AH AVRUPA!-Hans Magnus Enzensberger

İSVEÇ SONBAHARI

Seçim Partisi

“Kimi seçersek seçelim, sonuçlar ne olursa olsun: Hepimiz sosyal demokratız,” diyordu eskimiş tüvit ceketli adam, kırmızı şarap dolu bardağını şerefime kaldırırken.
Onun bu gözlemi beni şaşırtmadı, çünkü davetli olduğum bu seçim partisi işçi hareketinin ünlü ideologlarından birinin Vasastadt’daki evinde veriliyordu, asansör yoktu ve üç kat çıkılıyordu. Olof Palme’nin seçim başarısını kutlamak için tamamen kendi aralarında olma isteğindeydiler, bana öyle geldi. Yıl 1982 idi ve Palme başarısının doruk noktasına erişmişti; oysa dört yıl sonra bu başarı çok acıklı bir biçimde noktalandı.
Ev özentisiz ve alçakgönüllü bir biçimde döşenmişti, biraz ihmal edilmişe benziyordu; oradan buradan toplanmış sandalyeler, duvarlarda eski afişler, tahta raflarda kitaplar. Tüm eşyalarda belirli bir Ikea ruhu. Bizde, Frankfurt ya da Berlin’de genç öğretmen çiftler, radyo oyunu yazarları ve sayısı gittikçe azalan, doktora bursu alma başarısını göstermiş sanat tarihçileri böyle evlerde oturur.
Bu tip evlerde para, prestij, kariyer kokusu yoktur; içim rahat koltuğa yaslandım; ilk seçim sonuçlarını beklerken mukavva tabaktaki füme eti yemeye koyuldum. Federal Almanya’da bir fikir işçisi bu tarz rahat köşelerde, iktidarın oldukça uzağında yaşamaya alışkındır zaten.
Fakat tam bu sırada, koridordaki doğaçlama barın yanında yardımsever bir ruh beni aydınlatmaya başladı. Tüvit ceketli adamın, yerel öğretmenler sendikası sekreteri değil de, ülkenin en tutucu gazetesinde başmakaleler yazan ve kendisinden kaçınılan bir gazeteci; mutfaktan peynir alan oldukça şık giyimli adamın Stockholm’ün en parlak mimarlarından biri olduğu; spor ayakkabılı somurtkan kadının Sosyal Bakanlığın yüksek mevkilerinden birinde yıllarca bulunduğu; şakakları kırlaşmış resim öğretmeni gibi görünenin resim öğretmeni değil, eski bir büyükelçi olduğu; kendisiyle kimsenin ilgilenmediği, bütün gece fotoğraf çeken fotoğraf makinalı bayanınsa, olağan bir foto muhabiri ya da ev sahibinin teyzesi değil, İsveç Kraliyet ailesinin en zengin varislerinden biri olduğu ortaya çıktı.
Bilmeden, her deneyimli sosyologun hiç çekinmeden ülkenin güçlü azınlığı diye adlandıracağı bir toplulukta bulmuştum kendimi; oysa orada bulunanların hiçbiri bu güçlü azınlıktan olma izleri taşımıyordu. “Güçlü azınlık” terimi ne kadar da berbat; dünyanın hiçbir yerinde, ne Tiran’da ne de Pnom Penh’de bu terim Stockholm’daki kadar uygunsuz düşmez.
Bir köşede küçük bir televizyon var. Spikerin sesi duyulmuyor, konuklar hararetle sohbete dalmışlar, arada bir göz ucuyla ilk seçim sonuçlarına bakıyorlar. Gerilim, heyecan, “seçim ateşi” gibi duyguların izi bile yok. Zaten daha seçim öncesi günlerde de, İsveçliler’in akıl almaz rahatlığı, seçim kampanyasındaki soğukkanlılıkları, konuşmacıların heyecansız davranışları dikkatimi çekmişti. Birçok demokratik ülkede seçim günleri, parti politikasının renksiz alışılagelmişliğinin açık bir tiyatroya dönüştüğü günlerdir. Seçim göstermelik bir kampanya, bir karnaval, arınma ibadetidir — bir çeşit söylev, futbol turnuvası, birikmiş saldırı duygularının ve üstü bastırılmış ihtirasların ortaya döküldüğü bir maç, gündelik politik yaşam saptırmalarının, başarısızlıklarının, düş kırıklıklarının bir supabıdır. Özellikle de halklar geleceklerinin söz konusu olduğunu sandıkları zaman, seçim kampanyaları yıkıcı bir kavgaya, ulusal bir boğuşmaya dönüşür; bu boğuşmada başka zamanlarda yasak olan bir duruma izin vardır: açık rekabete, acımasız netleşmeye, nefrete, mutsuzluk ve düşmanlık duygularının ortaya dökülmesine.
İsveçliler’in de kızacakları bazı şeyler var; kimse aksini savunamaz. Devlet bütçesinin, 78 milyar kronluk bir açık gösterdiği duyuruluyor, oysa gazete okuyan her İsveçli 38 000 kronluk bir borcu olduğunun bilincinde, bu da devlet için toplam 300 milyar ediyor; işsizliğe gelince, resmi istatistik işsiz sayısını 170 000 olarak gösteriyor, ama herkes bunun bebek hesabı olduğunu, asıl sayının 500 000 civarında seyrettiğini biliyor. Bütün bunlar yetmezmiş gibi sendikalar tam seçim sırasında dev bir projeyi siyasal sahneye getirdiler: ütopik bir fil (diyor bazıları), King-Kong ekonomisi (diyor diğerleri), yani ünlü işçi fonları. Batı blokunun herhangi bir ülkesinde ideolojik iç savaş yaratacak güçte bir kavga konusu. Eğer bu öneriyi yanlış anlamamışsam (ki herhalde öneride ileri sürülenleri birbirine karıştıran tek kişi de olmayacağım) istenen, şu basit ve yalın sonuca varıyor: Sendikacılar kendilerini asmak istedikleri halatın parasını kapitalistlerden almak istiyorlar. Doğaldır ki, İsveç gibi düzenli bir ülkede hiç kimse konuyu böyle kaba olarak ortaya koymuyor. Belki de bu derece ciddi bir istek değildir anlatılmak istenen, belki de bu düşünce sadece bir deneme tahtasıdır, belki şu ya da bu solcu ortalığı biraz hareketlendirmek istemiştir ve birkaç gaddar seçim afişi, birkaç dikkatli röportaj, birkaç araştırma komisyonundan sonra, plan rafa kaldırılır. Olof Palme ile tenis oynayan ya da yaz gezileri yapan konuklardan bazıları bana geleceğin başbakanının bu düşünceden hiç de o kadar hazetmediğini, konuyu sadece bir ya da birkaç sendika baronunu memnun etmek için ele aldığını anlatıyor…
Olabilir. Konu üzerine daha fazla düşündükçe bu tip açıklamaların bahane olduğu kanısına varıyorum. Bu ülkede tüm politik açıklamalara eşlik eden harmoninin çıkarttığı alçak org sesinin başka, hem de çok güçlü nedenleri olmalı.
Aydın bir kişi, bir bilmeceyle karşılaştığında çoğu kez aklına bir kavram gelir. Bu defaki çaresizliğim içinde yardımıma koşan yaşlı Gramsci oldu. Gramsci’nin teorik yazılarında hegemonya kavramı önemli bir rol oynar. Bana öyle geliyor ki İsveç’te Sosyal Demokrat Parti, diğer partilerle aynı düzlemde bir parti olmaktan çok uzak. Baskıcı bir rol oynuyor, yani bütün oyuncuların siyasal açıdan hayatta kalabilmeleri için gereken oyunun kurallarını o koyuyor.
Seçimden bir gece önce Kraliyet meclisinde üyesi bulunan tüm partilerin yöneticileri bir televizyon programında tartışmaya katılıyorlar. Bu tartışma o derece terbiyeli, düzgün ve ölçülü geçiyor ki —zaten başka türlüsü de beklenemez— seyircinin bir kısmının uykusu bile geliyor. İlk andan itibaren reislerin reisinin kim olduğunu anlıyor insan; hiç de görevde olan başbakan değil, biçim açısından bakıldığında muhalefette bulunan partinin başkanı. Olof Palme sanki ev sahibi, reis, şampiyon; bu rolü de kişisel karizması ve konuşma yeteneğiyle oynamıyor. (Ülke liderliği için gereken doğuştan gelme ağırlık onda yoktu, kişiler üzerinde saygı ya da çekinme oluşturabilmek için fazla aydın, fazla hareketli, fazla burjuvaydı.) Yani duruma egemen olması sadece mevkiinin ona verdiği güçten kaynaklanıyordu. Son sözü o söyledi, çünkü iktidarda olup olmamaya bağlı olmaksızın İsveç toplumunu ideolojik, ahlâki ve siyasal açıdan yöneten grubun temsilcisiydi.

Bu güç o derece büyüktü ki, karşıtlarının her türlü davranışını belirliyordu. Bu güce karşı muhalefet yapan, muhalifliği için bir çeşit özür diliyordu, çoğu kez de eğlendirici biçimde özür diliyordu, farkına bile varmadan. Öteki partilerin adlarından başlıyordu bir kere bu iş. Tutucular sanki tutucu olduklarından utanç duyarcasına kendilerine “Ilımlı Birleştirme Partisi” diyorlar, Liberaller herhalde liberalliklerini kuşkulu buluyor olmalılar ki kendilerine folklorik bir lakap bulmuşlar: Eski Köylü Partisi; hiçbir anlama gelmeyecek derecede tarafsız bir adın arkasına sığınmışlar.
Siyasal gücün banka kasalarında yerleşmiş olduğuna inanmak, kaba Marksizm’e dayanan eski bir hatadır. İnsanların kafalarından neyin geçtiği, hangi yazılmamış kanunlara inandıkları, hangi dili konuştukları da aynı derecede ağırlıklı sanılır. İsveç burjuvazisinin kendi dili kalmamıştır, kendi öz bilinci ve siyasal kültürü de yoktur. Borgerskapet sözcüğü bile şaibeli, daha çok savunmaya dayalı bir çağrışım yapar. Bu yüzden “burjuva hükümetlerinin”, 1976’dan beri başka bir etiket altında ve küçük bazı farklarla sosyal demokrat politikayı sürdürmekten başka bir şey yapmamalarına şaşmamak gerekir: Vergi yükümlülüğünü artırdılar, kamu harcamalarını çoğalttılar ve devlet payını yükselttiler.
Böyle bir toplumda zenginlerin neşesinin pek yerinde olduğu söylenemez. Evet, yalnız vergiler olsa iyi! Dürüst vatandaşlar olarak gönülsüz de olsa vergileri zamanında ödemek istiyorlar. Onları üzen, bu ağır kaderlerinin yarattığı duruma kimsenin anlayışla bakmaması. Kapılarını özür dileyen bir tavırla açıyorlar. Sadece bir rastlantı sonucu, neredeyse kazara bu paraya sahip oldular, bu villayı satın aldılar. Zaten zenginliklerinde de ısrarlı değiller. Tam tersine, yük oluyor bu onlara, dikkati çekiyor, yanlış anlaşılmalara neden oluyor. Herkes onları kendini beğenmiş ya da spekülatör zannedebilir, bu da son derece üzücü bir durum. Yani tek kelimeyle kendilerini fazlalık, küçümsenen, dışarda bırakılan kişiler olarak görüyorlar; çekingen bir protesto girişiminde bulunduklarında ise, bu protesto son derece çaresiz ve cılız kalıyor. (Seçim günü Grand Hotel Saltsjöbaden’in önünde duran gece mavisi Jaguar marka arabanın ön camındaki çıkartmayı her zaman gülerek anımsayacağım, üzerinde “Halk işçi fonlarına karşı,” yazılıydı.)
Bu arada konukların sayısı azalmıştı. Ekrandaki oy yüzdelerini gösteren tablolara kimse bakmıyordu. En önemli kişiler —ki bir yabancı onları hiç dikkat çekmemelerinden anlıyordu— seçim zaferi belli olur olmaz herhalde parti merkezine gitmişlerdi, orada ilk görev dağıtımı yapılmaktaydı. Geriye kalanlar tatlı yemekle meşguldüler, nefis dağ çileği dondurması kâğıt çanaklara konmuş kaşıklanmaktaydı ki gecenin galibi ekranda göründü. Söylediği şeyler artık beni şaşırtmıyordu. Alçakgönüllülükle rakibine “elini uzattı”, karşıtlıkların artık son bulması gerektiğinde onları babacan bir tavırla uyardı, uyruklarına onların görüşlerini dikkate almalarını önerdi, kendini şaşırmış tüm koyunlara, gerçek iyi çoban olarak, bağışlama ve barışma önerdi: Ülke sosyal demokrat hegemonyanın yumuşak pırıltısı içinde işe koyulmaya hazırdı.
Bense elime bir kadeh şarap alıp, son konuklar paltolarının düğmelerini iliklerken, derin düşüncelere daldım. Herhalde çok uzun kalmıştım. O geceyi düşündükçe bu kuzey ülkesi bana gittikçe egzotik ve olağanüstü geliyor. Seçim kampanyası sırasında duyduklarım bana, aklın ve mantığın, dayanışma ve anlayışın ülkesinde olduğumu gösteriyordu. Soylu bir yarışma seyretmiştim; bu yarışmaya katılanlar yarışma boyunca sadece işsizlere ve sakatlara, emeklilere ve az gelirlilere nasıl yardım edebilecekleri üzerine kafa yormuşlardı. Burada kimse kendi çıkarını düşünmüyora benziyordu. Öteki toplumlarda yaygın olan basit, çıkarcı davranışlardan söz eden kimse yoktu. Kendi ülkemi, yani Federal Alman Cumhuriyetini düşündüğümde, içimde çirkin bir duygu belirdi: kıskançlık. Kendi vatandaşlarımı egoist ve toplumdışı insanlar sürüsü olarak gördüm, kendilerini savurganlık, kendini beğenme ve saldırganlık gibi duygulara bırakmışlardı.
Görünen oydu ki, bu siyasal kültürün gerçek mirasçıları, yani sosyal demokratlar, bambaşka rejimlerin, teokrat rejimlerden bolşevik rejimlere kadar hiçbirinin başaramayacağı bir projeyi başarmışlardı: insanın uysallaştırılmasını. Başkentin tenha sokaklarından otelime dönerken bu mucizeyi nasıl gerçekleştirdiklerini sordum kendi kendime.
Tekellerin ışıklı reklamlarını, vitrinlerdeki mal bolluğunu, polisleri ve sarhoşları gördüm. Kapitalizmin ortasında bu denli dirlik düzenlik, bu denli dayanışma, bu denli özveri ha? Östermalm’ın yeşillenmiş bakır kuleli, tuğla, granit ve malta taşından yapılma binalarının, İsveç burjuvazisinin bu taşlaşmış anıtlarının önünden geçerken —açıklayayım mı?— birden soğuk bir kuşku sardı içimi. Bu barışın karşılığının ne olduğunu, bu değişik eğitimin siyasal bedelinin ne olduğunu sormaya başladım kendi kendime; her yerde bastırılmış olanla onun dönüşümünün kokusunu sezmeye başladım, her yere egemen olan, yumuşak, acımasız eğitimin kokusunu almaya başladım.
Nybroplan’a ulaştığımda ufak bir depresyon geçiriyordum nerdeyse. O sırada aklıma birkaç gün önce, birkaç adım ötedeki çirkin, modern iş merkezinde rastladığım adam geldi: bir yeni türedi, bir nouveau riche, bir selfmademan. İyi niyetli dostlar beni bu “çirkin İsveç”le karşılaşmaktan alıkoymak istemişlerdi. “Ne olacak onu tanıyacaksın da?” demişlerdi. “Bir spekülatör, bir köpekbalığı, bir tefeci o.”
Bu uyarılar bir işe yaramadı, tam tersine, bu çıban başını tanımak için yanıp tutuşmaya başladım; kömür satıcısıyken büyük bir şirketin yöneticiliğine kadar yükselmiş olan bu adamı. Rahat, ama küçük burjuva zevkine göre döşenmiş bir büroda karşıladı beni, duvarlara yepyeni resimler asılmıştı. Masalımsı başarılarından bana söz ederken, gözlerinin çevresinde gülümsemekten ötürü meydana gelen kırışıklıkların sayısı artıyordu. Her türlü yapmacıktan uzaktı. Servetinden saygıyla, düşmanlarından bastırılmış bir kinle, gazetelerin kampanyalarından üzüntü duymadan söz ediyordu. Ayrılırken bana şirketinin gazetesini sundu. Gazetede on dört resim bulunuyordu. Bunların sekizinde kendi görülüyordu, çevresinde onu kutlayan devlet adamlarıyla, ona selam getiren diplomatlarla, ya da oldukça süslü ve ona gülümseyen sosyete hanımlarıyla. Saf kendini beğenmişliğini insan hoşgörüyle karşılıyordu. Sertti, zekiydi, biraz da bayağıydı; ama canlılığı ve cesareti konusunda kuşku duyulamazdı.
Bir orta Avrupalı’nın, bu adamın ülkesinde ahlaken ve entelektüel olarak ayakta kalabilmek için göstermek zorunda kaldığı inadı anlaması biraz zordur. Belki bu kötü İsveçli’nin hoşuma gitmesinin nedeni de budur. Görüşleri beni ilgilendirmiyor, başarılarına hayranlık duymuyorum. Ama onun varoluşu, üstü kapatılmak istenen bir gerçeği anlatıyor gibi geliyor bana. Sanıyorum vatandaşları onun hem milyonlarına kızıyorlar, hem de daha çok, gerçekleri dile getirmekle gösterdiği utanmaz açık kalpliliğine. Her türlü özenin ve eğitimin, ne kadar çok insanı kapsarsa kapsasın, ulaşamadığı kişiler vardır. Neden bilmiyorum ama, içimi rahatlatan bir saptama bu.
Kurumların Kılıfı

