.”
Sevimli bir ses tonuyla, “Hiçbir şeyi tuhaf görmemeye kararlı gibisiniz, müfettiş,” dedim.
“Şey, bence siz de her şeyde bir tuhaflık arar gibisiniz, Miss Beddingfeld, sanki bundan zevk alıyorsunuz. Genç hanımlar romantik olurlar, bunubiliyorum. Maceradan hoşlanırlar. Ama ben çok yoğun biri olarak…”
Neyi ima ettiğini anlayarak ayağa kalktım.
O sırada köşede sessiz sedasız oturan başka bir adam söze karıştı:
“Belki de bu genç bayan, bize kısaca bu konuya ilişkin görüşlerini belirtmek istiyordur.” Dedektif bu adamdan etkilenmişe benziyordu.
“Haydi, gelin Miss Beddingfeld,” dedi. “Hemen alınmayın. Soru sordunuz ve cevabını aldınız. Evet, şimdi de siz, bize kafanızdakileri anlatın.”
İncinen gururum ile anlatmak istediğim varsayımlarım arasında bocalıyordum. İncinen gururuma aldırmamaya karar verdim.
“Yapılan soruşturmada bunun intihar olmadığından kesin olarak emin olduğunuzu söylemiştiniz, değil mi?” diye sordu.
“Evet, bundan eminim,” dedim. “Adam korkmuştu. Onu korkutan neydi? Bu ben değildim. Belki de istasyonda, arkamda bize doğru gelen biri vardı, tanıdığı biri.”
“Siz kimseyi görmediniz mi?”
“Hayır,” dedim. “Başımı çevirmedim. Sonra adamı rayların üzerinden yukarı çıkardıkları anda birisi beni iterek ileri atıldı ve doktor olduğunu söyledi.”
“Ama bunda şaşılacak bir şey yok ki.”
“O adam doktor değildi.”
“Bunu nasıl anladınız Miss Beddingfeld?”
“Tam olarak söylemek güç. Savaş sırasında hastanede çalıştım ve doktorların hastaları nasıl muayene ettiklerini bilirim. O adam mesleki duyarlılıktan uzaktı. Ayrıca hiçbir doktor kalbi vücudun sağ tarafında aramak gafletine düşmez.”
“O öyle mi yaptı?”
“Evet, o anda ben de bunu fark etmemiştim. Ama tuhaf bir şeyler olduğunu hissetmiştim. Eve dönünce gördüklerimi canlandırdım ve orada bana neyin tuhaf göründüğünü anladım.”
Müfettiş, “Hım,” dedi. Yavaşça kalem kâğıdına uzandı.
“Ellerini adamın vücudunun üst kısmında dolaştırırken daha çok ceplerini araştırıyor gibiydi. Bu arada istediğini de alma fırsatı bulmuştur.”
“Bu bana pek olası gibi gelmiyor ama…” diyen müfettiş iç çekerek ekledi. “Bana adamı tanımlayabilir misiniz?”
“Uzun boylu ve geniş omuzluydu. Siyah bir palto, siyah bot ve bir de kasket giymişti. Siyah sakallıydı. Altın rengi metal çerçeveli gözlüğü vardı.”
Müfettiş, “Sakalı, paltoyu ve gözlükleri çıkarırsak onu tanımlayacak pek bir özellik kalmıyor,” diye homurdandı. “Eğer isterse görünüşünü beş dakika içinde değiştirebilirdi ki, eğer sizin dediğiniz gibi şüpheli biriyse bunu yapmış olması mümkün.”
Ben bunu hiç düşünmemiştim. Ama o andan itibaren müfettişe daha fazla bir şey söylemenin anlamı olmayacağını düşünerek ayağa kalktım.
Gitmeye yeltendiğimi görünce, “Söyleyeceklerinizin hepsi bu kadar mı?” diye sordu.
“Evet,” dedim. Ancak son bir darbe fırsatını kullanmadan edemeyecektim. “Kafa biçimi tipik brakisefaldi.(,) Bunu gizlemesi pek o kadar da kolay değil.”
Mutlulukla Müfettiş Meadows’un bocalamasını izledim. Brakisefalin nasıl yazılacağını bilmediği belliydi.
(*) Kafatasının ön alt eksenine göre kısa (kimse), kısa kafalı.