1982 yılı Eylül ayında, güzel bir sonbahar akşamı Fridhelmsplan’da, renkli giysiler giymiş birkaç düzineerkek ve kız öğrenci biraraya geldiler: Bildiğimiz gençlikti bu, kesinlikle bir motosikletliler çetesi değildi. Birkaç punk ve anarşist grubundan bir iki kişi temsilci olarak orada bulunuyordu. Metronun derinliklerinden durmadan yeni yeni insanlar geliyordu. Kimse nereden geldiklerini ve niyetlerinin ne olduğunu bilmiyordu. Leyhte ya da aleyhte gösteri yaptıkları bir şey yoktu. Sadece oradaydılar, karışık gruplar halinde dikiliyor ve sohbet ediyorlardı. Kalabalık aşağı yukarı bin kişiyi bulduğunda, sıraya girmeden, slogan almadan Râlambshovspark’a doğru yürümeye başladılar.
Yarım saat geçmeden polis zuhur etti, elli kişilik bir ekip, çevik ekip arabaları, coplar ve keskin burunlu köpeklerle birlikte. Bir anda bu sakin yürüyüş ürkütücü bir çatışmaya dönüştü. Çevik ekip gençleri birbirinden ayırmaya kalkmıştı. Polis insanlara vuruyordu, köpekler kızgınlaşmıştı, bazı ufak yaralanmalar oldu, bazı elbiseler yırtıldı. Sonra ilk taşlar havada uçmaya başladı. Üç saat sonra, gece, park gene sessiz ve insansız kalmıştı.
Slockholmlular gençlere karşı girişilen ve kaba güce dayanan bu eylemin nedenini ancak ertesi sabah, gazeteleri aldıklarında anlayabildiler Bu neden birinci sınıf bir sosyal buluştu. Birkaç akıllı çocuk kamu telefon ağının ilginç bir teknik boşluk yarattığını bulmuşlardı: Kapanmış hatlardan birinin numarası çevrildiğinde, aynı şeyi yapan karşıdakiyle konuşulabiliyordu. Bu hatların numaraları Stockholm’daki okullarda derhal duyulmuş ve birden akıl almaz bir konuşma trafiği başlamıştı. Yeni bir iletişim doğmuştu: “sıcak hat”. Modern iletişim araçlarının daha akıllıca bir kullanımı düşünülemezdi. Stockholm kentinin bir kültür ödülü olup olmadığını bilmiyorum. Eğer varsa bu ödülü, “sıcak hat”ı bulan bilinmeyen kişi, Kraliyet sanatçılarından daha fazla hak etmiştir. Bugünkü gençliğin amaçsızlığı, güdü zayıflığı ve başıbozukluğu üzerine düşüncesiz demeçleriyle toplumun canını yıllardır sıkmayı bilen o yüksek maaşlı uzmanlar da kabullenmeli bunu.
Yönetim artık tepkinin başka bir biçimini yeğlemiş oysa. Bir köpek ordusu ne diye besleniyor ki? Polis, birkaç ağırbaşlı gazetede çıkan yazılarla hafiften azarlandı. Ama eleştirmenlerden hiçbiri, İsveç vatandaşlarının toplantı ve yürüyüş yapma özgürlüğünün çiğnendiğini açıkça gösteren müdahalenin bu yanının üzerinde durmadı; sorumlulardan hiçbirinin de herhangi bir şekilde hesap verdiğini sanmıyorum. Kendi deneyimlerime dayanarak bildiğim üzere, polisin vurdumduymazlığı asla İsveç’e has bir özellik değildir; bana iğrenç gelse de, bu olay sadece birkaç yırtılmış blucinle kalsaydı, kurumların düzen anlayışı üzerinde belki daha fazla durmak islemezdim. Fransız ya da Batı Alman polisinin uyguladığı terör (Doğu Almanlar’ı hiç anmasak daha iyi) öyle tehlikeli boyutlara ulaşmıştır ki, İsveçli meslektaşları onlarla asla yarışamaz.
Dikkatimi çeken şu: Bu saldırılarının gerisinde bambaşka bir anlam vardı. Râlambshovspark’ta söz konusu olan yasadışı ev işgalleri değildi; ne maskeli kafalar ne de molotof kokteylleri vardı; yalnızca eğlenmek isleyen birkaç yüz kadar insandı ortada olan.
Onların işledikleri suç şuydu: Bu amaca yönelik hizmet veren kurumu dikkate almamışlardı. Eğer gerekli yere başvurarak, amaçsız, güdüsüz ve başıbozuk gençliği örgütleme iznini almış olsalardı, polis copu falan yemezler, tam tersine onlara maddi yardım yapılırdı. Sosyal uzmanlar, yardımcılar, gösteri uzmanlarından meydana gelen bir güruh harekete geçer ve onların istedikleri biçimde sosyal bir iletişim sağlarlardı.
Bu tez, tam bir hafta sonra hemen gerçekleştirildi. Şişikler tam iyileşmek üzereydi, blucinler de yamanmıştı, gerekli makam “sıcak hat”ı kurumlaştırma önerisini yaptı.
“Anlamış bulunuyoruz ki,” diye başlıyordu bildiri, “gençliğin büyük bölümü ‘sıcak hat’a gereksinme duymaktadır. Grup konuşmaları için özel bir hat açacağız, bundan aynı anda beş kişi beş dakika olmak üzere yararlanabilir.” Devlet müdahalesinin mantığı tamamen ortada: önce dayak, sonra şeker. Gençliğin ortaya döktüğü sosyal fantezi, kendi kararlılıkları, hemen bir kıskaçla bastırılmalı: bir yandan baskıyla, öte yandan ise devletleştirmeyle. Stockholmlu birkaç yüz gencin kendilerinde hareket etme ve birbiriyle sohbet etme özgürlüğünü görmeleri, hem polislere hem de eğitimcilere dayanılmaz bir başına buyruktuk olarak gözüküyor.
Zamanla gençler de bunu anlıyorlar; hiç değilse içlerinden bazıları anlıyor. Gerekli makamlarla pazarlığa oturacak bir komite oluşturuyorlar; sosyal büro ve telefon idaresiyle de konuşuluyor. İşte o andan itibaren saldırgan köpekler kafeslerinde kalabilir. Ağıllarına geri dönen kuzulara artık yardım ve anlayış göstermekten başka bir şey yapılamaz.
Max Weber bu ağıla “kurumların kılıfı” adını vermiştir. Ne anlama geldiğini biliyoruz. Çağdaş endüstri toplumunda yaşayan kişiler olarak bizler bu durumu çoktan kavradık. Yaşamımızı görünen ve görünmeyen duvarlardan oluşan bir labirent içinde geçirmemiz gerektiğini ve toplumlarımızın büyüyüp karmaşıklaşmasıyla bürokrasinin de durdurulamayan biçimde büyüdüğünü anladık. Bu durumu eleştirmek bayağı hale geldi artık. Bu duruma karşı gösterdiğimiz tepki de çoğunlukla dilsiz ve boşuna; çünkü son derece soğuk, yarım gönüllü. Bizi sıkıştıran ve üzerimize yüklenen bürokrasi aynı zamanda bizi hafifleten, koruyan, karmaşıklığı azaltan, kendi yaşamımız üzerindeki tasarrufumuzu yaratan şeydir; tüm bu hakları bürokrasi canavarından geri isteme hakkımız da vardır. Genelde tüm bunları bir süre önce biz ona teslim etmiştik. Özgürlüğün getirdiği tehlike bize büyük görünüyor, gerçekten de artık bir tek kişinin taşıyabileceği durumdan çıktı özgürlük.
Bu ikilemde salt İsveç’e özgü bir yan göremiyorum. Buna rağmen İskandinav refah devletinde insan ve kurumlar arasındaki temel çatışmayı aynı biçimde düzleştirmek için belirlenen stratejilerin gerçek niteliklerini açıklayan teorik analizler yanlış. Her iki taraf da birbirlerinin karşısına, başka bir yerde asla düşünülemeyecek bir durum içinde çıkıyorlar; tarihi suçsuzluk durumu içinde.
İster “sıcak hat”, ister alkolizm, ister çocukların eğitimi, ister kent mimarisi ve sağlık ya da ücretlerin vergilendirilmesi olsun, İsveçliler her zaman kurumlarına karşı öylesine bir güven içindeler ki, sanki iyi olup olmadıkları asla tartışılamaz gibi. Bir İspanyol, bir İrlandalı, bir İtalyan ya da bir Fransız için bu davranış anlaşılır gibi değildir; bu ülkelerin vatandaşları için kuşku, bezginlik, güvensizlik ikinci bir huy haline gelmiştir; Almanlar bile, ki yönetim karşısındaki uslu tutumlarından söz edilir hep, birkaç yıldan bu yana İsveçliler’le karşılaştırılamayacak kadar değişmiştir.
Bu güvenin mutlaka birçok nedeni vardır. En önemli neden, kuşkusuz İsveçliler’i kıskanmamız gereken bir deney zenginliğinde yatmakta. Buradaki politik gücün sahipleri insan aklının alabileceği en eski zamanlardan bu yana dünyanın öteki bölgelerinde hâlâ sürmekte olan bir durumu çoktan unutmuşlar; yani silahlı insan avını. Bu yüzden İsveçliler, resmi makamların, onların yalnız iyiliğini istedikleri konusunda inançlılar.
İsveçliler bu kanılarında haklılar. Tüm kent merkezlerinde beton gökdelenleriyle yükselen ve her yeri işgal etmiş olan kurumlar, aslında yabancı ama hep iyilik isteyen bir gücü simgeliyor; işte onları karşı konulmaz yapan da bu hep iyilik isteme durumu.

Böylece orada kurumların, öteki toplumların tanımadığı ahlâki dokunulmazlığı ortaya çıkıyor. İyinin gücünü azaltmak, denetlemek, ona karşı koymak — bunu ancak kötü ruhlular düşünür. Bu güç de böylece karşıkonulmaz biçimde giderek büyür, gündelik yaşamın her türlü aralığına sızar, insan davranışlarını, özgür toplumlarda örneği olmayan bir biçimde nizama sokar.
Bu kurumsal aygıtlar böylece gelirlerin en büyük kısmını ele geçirmekle kalmaz, ayrıca vatandaşların ahlâki değerlerine de el koyarlar. Dayanışma ve eşitlik, koruma ve yardım, adalet ve ahlâkı düzenleyen onlardır — bunların hepsi basit kişilere bırakılamayacak kadar önemli şeylerdir.
İnsan dışı bir aklın, tüm yaşam belirtilerini egemenliği altına aldığı görülmektedir. İnce dallara ayrılmış olan yoğun ağı, en ücra sendika hücresinden en uzaktaki çiftliğe kadar uzanmıştır. Ortaya çıkan en tipik biçimi ämbetsverk’dir, bu terimin karşılığını bulmak güçtür. Bu idari devlet kurumunun kaç şubesi bulunduğunu İsveç’te kimse bir türlü söyleyemedi bana. Kraliyet meclisinden biri, 75 kadar olduğunu belirtti; devletler hukuku profesörü olan birisi ise 200 kadar dedi. Sorduğum kişilerin hepsi yalnız bir tek konuda hemfikirdiler: Tüm bu resmi merciler, nämnder, expeditioner, ämbeter, enheter, styrelser ve verk, başka bir ülkede düşünülemeyecek kadar geniş özerkliğe sahip. Üstlerindeki meclis denetimi son derece ürkekçe ve eğer yetkili bir bakan onların işlerine karışmaya kalkarsa haddini bildiriyorlar. Bana öyle geliyor ki, bu kendilerinden menkul hallerini aydınlanmacı mutlakiyet zamanından beri sürdürüyorlar. Dev gibi, marifetli, biraz eskimiş aygıtlara benziyorlar, bir çeşit tiyatro makinasına; zorla, ağır ağır çevirerek devlet işlerini döndürdükleri, o sırada da sahnede politikacıların göstermelik çarpışmalar sergiledikleri görülmekte sanki.
Parlamentonun hükmü altındaki memurlar, parlamentonun çok üstünde yer alıyorlarmış gibi. Aynı şey sendika merkezlerinin başındaki kişiler için de söylenebilir. Salt kendi kurumları adına değil, tüm toplum adına konuşur ve eyleme geçer gibiler. Açıklamalarında şu belirleyici cümleler durmadan tekrarlanıyor: “Burada toplumun müdahalesi gerekir.” “Toplum buna izin vermez.” “Bu yüzden toplum bununla ilgilenmeli.” Bu tip açıklamalar daha yakından incelendiğinde samhället sözcüğünün “benim temsil ettiğim kurum” sözcüğüyle eşdeğerli olduğu görülür.
İyi ruhlu çoban —sözü burada tekrar ona getirelim— hep en iyiyi istediği için, hep haklı olduğuna inanıyor. Herşeyin en iyisini bilir durumunda olmayı görev sayıyor. Ona karşı eleştiri yöneltilirse zaman zaman belirli yerlerde birazcık geriye çekiliyor, ama kafasının ardındakini hep koruyup, zamanı ve yeri geldiğinde düşüncesini gerçekleştirebiliyor. İyi ruhlu çobanın kesinlikle şaşmaz olmasından ileri gelmiyor bu durum, şaşmaz olan ideal totalitedir. Çoban bu tolaliteyi hep eksik olarak ve şimdilik temsil eder. İliklerine kadar işlemiş olan eğitimciliğiyle amacına, yani insanları daha iyiye doğru düzeltmeye, ancak kısmen ulaşacağını bilir; terbiye ettiği öğrencilerine karşı sabır göstermesi gerektiğini, hepsinin idrakli olmadığını bilir.
İyi ruhlu çoban hakkında bir hüküm vermek güçtür. Eylemlerinin çift anlamlı olmasından gelir bu. Öylesine bir hizmet, varoluşa öylesine bir destek sunar ki eşi benzeri yoktur; ama aynı zamanda “yumuşak bir terör” de uygular ki bu da beni çok korkutmaktadır. Oysa —en iyi niyetle düşünürsek— çocukları kaçırsa, gazetecileri tutuklasa ve gençliğin üzerine kızgın köpekler salsa, o zaman ona küfretmek kolay olur; halbuki bedava tekerlekli sandalyeler sunar, işyerinde kadınlara erkeklerle aynı hakkı verirse, alkış toplar. Belki de ona tarafsız olarak bakabilmek mümkün değildir. Belki de ya iyi çoban olunur, ya da olunmaz. Bu toplumsal figürün çoğalma hızını da insan ona göre ya memnuniyetle ya da korkuyla izleyecektir. Çünkü iyi ruhlu çoban bir kişi değil, kendisi bizzat bir kolektif ve tavşanlar gibi ürüyor. Başka hiçbir sosyal faktör böylesine üreyemez. Ve bu noktada, yani iş eninde sonunda kendi bedensel varoluşuna dayandığında, iyi çobanın da iyiliği son buluyor. İşte burada şakaya hiç tahammülü yok.
Bir süre önce görevli çocuk bakıcıları merkez örgütü, gelecekte artık çocuklarına kendileri bakma isteğini ortaya koyan İsveçli anne babalara şiddetle karşı çıkmış. Böyle bir müdahale demiş, iyi çobanlar, yalnız bakıcıların ekmeğiyle oynamakla kalmaz, aynı zamanda da karşılıklı dayanışmaya dayanan bir toplumun, insanın iyiliğini isteyen amaçlarına da ters düşer.
Bu derece ağırlıklı bir tanıtlamaya alıntılarla karşı gelmek düşünülemez. Gene de iyice anlamak istiyorum ve sözlüğü elime alıyorum. Şu açıklamayı buluyorum:
“Myndighet, myndig’ten üretilme. Kelimenin asıl anlamı ‘gücü olan’ demektir, germence mundô, ‘el’ sözcüğünden gelmekledir. Özellikle de ailedeki bağımsız kişilerin bağımlı kişiler üzerindeki gücünü kasteder: Anglosakson’ca, mund ‘el’, koruma, vesayet, vasi; geline ödenen başlık parası ve bu ödenti yüzünden ortaya çıkan vesayet. Bir diğer türetme de myndling, bir başkasının gücü altında olan. Formynder (vasi).”
Çok eski zamanlarda insanları bağımlılıktan kurtarmak solcuların isteklerinden biriydi. Birçok ülkede, korkarım İsveç’te de, devlete duyulan hayranlığın bir solcu inancı olmasını, kendi kendini yönetmenin ise burjuva dik kafalılığının belirtisi haline gelmesini aslında hiçbir zaman gerçekten anlayamadım.
Kimsenin Bilmediği Anayasa

Nefis bir sabah, hava açık, —Riddarsholmen’den bakıldığında başkentin altın gibi parıldayan kuleleri görünmekte— İsveç’in en yüksek yargıçlarından biri olan, hükümet müşaviri Gustav Petrén, Birger Jarl Torg’daki çalışma odasında oturmakta. Aslında oralardan geçmekte olan bir gezginin cahilane sorularına cevap vermekten başka yapacak bir yığın önemli işi olsa gerek. Özür dileyerek yerde yığılı dosyaları gösteriyor.
Söz, politik sistemin ana ilkelerine geldiğinde bu karışık saçlı, kalın kaşlı güçlü adam saate bakmayı unutuyor. Memurlara has yumuşak ses tonu yabancısı olduğu bir şey. Bir de son derece ender rastlanan bir şey ortaya çıkıyor: doğuştan hukukçu olan birinin kayıtsız şartsız bağlanmışlığı.
“Hukuk,” diyor, “İsveç’te yönetimin bir kolundan başka bir şey değildir. Yargıçlar, yönetimden gelir ve kendilerini mekanizmanın bir parçası sayarlar. Görevlerinin vatandaşı devletten korumak değil tam tersine devleti vatandaştan korumak olduğunu bilirler. Olağanüstü yasa denen bir yasayı anımsarsınız belki, yüksek mevkiili memurların dava edilmesini yasaklıyordu.” Duymuştum, bunu uyuklayan bir meclis çıkartmıştı, ama hemen ardından yeniden geri çekilmişti. “Evet, kraliyet meclisi işlerinin yoğunluğundan ötürü yorgun,” diyor Petrén. “En az altı parlamenter biliyorum ki, oy kullanmaları gereken taslakları anlamaktan acizler.”
Bu yargıcın gün ışığına çıkarttığı acı alay, onu tekdüze düşünmeye sürüklemiyor. Zekâsı çok diyalektik, çok hareketli. Son derece üretici bir tedirginlik onu harekete geçiren. Bir konudan diğerineatlıyor, buyandan bir güzelliği, sistemin faydalı bir yanını ortaya koyuyor (İsveç resmi makamlarının açıklık ilkesini övüyor ve Remiss yönteminin iyi yanlarını açıklıyor), sonra birden ona yanlış gelen yanlarını eleştiriyor. Hemen tarihten söz ediyor ve öteki ülkelerden örnekler ve benzetmeler getiriyor. Bazen bir nedenden söz ederken ciddi mi yoksa alaycı mı olduğunu anlayamıyorum. “Olağanüstü yasanın her zaman bir iyi yanı oldu,” diyor bir ara: “Bir yığın şikâyetçi yaşamlarını cehenneme çevirmeden beş bin kişi rahat rahat uyku uyuyabildi.” Ben iyi bir hukukçunun aynı zamanda iyi bir alaycı olmasının zor olmayacağını düşünmüşümdür hep. “Sistemimiz,” diye devam ediyor Bay Petrén, “çok eski temellere dayanmaktadır, Oxenstierna zamanlarına”. (Axel Graf Oxenstierna 1583-1654 yılları arasında yaşamış ve kraliçenin vasisi olarak sınırsız güce sahip olmuş bir başbakandı.) “Güç dağılımı bize yabancıdır. İsveç devlet düşüncesinde checks and balances söz konusu değildir, bizde önemli olan yönetimin partisiz de sürekliliğini korumasıdır. Bu yüzden biz hukuk devletinden çok kanun devletine sahibiz. Kendi hakları üzerinde çok ısrar eden kişi, şekilci biridir.”
“Ama Ombudsmann kurumu sonuçta bir İsveç buluşu,” diye karşı çıkıyorum.
“Bu konuyu kapatın,” diye sinirleniyor yargıç. “Ben de yıllarca hukuk Ombudsmann’ıydım; bugün gene olabilirim belki. Ama o göreve duyduğum ilgiyi kaybettim, çünkü bu görevi yapanların tüm güçleri 1976’da ellerinden alındı. O günden beri resmi daireler onun kararını yalanlayabilirler. Görevi göz boyamaktan ibaret olma tehlikesiyle karşı karşıya. Ben de buna katılmak istemedim.”
Sekreter yargıcın öğle yemeğini getirdi. Masasının üzerine konulan bu sade yemek, naylona sarılmış bir domatesli sandviçten ibaretti, bir bardak çayı bile çok görüyordu yargıç kendisine. Belki artık gitmem gerek diye düşünüyorum. Ama Bay Petrén eliyle gitmememi işaret ediyor. Öğle yemeğini unutuyor. Konunun tam içine girmiş durumda.
“İsveç’te son sözü söyleyen hep yürütme gücüdür. Meclisin rolü çok görecedir. Ämbetsverk’lerdeki ya da komisyonlardaki uzmanlar yasa tasarılarını hazırlar. Bakanların etkisi de oldukça azdır. Onlar yalnız kabinede birşeyler söyleme hakkına sahiptirler ki orada da son derece güçlü etkiye sahip kişi başbakandır. Kanun tasarısı böylece ilgili komisyona gider. Meclis neredeyse otomatik olarak bunu onaylar. Kendisinin bir taslak hazırladığı görülmemiştir.”
Bu güç dağılımının anayasanın öngördüğü kurallara uygun olup olmadığını soruyorum.
“Ah biliyor musunuz, İsveç’te kimse anayasayla ilgilenmez. Kimse onu bilmez. Bunun da tarihi nedenleri vardır. Bu yüzyılın yetmişli yıllarına kadar geçerli olan anayasa 1809’da tepeden inme olarak getirilmişti, çünkü devleti ele geçirme olayı yasallaştırılmak isteniyordu — bu olaya halk hiçbir biçimde katılmamıştı. İsveç kanunlarıyla hiç haşır neşir olmamıştı. Aslında parlamenter sistem İsveç’e gerçek anlamıyla 1969’da gelmiştir.
“Eski anayasada kral, merkeziyetçi bir konumdaydı. Politikacıların hoşuna gitmedi bu, böylece halka tüm egemenliği vermeye karar verdiler, tabii aynı anda ondan geri istemek üzere. Yeni anayasa taslağında vatandaş haklarının neler olduğa da unutulmuştu, sonra birkaç kişinin dikkatini çekti durum ve anayasaya kondu. Bu yeni anayasa da tıpkı eskisi gibi, egemen olana yani halka, anayasayı oylama olanağı tanınmadan kabul edildi. Bu da belki tipik bir durumdur.”
Teşekkür edip bu açık sözlü adamın yanından ayrıldım, tüm zekâsını bir yığın tozlu dosyayla uğraşmaya harcayacak diye de kendi kendime hayıflandım. O, yazıların üzerine eğilip domatesli ekmeğini yerken, kentin eski bölümündeki nefis lokantalar yakışıklı işadamlarıyla dolup taşıyordu. Bunlar nefis yemeklerle iyice doyduktan sonra öğleden sonra saat üç buçukla bond çantalarını kapatacaklar ve kredi kartlarını çıkartacaklardı.
Bu arada iki üç kitabevine girip İsveç anayasasını aradım. Bu isteği göstermekle karşımdakileri iyice şaşırtmıştım. Yardım edememenin üzüntüsünü vermiştim onlara. Sonunda bilgiden yoksun tüm yabancıların demir attıkları İsveç Enstitüsü geldi aklıma. Hoş bir bayan, depoda uzun süre aradıktan sonra istediğim metni uzattı bana, İsveççe ve İngilizce olarak, üstelik de bedava; bu metni incelemek için otelime döndüm.
Aslında anayasaları okumaya bayılırım. Konunun uzmanı değilim, çok amatörüm, ama burjuva toplumları çağının en hoş buluşuyla karşı karşıya olduğumuzun farkındayım. Katıksız Marksist arkadaşlarımın, anayasaları egemen sınıfın göz boyama tatbikatı, yalnızca anlamsız bir formalite olarak görmeleri bana hep budalaca gelmiştir. Solcuların sözümona “burjuva” hak ve özgürlüklerinden vazgeçmeleri her seferinde ve çoğunlukla da kanlı bir biçimde öç almıştır. İsveçliler’in temel haklarından söz eden hükümet biçimlerini içeren ilk iki maddeyi büyük bir zevkle okudum. Başka ülkelerin anayasalarında yer almayan bir niyet açıklaması bile bulunuyor burada:
“Devletin önemli görevlerinden biri de iş, ev ve eğitim hakkını korumak ve sosyal bakımı, sosyal güvenliği sağlamak ve iyi bir yaşam düzeni yaratmaktır.” Kuşkusuz bu madde, tıpkı açık bir mülkiyet garantisinin verilmemesi gibi, sosyal demokrat hegemonya dediğimiz şeyi açıklamaya yeterli.
Ayrıca Bay Gustav Petrén’in eleştirisinde haklı olduğunu da gördüm. İsveç anayasasının anayasa mahkemesi gibi bir kurum tanımaması da ağır geldi bana. Meclis ya da hükümet ya da herhangi bir makam anayasaya aykırı bir kanun, kararname ya da yönetmelik çıkartırsa ne olacaktı? Hiçbir şey olmayacaktı, çünkü madde II, paragraf 14 şöyle söylüyordu: “Bir mahkeme ya da başka bir kamu kurumu anayasanın öngördüğü düzenlemelere aykırı düşen bir kararnameyle karşılaşırsa, bu kararname uygulamaya konmaz. Bu kararname meclis ya da hükümet tarafından çıkartılmışsa, anayasaya aykırılığı ortaya çıkınca uygulamasından vazgeçilmelidir.” Bu düzenleme o derece garipti ki, kimse bugüne kadar böyle bir uygulama yapmayı düşünmemişti.
Bu “hükümet biçimi”nin (İsveç anayasasının resmi adı bu) diğer birçok bölümü de yanlışlıklar ve kötü ödünlerle dolu, örneğin monarşiyle ilgili bölüm. Tipik figüran muamelesi gören zavallı kral, başlıkta bile sıfatının unutulduğuna tanık oluyor, haklar verilmiyor kendisine, sadece bir yığın kısıtlama titizlikle sıralanıyor, sanki “devletin şefi” hem tutulmak hem de bırakılmak isteniyor. Aynı şey devlet kilisesi için de söz konusu, kilise anayasanın babaları tarafından ne kabullenilmek ne de yok edilmek isteniyor, bu yüzden “geçiş maddeleri” adlı bölümde ancak bir dipnot olarak yer alıyor din. Metin genel olarak can sıkıcı bir görev denemesi etkisi yaratıyor. Bu dili kafa göz yararak konuşan bir yabancı bile, metnin ne sevimsiz olduğunu anlamakta güçlük çekmiyor; hele eski İsveç kral yeminleri ve kral vaatlerinin olağanüstü üslupları düşünüldüğünde. Aşağıda sıralayacağım şekildeki anlatımları halk benimsemiyorsa kabahat kimde:
“Meclis basın özgürlüğü ile ilgili temel kanunları çıkartmadan önce yasakoyucu komisyonun raporunu almak zorundadır, kamusal belgelerle ilgili haklar üzerine olan kanunu dikkate almak zorundadır, 2. madde çerçevesindeki kanunlar, paragraf 1, paragraf 17-19 ya da 20, madde 2, ya da mahalli idareler tarafından vergilendirme kanunları, paragraf 2 ya da 3 içerikli kanunlar ya da 11. madde çerçevesindeki kanunlar; tüm bu kanunlar, kişiler için ya da genel açıdan bakıldığında anlam taşıyorlarsa kanunları

kanunlar; tüm bu kanunlar, kişiler için ya da genel açıdan bakıldığında anlam taşıyorlarsa kanunları çıkartabilirler. Bu hüküm, sorunun yapısı açısından önemsiz ise, ya da kanun önerisinin ele alınmasını ortaya büyük rahatsızlıklar çıkartacak şekilde geciktiriyorsa geçersiz sayılır.”
Bu cümleler İsveç kentlerinde rastlanan devasa mavi levhalar üzerine yazılmış sonu gelmek bilmeyen, anlaşılmaz saçmalıkları anımsatıyor; bu levhalar araba kullanan İsveçliler’in yolları ve meydanları kullanmalarını engellemekten başka bir işe yaramıyor. Park yasaklarını incelemek o kadar çok zaman alıyor ki, onları okumak ve anlamak isteyen birinin önce park yeri bulması gerekiyor. Mantık karmaşası çıkıyor ortaya, söz konusu karmaşadan bu müthiş edebiyatın yazarlarına 200 kron ödeyerek kurtulabiliyor insanlar.
Belki de İsveçliler’in bu ve benzeri karalamaları hafif bir gülümsemeyle geçiştirmeye hakları vardır. Belki de benim anayasayı öğrenmek için gösterdiğim ilgi tamamen Almanlar’a has bir saplantıdır, çünkü ben bir halkın acıklı tarihinden doğup gelmiş bir kişiyim ve kendini yönetenlerden bu yüzden vebadan korkar gibi korkarım. On dokuzuncu yüzyılın Anayasa mücadeleleri olmadan Alman demokrasisinden —such as it is— söz etmek mümkün olamazdı; ayrıca düşünülecek olursa, Federal Alman Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana Bonn’un temel yasası çerçevesinde dönen sert ve kızgın tartışmalar da, ancak 1848’deki yarım kalan devrimin tamamlanması olarak görüldüğü zaman anlaşılabilir.
İskandinavya’da bu tip şikâyetler söz konusu olmayabilir, insan kendi özgürlüğünü korurken bir kâğıt parçasına bağımlı olmayabilir. Okunması son derece güzel olan anayasalara Latin Amerika diktatörlüklerinde de rastlanıyor. Bilindiği gibi Stalin, Sovyetler Birliği’ni görülmemiş bir kitle terörüyle sarsmaya karar verdiğinde, yani 1936’da, Sovyet vatandaşları için akla gelebilecek tüm insan haklarını içeren bir anayasa yaptırdı. Anayasa hakkı ve anayasa gerçeği arasında uçurumlar olabilir. Bunu hem olumsuz hem de olumlu anlamda almalıyız. Bu yüzden pays légal’in sıkıntı verici niteliği neden bizi korkutsun ki, pays réel taze, özgür ve endişesiz yaşayıp gittiği sürece?
Kitapları bir kenara koyup pencereden gururlu kentin parlayan damlarına baktım, üzerlerine eğik ekim ışıkları vuruyordu. Masanın üzerinde küçük arşivimin gazete kupürleri hışırdıyordu, makaleler İsveç özgürlüğünün garipliklerine göz kamaştırıcı bir ışık tutuyordu. Eleştirmenlerin heyecanlı nutuklarını anımsadım ister istemez. Onların sataşmaları resmi dairelerin cesaretine, bürokrasinin bağnazlığına, iktidarın dar kafalılığına örnekler getiriyordu. Makaleleri okunuyor, birkaç gün tartışılıyordu, sonra rafa kaldırılıyordu.
Sesleri kulakları tırmalıyordu, hatta bana isterik bile geliyordu, ama bu onların azınlıkta olduğunu gösteriyordu. Verdikleri örnekler somutlaştıkça da haklı olduklarına daha çok inanıyordum. Tedirginliklerini kavramsal hale getirmeyi denediklerinde, söylemek istedikleri şeyler bana zayıf görünüyordu. Teorik yapı malzemelerini çok uzak toplumlardan almışlardı; kolektivizmden, korporatizmden, totalitarizmden söz ediyorlardı. Söylemek istedikleri şeyleri anlıyordum, ama ben sözünü ettikleri rejimlerin birkaçını tanıyordum, üstelik de bu ülkeleri yalnız kitaplardan bilmekle kalmıyordum, bu soyutlamalar orada gerçeğe dönüşmüştü.
Pencereden dışarıya bakıyorum ve Värmland’ın boşaltılmış yerleşim merkezlerini, Sergelstorg’da telefon kabinlerinde telleri kesen on dört yaşındaki çocukları, Södermalm’ın kayalık parklarında dolaşan deli ama hoş yaşlı hanımları düşünüyorum; gerçek İsveçli’nin gerçek yaşamının nasıl olduğunu tasarlamaya çabalıyorum; Mälaren karanlık bir manzara oluşturdukça, kendimi ne kadar zorlasam da Mussolini İtalyası’nı, ya da Honnecker Almanyası’nı çağrıştıran eleştirmenlere daha az inanmaya başlıyorum; bu değişik ülkenin sorunlarını düşünürken akıllarında o ülkeler var. Işığı yakıyorum ve en aklı başında, en ciddi, en önemli makaleleri bir kez daha gözden geçiriyorum; onların analizlerini böyle çıplak, böyle gölgesiz yapan şeyin ne olduğunu sanırım anlamaya başlıyorum. Bir şeyi unutuyorlar, o da geçmiş. Bu da onların soluklarının böyle kısa ve düz olmasına neden oluyor. Ben asla istenmeyen öğütlerde bulunacak adam olarak görmüyorum kendimi, sadece kendi kendime konuşuyorum, kafamdan geçen şeyleri söylüyorum. Örneğin diyorum ki: İsveç tarihini bilmeyen biri, günümüzün ortaya çıkarttığı bilmeceleri asla çözemeyecektir.
Kurt Duvarı

Stockholm’ün hemen hemen iki saat ötesinde, Uppland’ın kuzeyinde İsveç doğası hemen soyunur ve insansızlaşır. Ama bu görüntü aldatıcıdır. Burada kazı yapmaya başlayan biri, prehistorik yerleşimlere rastlar, terkedilmiş bir kilisenin temellerini bulur, biraz ötede de atılmış bir çekice rastlar. Sabırlı ve iyi bir haritaya sahip gezgin, bu tekdüze görünen, düz ormanlık bölgede başka şeyler de bulacaktır: ilk endüstriyel toplumun küçük bir mucizesini. Leufsta Bruk, bugün sessizce orada duran yerleşim merkezi, büyük otoyolların kenarında düşler görmektedir; ziyaretçiyi bugünden kopararak on sekizinci yüzyılın ütopik devlet yapısının bozulmamış bir görünümüyle karşı karşıya getirecektir: Merkezde çevresi parkla sarılı patron evinin görünümü büyük su deposuna yansımakta — doğa güçlerini insan aklı sayesinde yapay olarak hidrolik sisteme çeviren su; suyun diğer tarafında simetrik bir dizi halinde yöneticilerin, demircilerin ve yamakların evleri; yanında okul, eczane, doktorun evi; çanı tüm topluluğu çalışmaya çağıran tahta kule; Kuzey Avrupa’nın en güzel barok çanına sahip olan küçük, yalın ama aynı zamanda gösterişli kilise.
Bu olağanüstü yerin asıl varlık nedeni olan demir işçiliği doğal olarak artık yok olmuş, en son kalıntıları otuzlu yıllarda sökülmüş. Şatonun girilemeyen kütüphanesinde saklı eski gravürler izleyiciye burayı yapanların akıl almaz teknik enerjileri hakkında bilgi verebilir. Bugün bile, yapısal açıdan yoksul, az sayıda insanın yaşamış olduğu bu bölgenin üç yüz yıl önce dünyanın en büyük demir çelik ihracatını yapan yer olması mucize gibi gelir. Bu tip toplumların planlayıcı yapısında billurlaşan sosyal fantezi olmadan, bu teknolojik başarıyı anlamak mümkün değildir. Tesis orada oturan herkese, kendisi ve ailesi için ömür boyu iş ve ev sağlamış, eğitimi getirmiş, bakımı getirmiş, doktor ve yaşlılık bakımını gerçekleştirmiş; ayrıca kültürün sesi de, yani Johan Niclas Cahman’ın orgu —çeşit çeşit flütler, müzik araçları, insan sesi— hepsi, herkes için vardı orada. Bu ataerkil ütopyada, modern İsveç refah devletini farketmemek için insanın sağır ve kör olması gerekir.
Leufsta Bruk yabanıllık içinde bir ülke parçası, bir düzen, güven ve disiplin kalesi. Onu dış dünyadan yüksek bir duvar ayırıyor, içinde hayvansallığın kırılmaz güçleri pusuya yatmış. Bu duvarın yalnız sembolik bir anlamı değil, pratik bir amacı da vardı: Topluluğu kurtlara karşı korumak.
Västerâslı on yedi yaşındaki L. ülkesinin tarihiyle son derece ilgili. Tarihçi olmak istiyor. Liseyi bitirmesine iki yıl kala öğretmeni ona yaş tahtaya bastığını söylüyor. “Yaşanmış bitmiş şeylerle ne diye uğraşacaksın? Bunun bir anlamı olduğuna inanıyor musun? Gelecekle ilgilensen daha iyi edersin. Tarihhiç de doğru olmayan bir uğraş. Şu ders çizelgemize bir bak. Toplumbilim ve gene toplumbilim: işte düşüncemizi yoğunlaştırmamız gereken bu!”
Bo Wingren’in yazdığı Stockholm müze rehberi 49 kurumu içeriyor, Liljevalchs sanat müzesinden tütün müzesine, Millesgârden’den tıp tarihi müzesine kadar. İstenirse eski birahane araçları, eski el sanatları araçları, eski toplar, eski postacı borazanları, Çin bronzları, Strindberg’in yazı masası, gerçek elbise fırçaları, Kontes von Hallwyl’in sahte Breughels’leri, yirmili yıllardan kalma motosikletler ve egzotik kelebekler görülebilir. Eksik olan tek şey İsveç’in siyasal tarihini anlatan bir müze. İsveç gücünün 17. yüzyılda akıl almaz bir biçimde nasıl genişlediğini görebilmek umuduyla Narvavägen’deki Tarih Müzesi’ne giden biri, orada hayal kırıklığına uğrar. Siyasal olmak yerine etnografik ve kültür tarihiyle ilgili olan koleksiyonlar, sadece Vasa zamanına kadar gelir. Ondan sonra kimsenin ilgilenmediği izlenimini veren bir boşluk vardır.
İdeolojik itilme mi? Politik otosansür mü? İnsanın kendisi için yaratmayı tasarladığı görünüme uymayan bir geçmiş korkusu mu? Her ne halse, resmi izinli bellek, geçen yüzyılın yetmişli yıllarından öteye gitmiyora benziyor. Halk hareketinin, sendikaların ve sosyal demokrasinin sosyal tarihine çok önem veriliyor, filmlerde, okul kitaplarında, bilimsel monografilerde ve sergilerde, roman ve televizyon dizilerinde yaygınlaştırılıyor; bu anlatımlar içinde sık sık bir zafer edasına da rastlanmıyor değil, anlaşılır ama kendi kendine yaratılmış bir sloganla: Karanlıklardan ışığa.
İsveç entelektüelleri kendi halkının en büyük başarılarından gocunuyor, sanki başarıları yük görüyor izlenimini ediniyor insan. İsveç’in modern anlamda ulusal en eski devlet olduğunu savunan tarihçiler var. Marx’ın Manifesto’da sözünü ettiği “aklı kara feodal haydutlar” daha önce hiçbir yerde sıkı organize olmuş merkeziyetçi devletin yararına bu şekilde parçalanmamıştır. Yönetim konusunda bir dâhi olan Oxenstierna, Napolyon’dan iki yüz yıl önce valilik sistemini bulmuş, krallığın her bir bölgesine valiler yollamış ve onlara tüm yetkiyi vermiştir; bunlar kralın politikasını bölgenin çıkarlarına karşı bile olsa korumakla yükümlüydüler ve bu amaçla emirlerinde orduları bile vardı. Ayrıca o, ilk milli atlası yapmış ve dünyanın ilk merkez bankasını kurmuştur. Vesaire. Ülkenin bugünkü durumu açısından bütün bunların bir anlamı var mı, yok mu? Neden hiç kimse güya gereksiz olan “partiler kavgası”yla, hem kınanan hem de övülen “karmaşa” ile dolu “Özgürlük Devri” ile ilgilenmiyor? İsveçli okul çocuklarının İsveç’in büyük güç olduğu devir hakkında bilgi edinmelerinden çok, sosyal demokrasinin uluslararası dayanışması için Üçüncü Dünya ülkelerindeki baskı hakkında bilgi edinmeleri belki beğenilecek bir tutumdur, ama İsveç’in ne olduğu, neden böyle olduğu sorusu acaba Güney Afrika ırkçı rejimini ya da Orta Amerika’daki özgürlük hareketlerini inceleyerek öğrenilebilir mi? Sadece soruyorum, yoksa kötü niyetim yok.
“Kendi tarihini yok etmek belki de İsveç sosyal demokrasisinin yaptığı en büyük ideolojik hata,” demişti bir gün Norveçli bir tarihçi bana. “Bu kadar eski bir millet hangi mirasa konduğunu bilmeden, ne yaptığını nasıl bilebilir? Bu sistematik unutkanlık ilerde yaşayacağımız bir kriz anında intikamını alacak.”
Gävleborg Län’da yaşayan Hans Hagnell dünyanın en kuzeyinde bulunan bir şatoda oturuyor. Büyük salonlarda Gustav devri koltukların yanında ellili yılların mobilyaları da var. Çevrenin feodal havalı olması bu yaşlı madencinin canını sıkıyor. Eski ayakkabılarını ve yamalı pantolonlarını atmayarak bu durumu protesto etmeye çalışıyor. Buna karşılık porselen koleksiyonunu, birkaç milyon kron ettiğini duyar duymaz hemen bir müzeye devretmiş. Çok konuşkan olan bu ince beyaz saçlı adam veda etliğim sırada bana 18. yüzyıldan kalma bir paravanayı gösteriyor. Çok resimli olan bu paravananın bir kanadında dört maymun var; flüt çalan birinin müziği eşliğinde önde dans ediyorlar. Maymunlar kim? Flüt çalan kişi kim? Bölge yöneticisi bana bu resmi neden gösteriyor, acı gülüşünün anlamı ne?
Kraliyet meclisi milletvekillerinden B. seçimlerden üç gün sonra bana bir pusula gösteriyor. “İsveç halkının seçilmiş temsilcilerinden biri olduğumun tek ispatı işte bu kâğıt parçası,” diyor. Yazıya daha yakından bakıyorum. Bir bilgisayar tarafından yazılmış, vergi dairesi tarafından verilmiş, herhangi bir memur da imzalamış. “Gördüğünüz gibi bizde milletvekili olmak hiç de önemli bir şey değil,” diyor Bay B.
Şimdi şaşırma sırası inatçı orta Avrupalı olan bende. Bu olay teknokratik çirkinliği, iğrenç akılcılığıyla bana inanılmaz geliyor. “Eskiden,” diyor milletvekili, “bu gibi belgeler kral adına düzenlenirdi.”
Bir yabancı için İsveç’te başka bir kurumun değil de vergi dairesinin seçimlerden sorumlu olması anlaşılır bir şey değildir. Bu tip utanmaz, el koyucu istekler başka ülkelerde vatandaşlara yöneltilmiş olsa, ortalık ayağa kalkardı. Bay B.’nin elindeki bilgisayar notunun bende yarattığı bulantı İsveç vergileriyle ilgili değil. Benim skandal olarak nitelendirdiğim bu notta anlatım bulan bütün sembolik biçimlerin kaba küçümsenmesi.
Burada bürokrasi, parlamentoya açık olarak, onurunu bir şey sanmamasını söylüyor ve bizim gözümüzde yalnız bir tek kanun vardır diyor, ünlü “Jante kanunu”; Norveçli yazar Aksel Sandemose tarafından yapılan bu kanun şunu söylüyor: “Bir kimse olduğunu sanma sakın, bir kimsenin seni bir şey sandığını sanma sakın, bize söyleyecek bir şeyin olduğunu sanma sakın.”
Biçimin yıkılması, bu toplumun tarih bilincinin çökme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunun bir başka belirtisi. Sosyal demokrasinin egemen kültürü, onsuz politika yapılamayan sembolik uzantıyı unutmuş. Bu hata çok pahalıya mal olabilir.
Bay B.’ye gelince, kendisi tutucu partiden. Gene de militanlığından gelen sempatik çenebazlığıyla, söz konusu olan sorunun bir bölümüymüş etkisi yapıyor, sorunun bir kısmının çözümü gibi.
Värmland’daki Lesjöfors bugün 2000 insanın çalıştığı tipik bir Bruks tesisi. Akıl almaz modernleştirme çabalarına rağmen demir tesisleri kısmen eskimiş, ayrıca bu daldaki kriz yüzünden de epeyce sarsılmış. Tam bir yüzyıl boyunca ideal bir konumu olmuş: Yataklar kendi yöresinden gelmekte, ormanlar odun kömürünü vermekte, su da ucuz enerjiyi sağlamaktaydı; demiryolu ve büyük göller de satış yerlerine ulaşımı sağlıyordu. Tesiste atla dolaşma huyu olan “yaşlı Baron” zamanında işler yolunda gitmişti, Bruk da topluluğun gereksinimi olan herşeyle ilgileniyordu: ev inşaatları, kanalizasyon, elektrik, papaz, okul, eczane, su tesisatı, yolların aydınlatılması. Bruk herşeyi yapmaya hazırdı, hem işveren, hem sigorta, hem de yaşlılar yurduydu aynı zamanda, kimsenin eli boş kalmıyordu, ne koronun, ne spor derneğinin ne de nefesli sazlar orkestrasının.
Bugün bu geleneksel tesis iflasın eşiğinde. Tesisin sahibi olan aile tam tesisi elden çıkartmayı tasarladığı sırada, işçiler kendileri işletmeye karar vermişler. Ağır koşullardaki pazarlıklar sonucu 30-40 milyon kronluk sermaye eksikleri olduğu ortaya çıkmış.

Eylül sonu, henüz hükümet kurulmadan önce Sörmland’daki Brommersvik’e bir delegasyon gitti. Orada, bir sendika binasında sosyal demokratların üst kademeleri büyük bir gizlilik içinde toplandılar. Olof Palme’nin uzun yıllardan bu yana orada küçük bir apartman dairesi vardı.
Uzun süre iktidar olunduktan sonra bu delegasyonun bırakılmasına karar verilmiş. Kabine henüz kurulmamıştı. Sorumluların hiçbiri hükümet programını duruma özel bir kararla, tatbik edilemez bir kararla yükümlemek yanlısı değildi. Uzun tartışmalardan sonra Lesjöforslu insanların istekleri reddedildi. Kasvetli bir havada vedalaşıldı. Maliye bakanı Slockholm’a döndü.
Ama Värmlandlılar vazgeçmediler, iki yaşlı metal işçisi Palme’ye Yngaren kıyısında yürüyüş yapma isteklerini ilettiler. Akşam gri mavi renkleriyle çökerken gezintiden geri döndüklerinde, geleceğin başbakanı tek başına bir karar vermişti. Lesjöforslular 30 milyonu almalıydılar.
Belki bu öykü bir masaldır, belki de değildir, ama anlamı apaçık. İsveç Bruk’u zorluklarla karşı karşıya. Müdür kurtarılması gerekenleri kurtarmaya çalışıyor, tesisin duvarları önünde ise rekabet, borçlanma ve işsizlik kurtları ulumaya başlamış, yani kriz kurtları.
Kriz

Bir görüşü insan defalarca kez dinlerse hemen kuşku duymaya başlar ondan. İsveçliler uysallığa bayılırlar, konformisttirler dememek için, yumuşak başlıdırlar diyelim, ayrıca kendi kendilerine yetmeye karşı eğilimleri olduğu da söylenir, güvenliklerini herşeyin üzerinde tutarlar denir. Bu tip savlar durup dururken uydurulmaz, ama gene de bir dedikodu sağlamlığı yatar temelinde. Belki öyledir belki de değildir. Belki onları anlatan ve durmadan başkalarına yayan biri, değişim belirtilerinin farkına varmıyordur, geleceğin ince işaretlerinin de; belki de asıl kastedilenleri kaçırıyordur.
Bu sonbahar karşılaştığım İsveçliler’in büyük çoğunluğu uyumsuzdu. Er geç, çekingen ya da sert, üzülerek ya da öfkeyle büyük model hakkındaki kuşkularını dile getiriyorlardı; henüz yirmi yıl önce elle tutulur bir yakınlığa gelen, bu mevcut toplumlar içinde en iyi toplumu eleştiriyorlardı. Projenin hayranları da bir gecede yok olmuş değildi tabii ki. Özellikle sendika merkezlerinde ve sosyal demokrasinin yüksek kademelerinde birçok kişi, eskiden olduğu gibi hâlâ iyimserliklerini koruyorlar. “Elde ettiklerimizle övünebiliriz,” diyorlar, “daha da fazlasını elde edeceğiz.” İşlerin bu şekilde yürüyeceğinden eminler. İsveç toplumundaki gittikçe artan hastalığın farkındalar ve buna karşı kullandıkları ilacın miktarını artırıyorlar. Ekonomi söz konusu olduğunda bu daha fazla deficit spending anlamını taşıyor, devlet harcamalarının artırılması, sıkı kontroller, her ne pahasına olursa olursun büyüme. Önemli bir sendika ekonomisti olan Anna Hedborg gittikçe büyüyen işsizliği şu anlaşılır basit nedenlerle açıklıyor: “Bölgesel eşitsizlikler, eskimiş cinsiyet sorunları, eksik eğitim, bakımsız çocuk yuvaları ve kötü vergi ahlâkı.” Çözümü ise basit: daha çok bakım, daha çok merkezi vergilendirme, daha çok devlet. Endüstriyel zenginliğin, devlet refahının bir sınır tanıyıp tanımadığı sorusuna ise sadece bir Hayır’la cevap veriyor. Bu görüşü paylaşan yalnız o değil. Başbakanın bir danışmanı da bana İsveç’in gelecekte de Avrupa için örnek oluşturacağını garantiledi. Disiplin, doğruluk ve birliktelikle, gelecekte de büyük bir konjonktür bekleniyor, dedi. Sol ve sağ teknokratlar, her ne kadar yöntemde değilse de, bu inançta hemfikir.
Bu güvenleriyle azınlıkta kalmış olabilirler. Halkların ideolojilerden daha ileri olduğu görülmüştür, halkın duyarlılığı politikacıların onlara yutturmaya çalıştığı doktrinlerden daha zengin olabilir. İsveç krizi gelip geçici bir eritme sorunundan daha önemli bir şey olabilir, eskiden kalma reçetelerle iyileşecek ekonomik bir ara düşüş olmayabilir. Her yere yayılmış olan hizmet toplumu geçici güzel havalara benziyor olabilir ve bunların gizli politik ve ahlâki değerleri, şimdi, gidişatın ağırlaştığı bugünlerde ortaya çıkabilir.
Bunun bir göstergesi “politikacıları küçümseme” olarak ortaya çıkıyor. İyi niyetli birçok gözlemci bu durumu üzülerek karşılıyor. “İnsan güvenmek zorunda!” dedi bir siyasal bilgiler profesörü bana. Neden zorundaymış acaba?
Yalnız gençlerde değil second thought, dünün ve evvelsi günün zafer kazanmış kişilerinde bile açıklanması zor bir sıkıntı var. İsveçliler’in sevimli bir biçimde “gri sosyaller” dedikleri işçi hareketinin eski tüfekleri yalanın ne olduğunu bilmeyen kişiler. Tüm ülkenin onlara karşı gösterdiği güven hemen anlaşılıyor. Onların kuşkularını açıklamaları zor. Dikkatli bir biçimde ve vefa sınırları içinde dile getiriyorlar bunu.
Refah devletinin mimarlarından biri olan Per Nyström, Göteborg’da Tage Erlander’in sözlerini tekrarlıyor: “İnsanlar biz yerine onlar’dan söz etmeye başladıklarında işçi hareketi tehlikeye girmiş demektir.” Sendika yönetimlerindeki güç odaklaşmasını, resmi makamların cesaretini, merkezden uzaklaşmayı, etiket sahtekârlığını, yani taşradaki çok güçlenmiş bazı merkezi idarelerin etiketlerinin değiştirilmesini, sanki adres değişikliğiyle konu çözümlenebilirmiş gibi davranılmasını eleştiriyor.
Gavle’deki Landshövding Hans Hagnell ıslattığı işaret parmağını havaya kaldırıp: “Stockholm’deki politikacılar politikayı böyle yapıyorlar,” diyor. Memur sendikaları kendi hizmetini kendin yap mağazalarına dönüşmüş, resmi işsizlik istatistiği sadece kendini aldatmaya yönelikmiş. Kendi makamınıysa yörenin çıkarları için ve yöreyi merkezi hükümetin ağırlığı, dar kafalılığı ve cahilliğine karşı korumak için kullanıyormuş.
Politik vatanı dernekçilik olan yeni Kültür Bakanı Bengt Göransson İsveç’te tüm toplumsal gereksinimlerin devletleştirilmesi sonucu, kişinin kendi inisiyatifindeki çokrenkliliğin kaybolmasından şikâyetçi: “İnsanlar devleti sigorta şirketi gibi görmeye alıştılar. Vatandaş primini ödüyor, daha fazla ödedikçe daha fazla servis bekliyor karşılığında; daha pasif davranmaya başlıyor ve daha çok yalnızlığa itiliyor.”
Sosyal demokrasinin egemen kültüründen daha uzakta olan kişilerin eleştirileri ise daha radikal. Stockholmlu entelektüeller arasında akıl almaz tartışmalara tanık oldum, bunlar alay için değil ama gerçekten kendilerine “Özgür düşünceliler” diyorlar; kendilerini İsveç kavramını tersyüz etmeye hazır görmekle kalmıyor, bunu yapmak zorunda olduklarına inanıyorlar. Diğerleri ise, tıpkı genç John gibi, tamamen sırtlarını dönüp tutuculara oy veriyor; aslında onlara en ufak bir sempati duymuyor ama bağlı olduğu sendika bir takım inatçı mevzuatla mesleki eğitimini engellediği için oy veriyor onlara; tıpkı eski Endüstri Bakanı’nın kendisini parti politikasının yolunacak kişisi olarak görmek istemeyip bundan sonra şiir yazmayı daha uygun bulması gibi; tıpkı “sıcak hat’ı, resmi boş zaman programlarından daha önemli bulan çocuklar gibi; tıpkı yaşamında ilk kez “ekonomik suç” işleyen yaşlı kadın gibi — bu kadın izinsiz işçi olan duvar kâğıtçısını beğenip çalıştırmış, oysa vergi dairelerinin keyfine bakılacak olsaydı, son yıllarını karanlık ve kirli bir izbede geçirmesine göz yumulacaktı.İsveç basınının grand old men’lerinden biri olan Harald Wigforss, ki kendisine Göteborg’daki Royal Bachelors Club’da rastlanır, neşeli ve umursamaz bir biçimde bana şunları söyledi: “Bugün İsveç’in her yanında huzursuzluk görülüyor, resmi dairelere güven duyulmuyor, grass-root hareketi, vatandaş inisiyatifleri, kaçak işçilik, sendikalarda karşı koyma, partiden ayrılmalar — yani tek kelimeyle her yerde anarşinin soluğu hissediliyor.”
Burada olanlar hakkında kesin bir şey söylemek güç. Bazıları normalleşme oluyor diyor; İsveç diğer batılı endüstri ülkelerinin durumlarına yaklaşıyor, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana oynadığı özel rolü kaybediyor. Belki de söz konusu olan yeni, beklenmedik sonuçlara gebe moleküler bir öğrenim sürecidir. Her ne halse, bu çeşit bir yeraltı hareketini hemen ahlâki açıdan reddedenler çok kolay bir yol seçmiş oluyorlar; kendilerinin beğenmediği herşeye inanılmaz diye, egoizm, namus eksikliği ya da dayanışma azlığı diye bakanlar yanılıyor.
Bu küçümsemelerde ortaya çıkan ahlâki katılık, İsveç toplumunun karşı karşıya olduğu karmaşanın bizzat bir parçası. Dünya görüşü politikayı sadece iyi ile kötü arasındaki bir savaş olarak algılayan biri, şimdi içinde bulunulan sistem krizini kavrayamaz. Ebedi vasiler ise akılsız insanların aklını başına getirmek ve onları günaha girmekten korumak istiyorlar. Ama sorunu kaçırıyorlar. Her yeni nizamnameyle yeni delikler açıyor, öngörülemeyen bir tehlikeyi azaltacağını sandıkları her kontrol önlemiyle tehlikeyi artırıyor ve kurumların yapılarını daha fazla yoğunlaştırdıkça, onları içten ve dıştan gelecek bozulmalara daha yatkın kılıyorlar.
Gittikçe büyüyen yönetilememe durumu, merkezleri şaşırtıp tedirgin ediyor, yalnız İsveç’te değil tabii. Ama İsveç’te, Maniheizm’in özel, derin köklerinin olduğu bu ülkede, iyi niyete dayanma aldatmacası çok çabuk tutuluyor; iyi niyet yeterince iyi olmadığı zaman, bir sorun çıktığında herşeyi siyah-beyaz olarak görenler hemen pes ediyor.
İyi yürekli çoban, dünyanın iyi ve kötü niyetlerle idare edildiğine inanıyor. Hesaplılığa inanıyor, yani toplumsal olaylara egemen olunabileceğine. Ama belki de bu çılgın bir düşüncedir? Belki de iyi kalpli çoban münasebetsizin biridir? Belki de —teorik olarak söyleyecek olursak— insan evrimi çileci bir süreçtir?
Çok eski bir düşüncedir bu. Eski Yunanlılar bile biliyordu bunu. Trajik alay ve “görünmez el” düşüncesinde durmadan ortaya çıkmıştır bu düşünce. Marx bile, insanın haberi olmadan ve istekleri dışında, tarihi eğilimlerin gelişebileceğine inanıyordu.
Yani, bir ülkede yaşayan insanlar kendi kuramlarından uzaklaşıyorlar, ekonomilerinin gittikçe büyük bir bölümü “batıyor”, —kendi kendine yardım ve bakım işi gibi— yeni sosyal fanteziler ortaya çıkıyorsa o zaman insanların bozulan ahlâkından söz etmenin, istikrarsızlık ve kutuplaşmadan sızlanmanın anlamı yoktur. Tüm bunlar herşeyden önce yaşam işaretleridir. Kendi amaçlarını belirtmeseler bile, insanların öz-devinimlerinde de, herşeyden önce var olana yönelik bir eleştiri söz konusudur.
Tüm bu varsayımlarda bir gerçek payı varsa, İsveç’te yalnızca ekonomik krizin söz konusu olmadığını söyleyebiliriz. Böyle olsaydı hastalık teknik buluşlarla giderilebilirdi. Doğal olarak krizin sonucunun nereye varacağı belirsiz. Sonuç yalnız karamsar tablolardan ibaret değil, aynı zamanda bir şans kapısını da aralamakta. Belki de bir gün bu kriz sayesinde İsveç toplumunun, çoğu kez üzerine toprak atılmış olan en eski tabakası, yani demokrasi taşı ortaya çıkar.

İTALYAN TAŞKINLIKLARI

Büyü

Milano cehenneminde, katedralin altındaki metro istasyonunda, bu bitip tükenmek bilmeyen koridorları pas rengine boyanmış olan kitle taşımacılığı cehenneminde, Berlin’de bulunan, şimdiye kadar hiç duymadığım Uluslararası Yüksek Gizli İlimler Akademisi adlı eğitim yuvasının varlığını öğrendim.
Her renkte pijama ve don satan, pırıl pırıl aydınlık bir vitrinin hemen yanında, tozlanmış başka bir vitrin dikkatimi çekti. Bu vitrinde pembe renkli titrek bir neon ışığının altında şu nesneler durmaktaydı: Beyaz pleksiglas bir kafanın üzerine konmuş kırmızı bir şeytan kasketi… istendiğinde plastik köpükten hayvanlar doğuran siyah saplı alüminyum bir çaydanlık (90 000 liret)… bonbon rengi tüylerden meydana gelen hüzünlü bir buket çiçek… sayısız güvercin sihirbazlığı yapılabilecek gizemli bir kutu (100 000 liret)… bir kurukafa ve bir yığın 100 000 liretlik fantezi kâğıt para çıkartan “Banca d’Amore”, paraların üzerinde yetmişli yılların başlarındaki sosyoloji öğrencilerini andıran sakallı bir adamın resmi. Bu zengin eşya yığınının tepesinde asılı elle yazılmış levhada şöyle diyordu:
“Dikkat, İtalyan diplomaları devlet tarafından kabul edilmiyor. Uluslararası diploma almak isteyenler 059-68 5323 nolu telefona başvurmak zorunda. BÜYÜCÜ SİLVA, Berlin Uluslararası Yüksek Gizli İlimler Akademisi’nden aldığı yetkiyle gizli bilimler sanatının uzmanlarına ve amatörlerine diploma verir.”
Duraksadım. Büyücü Silva ile bir konuşma yapabilme umudu son derece çekici gelse de telefonun kod numarası bana garip geldi. 059… Bu yer dağların ardında, Emilia bölgesi civarında olmalıydı, büyük bir olasılıkla da Canossa’da. Bu kadar uzağa gitmek niyetinde değildim. Telefon rehberlerinden öğrendiğime göre hiç de gerekli olmayacaktı oraya gitmek. İtalya’daki her büyük kentte bir düzineden fazla büyücü vardı, hepsinin de numaraları sarı sayfalarda mevcuttu.
Yerimiz çok olmadığı için burada yalnız birkaçının adını vermekle yetiniyorum:
Floransalı büyücü Joseph Cervino (İtalyan Hokkabazlarının Ulusal Lideri, A.N.D.D.I. derneği başkanı)… Yedi Yüzük büyücüsü… Dr. Marco Belelli (CISA Astrolojik Etüdler Uluslararası Merkezi Başkanı, Elios Büyücülük Nişanı Büyük Ustası)… Büyücü Firavun Tutankamun… Profesör Joseph, hokkabaz, kutsal Papa XXIII. Johannes tarafından insanlığı ve büyük iyilikleri için takdis edildi. (İtalyan Milli Hokkabazlar ve Ruh Düzenleyicileri Derneği onur üyesi ve Paris Metafizik Bilimler Enstitüsü onur diploması sahibi).
Daha fazla bilgi edinmek isteyenlere konunun uzmanı olan yayınları öneririm, özellikle de Astra’yı, Corriere della Sera gazetesinin aylık astroloji dergisini; bu dergideki ilanlar aklın almayacağı kadar zengin. İtalya’da eylemlerini sürdüren Maghi’lerin sayısı 100 000 civarında sanılıyor, sanatları uzmanlık dallarına ayrılmış: Kötü ruhları kovalayanlar, yıldız falına bakanlar, el falına bakanlar, kâhinler ve doğum öncesini bilenler, manyetizmacılar ve parapsikologlar, kahve falı bakanlar, şeytanları bilenler, radyoestetler, iskambil falı bakanlar, büyü yapanlar. Bunlar her yıl milyarlarca liret kazanıyor ve bu para karşılığında “herhangi bir problemi herhangi bir uzaklıktan çözüyorlar”.
Birkaç yıl önce doğaüstü işlerde çalışanlar sendikal örgütlenmeye de gittiler; böylece şimdiye kadar çözememiş oldukları bir görevi, yani büyücülerin sosyal devlet içinde yer almalarını da halletmiş oldular.
Büyücüler sendikası Uaodi (Unione astrologico-occultistica d’Italia) bir meslek rehberi çıkartmış bile, ayrıca büyücülerin devlet sınavından geçmelerini öngören kanun teklifini de hazırlayıp meclise vermiş.
Genel sekreter Mario Davano “Biz artık diplomalı astrolog, diplomalı büyücü, bio-plasmatoloji uzman danışmanı gibi unvanların devletçe tanınmasını istiyoruz,” diyor… “Böyle bir unvanı kötüye kullanan kişi disiplin cezasına uğramalı, hatta meslek rehberinden çıkartılmalı… Üyelerimizin resmi fatura kesmelerini ve kanunî katma değer vergisini ödemelerini istiyoruz… Buna karşılık diğer mesleklerle aynı muameleye tabi tutulmak istiyoruz, emekliliğimiz ve sigortamız olmalı.”
“Büyücülerle uğraşarak nereye varmak istediğini anlamıyorum…Daha doğrusu ben bu konuyu çok iyi biliyorum… Batıl inançlı güneyliyi karşımda görür gibiyim, kem gözlü bir lettatore ile karşılaşır karşılaşmaz mercan boynuzuna dokunur… Herhangi bir ermişin kanını arayan, mucizelere inanan hacıyı, uğurunu kaybettiği için ağlama krizi geçiren mafya şefini görür gibi oluyorum. Ama tüm bunlar folklorik klişeler! İtalya üçüncü dünya ülkesi değil! Kızılderili kabilesi de değiliz! Bilmiş ol… Cep kitapları dizisinde Vahşi Düşünce… Pizzacıda Levi-Strauss… Buna bayılırdın! Batıl inançlar ancak IBM ya da Coca-Cola kadar İtalya’ya has bir şey. Yoksa Almanlar’ın yıldız fallarını okumadıklarını mı sanıyorsun?”
Torinolu kadın arkadaşımın bu azarlamalarına karşı çıkamadım. Camilla Cedemas’ın Casa nostra adlı, birinci bölümünün adı “Torino’daki Şeytan” olan kitabını boşuna andım. Kitabın bu bölümünde şaşırtıcı biçimde, bu kentteki büyücülerin Fiat otomotiv sanayiinden daha fazla kazanç sağladıkları savunuluyor.
“Ee ne olmuş? Bununla neyi kanıtlamak istiyorsun? Piemonte’nin Papua-Yeni Gine yakınında olduğunu mu?”
“Hiçbir şey kanıtlamak istemiyorum… Frankfurt’tan uçağa biniyorum ve bir saat sonra tamamen fantastik bir bölgeye, mitomanlarla dolu bir ülkeye geliyorum. En iyi İtalyan gazetesini açıyorum ve kendimi dev bir lunaparkta buluyorum… Bayide beş yüz lirete satılan bu gazeteyle ruhlar tüneline giriyorum! Her köşede komplo, kışkırtıcılar, gizli bilimciler, melodramatik çete savaşları, akıl almaz saray entrikaları… Gerçekler buharlaşıyor. Gerçek fotoromana dönüşüyor. Televizyonu açmam yeterli, ne görüyorum ekranda? Cenevre’deki bir apartmanın canlılığını yitirmiş girişini. Kamera kendi kendine açılan bir asansör kapısına doğru yöneliyor. Asansör boş. Yukarıda koridorlarda Dr. Caligari’nin kabinesindeki gibi duvarın gölgeleri… Zavallı bir hizmetçiyle röportaj yapılıyor… Tamamen esrarengiz olan, üstelik de hiçbir anlam taşımayan bu polisiye sahneyle başlıyor günün haberleri. Görünmez kahramanı Arezzolu bir şilte fabrikatörü olan bayağı bir romandan yapılmış dizi filmin yüzüncü programı. Bir şeytan, paranormal bir kişilik: İtalya’nın en güçlü adamı. Bilinmez loncanın büyük ustası, düdük çaldığında bakanlar dans ediyor, generaller, parti başkanları, gizli örgütler dans ediyor. Bir şilte fabrikatörü! Özür dilerim ama, insan burada ne oluyor diye sorma gereksinimini duyuyor. Büyük bir yapıt mı yoksa paranoya mı? Bayağı edebiyat mı yoksa sihir mi bu dizi?””Yani bizi güvenilir bulmuyor musun?”
“Çılgınlığı huy edinmişsiniz diyelim, daha doğru olur.”
“Yani biz normalin altında mıyız?”
“Tam tersine.”
“Ne demek tam tersine?”
“Tam olarak bilemiyorum. Belki de paranormalsiniz. Bu yüzden Maghi’nizle ilgileniyorum.”
“Bunlar telefon rehberinde bulunur mu sanıyorsun? Sana acıyorum! Gerçekten iyi bir büyücü, sarı sayfalarda bulunmaz.”
“Peki nerede bulunur?”
“Sana bir iki adres vereyim. Adımı anmanı kesinlikle islemiyorum.”
“Neden?”
“Çünkü uğursuzluk getirir.”
“Ben büyüye, falcılığa, gizli güçlere inanmam. Yalnız bilinmeyene inanırım,” diyor Lisa Morpurgo. Salonunda eski Milano burjuvazisinin çekiciliği var. Pencereler yabanıllaşmış bir bahçeye açılıyor, sarmaşıkların altında yeni gotik tarzda bir abide görülmekte. Bayan Morpurgo orta Avrupalı tarzda çok bilgili bir hanım, kendi deyimiyle “un austriacante”.
Politik ve ekonomik konular üzerine söylediği sakin, akıllı düşünceleri dinliyorum. Dolar kuru üzerine konuşuyor (“en yüksek nokta aşıldı”)… Başbakan Craxi hakkında konuşuyor (“karizması olmayan bir şaşkın ve spastik iktidar açlığı içinde”)… İtalyan basını üzerine (“hepsi konuşmak istiyor, ama hiçbiri dinlemeye niyetli değil”). Bariz gerçek, çok basit olduğu için, görmezlikten geliniyor… Anlaşma bozuldu.
Neden böyle? İletişimin sembolü, ikizlerin sembolü boş görünüyor; Uranüs ve Jüpiter muhalefette. İtalya iki yıldız işareti altında bulunduğu için de ülkenin kaderi daha bir güçleşiyor. Kuzeye boğa, güneye akrep egemen.
“Yanlış, tamamen yanlış! İtalya yarımadası daha çok koç burcunun dinamik etkisi altındadır, cumhuriyetin yıldız falında ikizler etkili olur. Ayrıca her yıldız falı dört unsurdan oluşur; Su, hava, ateş ve toprak…
Cumhuriyet 18 Haziran 1946’da kuruldu. Bu tarihte asla bir toprak işareti yok çevrede. Bu yüzden bu devletin otoritesi yok. İş beceremez. Yalnız kişisel çıkış önemli. Hayatta kalmasını ona borçlu.”
Otuz yıldır Roma’da çalışan Güney Tirollü astrolog Francesco Waldner böyle karar veriyor. Onunla konuşmak isteyen biri, Tiber nehri kenarındaki küçük, zevkli döşenmiş bekleme salonuna alınıyor. Tıpkı moda olmuş bir doktorun muayenehanesinde olduğu gibi, bekleme sırasında renkli parlak dergilere bakılabiliyor. Ölçülü bir süreden sonra müşteri etkileyici bir konsültasyon odasına alınıyor.
Altın suyuna banılmış mercekler ve astrolojik tabelaların önünde yer alan masanın başında bu küçük Mago büyük bir koltuğun içine gömülüyor. Bir an Franz Josef Strauss ile olan benzerliği beni şaşırtıyor. Kısık, perdeli gözlü bu kendinden emin adam, dizlerini kendine doğru çekmiş koltuğunda oturuyor ve sık sık hareketler yaparak, neredeyse oynayarak “dünyanın en eski deney bilimi” hakkında bilgi veriyor. Durmadan da Kreisky, Pompidou, Spadolini gibi müşterilerinin adını anıyor. Verdiği hükümler uydurma değil, tamamen elle tutulur şeyler; doğaüstünün gizemli örtüsünü örtünmek yerine ölçülü, basit önerilerde bulunuyor.
Hayal kırıklığına uğruyorum. İyi anlamda… Hayal olanı aramam beni acaip bir sonuca götürdü. Bana öyle geliyor ki bu ülkedeki falcılar sanki sağduyunun en uçtaki kaçış noktaları; pratik akıl, “yaşam bilgeliğinin” modası geçmiş, hafif dar kafalı çekirdeğine indirgenmiş, “Batıl inancın” ana karargâhında barikatlaşmış gibi — dışarıda, bankalar ve partiler, sosyal sigortalar ve televizyon istasyonları düzeyinde ise gerçek gittikçe çılgınlaşmakta, çılgınlık gittikçe daha gerçek olmakta. Şeytansı olan, bu salondaki büyücü değil, kapısının önünde lüks sarhoşlukları, gangster savaşları, sahtekârlıktan ve tutukevleriyle uzanan, mali skandallarla çalkalanan kentin ta kendisi.
Belki de benim kafamda tamamen yanlış bir İtalya vardır. Belki gündelik yaşamın çıplak görünümüne aldanıyorumdur ya da önyargılarımın kurbanıyımdır.
“Doğru,” diyor Trieste üniversitesi sosyoloji profesörü Dr. Giampaolo Fabris. Canlı, olgun konuşan bir adam… “Sizin aradığınız tek İtalya tamamen hayal ürünüdür… Yok öyle bir şey! Gerçek, sizin sandığınızdan çok daha karmaşıktır… Yedi ayrı İtalya vardır, ne daha az ne de daha çok… Size bunu kanıtlayabilirim!”
Bilim adamı hareketli biri. Yüksek kavisli kafası güneşten yanmış ve çıplak. Çok bakımlı, siyah bir çene sakalı var; yuvarlak tel çerçeveli gözlüğünü çıkarttığında bakışları garip bir biçimde batıcı. Milano’daki geniş bürosunun duvarları “İtalyan toplumu üzerine etno-antropolojik araştırmanın büyük sonuçları” ile süslü. Burada kastedilen, İtalya’da yapılmış tek araştırma olan ve Dr. Fabris yönetiminde Monitor Demoskopea firması tarafından gerçekleştirilen “Monitor 3 Sc”, yani “sosyo-kültürel akımlar ve değişim görüntüleri sistemi” araştırma projesi.
Hiç kimse onun ve ekibinin işi ciddiye almadığını söyleyemez. Önce aşağı yukarı otuz kadar “akım” ya da “değer” saptamışlar, bunlara yaptıkları toplum tablosunda gereksinmeleri olmuş; aralarında “Poli-sensualizm”, “cinsel hoşgörü”, “doğaya karşı duyarlılık” ve “çağdaşlaşma” gibi kavramlar var. Ayrıca birkaç yüz kadar soruyu öylesine hünerli bir biçimde formüle etmişler ki, deneme yaptıkları kişiler onların nereye varmak istediklerini anlayabilecek durumdan çıkmışlar. Saatlerce süren bu test için 2 520 kadar İtalyan’ı da denemişler. (Örnek: “Evlenmeden birlikte oturan bir çifti tanımak her zaman biraz garip kaçar. Evet mi, hayır mı?”)
Cevaplar, verileri kurnaz matematik-istatistik modellerle tartan, ilişkileri hesaplayan ve minimal değişkenliklerin sınırlarını bulan bir bilgisayara verilmiş. “Girdiyi, yani maddelerimizin kodlanmış cevaplarını hesaplayıcıya verdikten sonra sonuçlar üzerinde hiçbir etkimiz olamaz,” diyor Dr. Fabris.
Gene de ona anlayışı kıt bir denemeci demek olanaksız. Çünkü bana hangi metodu kullandığını açıklarken, durmadan Horkheimer, Max Weber, Agnes Heller ve Gramsci’den ezbere alıntılar yapıyor. Ayrıca, her ne kadar ona iş verenler… ne yazık ki… büyük sermaye kesimindense de… kendisinin İtalyan Komünist Partisi’ne sempati duyduğunu ima ediyor. Peki ne seriyor onların gözleri önüne?
Birincisi, İtalyan toplumunun yedi katlı olduğunu. Bilgisayar bundan böyle şu ayrımların yapılması gerektiğini belirtmiş: Tutucu İtalya, arkaik, püriten, tüketici, ilerici İtalya, Blaumann’daki İtalya, bir de geleceğin İtalyası… Bu hayali ülkelerin nüfusu 3,2 ile 7,6 milyon arasında oynuyor, istendiği zaman Dr. Fabris bu halkların hangi gazeteleri okuduklarını, ne satın aldıklarını, kimi seçtiklerini, en çok hangi yemeği sevdiklerini ve berbere ne sıklıkta gittiklerini bildirebilir.
Bu yedi kavmin birbiriyle ilişkisi nedir, gelecekleri nasıl görünüyor; işte bu konularda daDemoskopca-Bilgisayarı’nın cevapları hazır. İslendiğinde her klanın sosyo-kültürel durumu, koordinatlar üzerine basılıyor. Koordinat sisteminin dikey ekseni güneyde “Sosyal olan”dan, kuzeyde “Özel olan”a doğru uzanıyor; yatay “modernleştirme ekseni” ise doğuda eskinin “göbek bağından”, batıda New Frontier’e kadar uzanıyor. Peki toplum bütün olarak nereye gidiyor? İnanılmaz bir şey, ama sayılar yalan söylemez: Geleneklerden uzaklaşıyor, “Yabancılaşma üçgenini” teğet geçip, “Kuzeybatı pasajına” doğru yol alıyor! “Ana-eğilim bu”… “İşaretlere anlam vermeyi bilen için,” diyor Dr. Fabris, “yüzyılın sonunda İtalya’nın nasıl görünüm alacağı şimdiden bellidir”.
Ülkenin önde gelen gazeteleri, Monitor 3 Sc araştırmasının sonuçlarını saygılı bir biçimde yorumladılar. Arada bir memnuniyet belirtileri bile görüldü. Neden yedi İtalya olması gerektiğini kimse sormadı sanırım. Neden beş ya da sekiz ya da yirmi olmadığını. Yedi sayısının sihirli bir sayı olmasından mı kaynaklanıyordu acaba? Emergentiler neden ortaya çıkıyor, geleceğin ufkunda modernizasyonun bu değişimleri neden görülüyor? Belki de, Dr. Fabris şahsen onlara bu güzel adı verdiği içindir; bu benzetmeler belki bir şeyi kanıtlamaz, ama çürütülememe şansları vardır, belki de bu yüzden kullanılmıştır. Özel olan neden kuzeyde de, sosyal olan güney kutbunda? Neden tersine değil? Hem ne demek oluyor bu “özel” ve “sosyal”? Neden bu karşıtlık seçiliyor da başkası değil? Dr. Fabris bu “değerler” haritasını neden başka biçimde bölümlere ayırmıyor? Örneğin “rüşvetçi/namuslu”, ya da “çalışkan/tembel” ya da “zengin/fakir” şemalarına göre?… “Ah,” diyor, Dr. Fabris, “nereye varmak istediğinizi anlıyorum. Ama sınıf kavramı tamamen eskidi! İşe yaramaz bir araç oldu!”
Öyle mi… Eski, doğru gerçeklerle artık kim zaman harcar! Hele Monitor Demoskopea firması asla. O “akımları”, “değerleri”, Life-styleları araştırıyor; veriler, tavırlar, düşünceler, görüşler… ya da daha çok tavırlara karşı gösterilen tavırlar, görüşlere karşı sürülen görüşler, düşüncelere karşı düşünceler.
Ortaya neyin çıktığı önemli; 2000’in tipi, geleceğin İtalyan’ı nasıl bir görünümde olacak?
“Evindeki yaşamla dış dünya arasında denge kurmayı arayan biri… Severek tatil yapan biri., ‘yaratıcı’ hobilere eğilim duyan biri… Bir uzun ya da iki kısa tatil gezisine çıkan biri… Düşünce değerlerine büyük gereksinme duyan biri.”
Bu üslup bana bir yerden bildik geliyor! Max Weber mi? Olamaz. İdeal tip değil, bir çerçeve anlatımı bu… Demoskopea’nın elektrikli hesap makinesi bir yıldız falı hazırlamış, tıpkı Astra’nınki gibi! Ve kara sakallı, batıcı bakışlı Dr. Fabris kahve telvesinden kuramlar çıkaran, bilgisayarların iç organlarından da İtalya’nın geleceğinin falına bakan gerçek bir astrolog. Büyücüler ustası olan bir sosyolog! Aydınlanmacı geçinen bir sihirbaz! Müşterileri kim peki? Otomobil endüstrisi, sabun sektörü ve Democrazia Cristiana’nın genel sekreteri!
Araştırmalarımdan Romalı arkadaşlarıma söz ettiğimde benimle alay ettiler. Bütün bunlar hiç de yeni bir şey değilmiş. Herkes bilirmiş bunu! Bana önceden anlatabilirlermiş! İtalyan kültürünün yıllardan beri bir yığın kutsal olmayan tıpçı ve şaman tarafından yönetildiği pekçok yabancı gibi herhalde benim de gözümden kaçmışmış: Televizyonun, vakıfların, basının, partilerin, edebiyatın, meclis içinde her yere sızmış olan tartışma, yorum ve özümseme uzmanları tarafından yönetildiğini gözden kaçırıyormuşum, bunların cerbezesinden kimse kendini kurtaramazmış. Siyaset bilimciler, romancılar, psikanalistler, profesörler, başyazarlar, sosyologlar… Ayrımsanamaz bu hamurdan dünyevi bir papazlar kastı oluşmuş; ellerinde ülkenin tüm kültürel üretimi bir tek şeye dönüşmüş: gazeteciliğe. “Senin Dr. Fabris, bu karnından konuşanlar ve gündelik peygamberler yanında hiç kalır, yalnızca bir acemidir. Endüstri yıldızlarının bilgisayara gereksinimleri yoktur; onlar her yayın organında ve her kanalda bulunabilirler. Onlara ad bile taktık: gli inlelligenti.”
Bu terimi sanki bir küfür, bir lânetmiş gibi söylediler. “Bir entelektüelin akıllı olmasını gerçekten bu derece kötü mü buluyorsunuz?” diye sordum. Saflığımın onları bu kadar eğlendirmesi beni tedirgin etti. Hiçbir Amerikalı turistin bulamayacağı o olağanüstü lokantalardan birinde oturmaktaydık: güzel basımlı, ama biraz ezoterik kitaplar yayınlayan kasvetli genç adam, keskin militan bir Napolili kadın çevirmen, uzun bir devlet ve yönetimcilik eğitimi görmüş kötü niyetli bir züppe. Terasa bakan kapılar iyice açılmıştı… Art-nouveau sandalyelerde bir zamanlar Duçe, D’Annunzio ile oturmuş ve yemek yemiş olmalı, yeşil salata da yermantarlıydı… Sadece caddeden ara sıra tiz bir ses yükseliyordu. O zaman konuklardan biri kalkıp, arabasına bakıyordu. Alarm sisteminin çıkarttığı ses, Roma akşamlarının partisyonuydu anlaşılan.
“Siz ne derseniz deyin,” dedim. “Ben akıllı sihirbazlarınıza hayranlık duyuyorum. Onları dinlediğim zaman kendimi taşralı hissediyorum.”
“Bizimle alay ediyorsun, değil mi!”
“Tam tersine! Sizde gözboyayıcıların bile herşeyi inceleme yeteneği var, hiçbir şeyi yutmuyorlar. Bir el çırpışta ortaya çıkaramayacakları entrika, komplo yok gibi; bilmedikleri tek bir gizli amaç yok. Buna karşılık bizim basını düşünecek olursam, Alman, İsviçre, İsveç gazetelerini! O iyi niyetleri, o fare grisi konformizm, o konunun ortada görünen kısmına yapışma… atılganlıktan yoksunluk, temposuzluk, cansızlık!”
“Ama sizin gazeteciler gidip yerinde inceliyorlar, somutlar. Bizim Maghi’ler yazı masalarının başından kalkmıyor, otel odalarından dışarı çıkmıyor, bunun için de her yerde olabilecek herşeyi biliyorlar! Onlara bilmedikleri yeni bir şey söylemek mümkün değil, rahatlarını bozmak olanaksız. Kurumların çöküşü, terör, kriz, İtalyan felaketi, onların değirmenini döndüren su yalnızca. Hep à la page’lar, onların ayrıcalıklarının bir benzeri tüm Avrupa’da yok.”
“Doğru değil! Ancak yıldızı parlak yarım düzine kişi için geçerli söyledikleriniz! Ben aldıkları ücretle kendilerine yeni bir gömlek bile alamayan bir yığın adam tanıyorum.”
“Bu yüzden öne çıkmayı daha şiddetli deniyorlar! Le Monde’un yaptığı her muzırlığı ciddiye almışlar. Ayrıca her gün incelediklerini sandığım bir yığın İtalyan gazetesini de… Manifesto’da biri şunu savundu… La Stampa’da şu kadın ya da bu kadın şu görüşü öne sürdü… La Repubblica’da X ona karşı şunu savundu, Unita’da Y’nin mektubunu gördün mü?… Akıl almaz bir şey, tam bir budalalık… Üç ay önce doğru olabilirdi, ama bugün bunlara ancak omuz silkilir… Böylece düşünce ağlarını örmeye devam ediyorlar, üreticilikleri çılgınlık sınırına dayanıyor.”
“Gözlerinden hiçbir şey kaçmıyor mu? Daha da iyi ya,” diyorum. “Bu hırsın iyi bir yanı var, yabancı ülkeleri dikkate almalarını da büyük bir avantaj olarak görüyorum. İtalya Malt viskisi ve şampanya ithalatçılarının başını çekmekle kalmıyor, aynı zamanda en çok çeviri yapılan Avrupa ülkesi.”
“Hepsi atmasyon! Aşırı ödünleme! Aşağılık duygusu! Kendimizi koloni haline getiriyor, Fransızlar’ın, Amerikalılar’ın söylediklerine bayılıyoruz. Basınımız kulağına gelen herşeyi kuru bir sünger gibi çekiyor. Piyasanın görünmez eli de bu süngeri gitgide daha çok sıkmaya devam ediyor. Sonuç olağanüstü bir unutkanlık. Ayrıca bizim intelligenti düzgün bir İtalyanca cümle kurmaktan bile aciz.”
Bu noktada savunmaya geçtim. Çoğunlukla İtalyanlar’ın “tartışmasını” anlayamayacak durumda

olduğumu itiraf etmek zorunda kaldım. Sözcük dağarlarının belli özellikleri, aceleci olan kişilerin savrukluğuna verilebilir, ben bunu rahatsız edici buluyorum, ama “Maksi-toplantının”, “Mega-davasının”, “Mikro-Mimesis”in ne olduğunu kestirmek her zaman güç olmamıştır. Hiç kimse bana “virtüöz projektualite” sözlerinin ne anlama geldiğini açıklayamadı, ya da “gücün semiolojisi”ni, “inreaksiyon-kompensasyon” kelimeleri arasındaki birleştirme çizgisinin ne anlama geldiğini, “Meta-vulgarite” ve “tüketimin politeizmi”nin ne demek olduğunu… Bütün bunlara ezoterik dergilerde değil, tirajları yüzbinleri bulan kitle basınında rastlanıyor. Acaba halk buna ne diyor? Intelligenti’ler dışında kalanlar bunu neye hükmediyor?
Davet sahibi “Bıktılar,” dedi. “Bu yüzden de tirajlar düşüyor. Ben eski cronaca nera’yı, geleneksel polisiye röportajı yeğlerim… Fantastik opera metni olarak gazete… Tıpkı eskiden olduğu gibi gerçeğin haydut silahına dönüştürülerek güzelleştirilmesini. Yapılacak herşey bu şişirilmiş, sonuçsuz dedikodulardan daha iyidir!”
Tatlılar yenirken neredeyse beni ikna ediyorlardı. Neredeyse, tam da değil. “Ya siz?” diye soruyorum inatla.
“Aa, tabii biz de bu işe dahiliz… Belki biz kendimizi diğerlerinden daha esaslı yiyip bitiriyoruz. Ama haber yaymıyoruz. Herkes konuşmak istiyor, ama dinlemek isteyen yok.”
Bu cümleyi sanki bir yerden tanıyordum. Bütünüyle insanın içine kasvet veren bir akşamdı, salatadaki nefis mantarlara, terastaki nefis bitkilere rağmen.
Astrolog Francesco Waldner’i düşündüm. Sonunda “Benim müşterilerim inançsız kişiler. Beni dinliyor, ama çok ciddiye almıyorlar… Fantastik olanı seviyorlar, sonra eve gidip paylarına düşeni düşünüyorlar,” demişti.
Ben de eve gidip düşündüm: Belki de kitle haberleşme araçları İtalyanlar için bir kaçış deneyimidir; normal olandan, hareketsiz olandan, olayların güçlü budalalığından kendini kurtarma aracıdır. Ülkenin inatçı, eski, korkunç sorunları apaçık, bu nedenle de can sıkıcı. Eğlenceli bir yanları yok: enflasyon, adalet mekanizmasının felce uğraması, vergi adaletsizliği… Tarımsal destekler, çelik fiyatları, konut yapımı sorunları… Buna karşılık bir bankerin gizemli ölümü… Üstad-ı âzam’ın bir İsviçre hapishanesinden kaçışı… Bir Türk teröristin eylemleri! Aklı başında bir trafik politikasının nasıl olabileceğine, ülke hastahanelerinin nasıl uygar bir duruma getirilebileceğine kafa yoran biri, “süper dizi” ve “radyo yayınları” ile rekabet edemez.
Zaman ilerlemişti. Taksi Roma’nın ıssız caddelerinden gidiyor, kaldırımlar sonbahar yağmuru altında parıldıyordu ve ben kendi kendime “Belki sen de aklı başında bir falcısındır, inançsızların büyücüsü, gerçeğin astroloğusundur,” dedim.
Eşitlikten Nefret

Gümrük beyannamesi. Kargo mektubu gelince rahatladım. Castelli Romani’de bulduğum ev lüks bir villa değildi, ama ailem küçüktü, bir yıl için bize yeter de artardı bile. Kira mukavelesi imzalanmıştı, carta bollata’nın (İtalya’da belgelerin üzerine geçirildiği, vergi yükümlülüğü getiren evrak) gizli saklı köşelerine adım işlenmişti, noter bana anlaşmanın karanlık noktalarını açıklamıştı. Şimdi geriye önemsiz bir iş kalmıştı: Eşyamı gümrükten geçirecektim.
Bir sabah yetkili büroya uğradım. Roma’nın dışında eski, çürümüş, kışla benzeri bir binadaydı. Taksiyi beklettim, çünkü yalnız bir formalitenin söz konusu olduğunu sanıyordum: Ticari eşya ya da kıymetli şeyler değildi getirdiğim; birkaç ev aleti, elbise ve kitap.
Bu kışlada, depolar labirentinde, büro odalarında, koridorlarda, bekleme odalarında ve veznelerde yaşamımın üç gününü geçirdim; önce öfkelenerek, sonra üzülerek, en sonunda da yıkılmış olarak. Çevremdeki herşey bir ipin ucundaymış gibi akıp gidiyordu, işleri başından aşmış, hareketli, kim oldukları tam belirlenemeyen, bileklerinde altın saatler olan bir yığın adam memurlarla şakalaşarak boyuna yanımdan geçip gidiyordu. Sayısız kahve içiliyordu. Bir tek ben, beş kopyası çıkartılmış evrakım, damga pulları, kâğıtlar, vezne fişleri, onaylarla oradan oraya itilip kakılıyor, defalarca derdimi anlatmak zorunda kalıyordum. Bekletiliyor, teselli ediliyor, oradan oraya gönderiliyor ve küçük görülüyordum.
Üçüncü günün akşamında asık bir suratla eşyalarımı ele geçirdim. Kargo yazısının ve gümrük beyannamesinin üzerinde 38 çeşit damga vardı. Her bir damga için inatla savaş vermiştim. Bu olayın üzerinden yirmi yıl geçti, ama bugün bile İtalyan gümrükçülerini düşündüğümde tüylerim diken diken olur.
Bu saçma maceranın suçlusunun kendim olduğunu tabii ki kavradım. İtalyan arkadaşlarıma bu macerayı anlattığımda, eğlenerek dinliyorlar beni, gene de neşelerine hayranlık ve dehşet karışıyor. Ne? Kendin mi gittin oraya? Tek başına? Bana Alpleri yaya geçmeye kalkan bir deliye davranılacağı gibi davranıyorlar. Bugün ben de o karanlık, sıkılmış, kırılmış, aptallaşmış küçük memur suratlarının neden öyle olduğunu biliyorum artık, o zamanlar ise kızıyordum. Hiç haberim olmadan oyunun temel kurallarını bozmuştum. Orta Batı’dan gelip de Napoli’nin ortasında sokakta sebze satmaya yeltenen bir Amerikalı gibi davranmıştım ya da Stazione Termini’deki hamallarla rekabete girişen İrlandalı bir hippy gibi.
Maaşıyla yaşamaya kalkışan bir gümrük memurunun açlık tehlikesiyle karşı karşıya kalacağından habersizdim; kendi işimi kendim halletmeye kalkarak da bir deli gibi davranmıştım. Kendi başına gümrüğe gitmek fikri hiçbir İtalyan’ın aklından geçmez. O zamanlar gümrük koridorlarında benim yanımdan koşuşup geçen becerikli kemirgenlerin de kimler olduğunu bugün biliyorum. Bunlar galoppini adı verilen profesyonel aracı ve iş takipçileriydi. Onlara para veriliyor, 38 damga da yarım saatte hallediliyor. Her iş tıkırında gidiyor, herkes para kazanıyor, herkesin işi görülmüş oluyor.
Dar yol ve geniş yol. Bir yabancının tüm ayrıntıları, girdileri çıktıları anlaması olanaksız; ama ilke apaçık meydanda: Normal olan yol, anormal. Her ne koşul altında olursa olsun hukuka dayanmamak gerekir; bir imtiyaz, bir ayrıcalık sahibi olmaktır önemli olan, bu da dolambaçlı bir yoldan, bir tavsiyeyle, bir aracı sayesinde gerçekleştirilebilir.
Akıl almaz derecede çeşitliliği olan, fantastik zenginlikle dolu bir biçim dünyası bu. Scala’nın tüm biletleri bitmiş gösterisine her zaman bir yer bulan itfaiyeciye rastlıyoruz; okul hademesinin kızıyla dost olan komşunun, lise bitirme sınav sorularını nasıl önceden ele geçirdiğini; hücresine telgraf makinesi getirten mafya şefini; klinikte doktor yanına çıkmak için başkalarının sabahın altısında kuyruğa girip elde etmeye çalıştıkları Turno denen numaralı kâğıdı sırada beklemeden hastaya temin eden hastabakıcıyı duyuyoruz; taahhütlü mektubun nasıl atılacağını, uçak biletinin nasıl alınacağını, ehliyetin nasıl uzatılacağını bilmeyen bir sanayici karısının, çevresi galoppini’lerle sarılı olduğundan tüm bu işlerihallettirdiğini, kocasının sekreterinin her işi ayarladığını, ütücü kadının ise sayın bayana bir tavuk getirdiğini, bayanın yeğeninin cilt hastalıkları mütehassısı olduğunu bildiğinden, onun göğüs kanserini iyi edeceğini umduğunu (oysa yeğenin bu hastalıklar hakkında hiçbir bilgisi yok), ütücü kadının tıp denilen garip adsız makineden korktuğunu öğreniyoruz.
Gene de herşeyin bir bedeli var. Dışarıdan bakan birinin oyunun kurallarını öğrenmesi yıllar alır. Pasaportun arasına konulan 50 000 lireti anlamak zor değil, ama üzerinde hiç bir anlama gelmeyen, birkaç hoş sözün yazılı olduğu kartvizitlere ne demeli? Kuzeyden gelip de hemen “rüşvet” diye bağıran ziyaretçi işi hafife alıyor demektir. Anlam aramaktan yoksun, söylenmeyen sözcükleri duyacak kulaktan yoksundur o. Herşeyi kabaca basite indirgemesi, sistemin ayrıntılarına ve zarafetine yakışmıyor.
Milano’dan Napoli’ye taşınan bir personel şefinin, oraya varışımın ertesi günü kapısının önünde bulduğu çiçekler, içecekler, işlemeli peçeteler ve pastalar acaba ne anlama geliyor? Kim kurmuş bu sofrayı? Bu armağanların anlamı ne?
“Bu pastadan bir tek vişne bile yesen, teslim olmuşsun demektir. Tüm yaşam boyu sürecek bir anlaşmayı yapmış olursun. Bir değil, üç, dört, beş büyük aile senden iş, okullarda yer, pansiyon… bulmanı isteyecektir. Ne yapabilirdim ki? Balkona çıkıp hiçbir şeye gereksinimim olmadığını, hiçbir şeyi kabul edemeyeceğimi ilan etmekten başka çarem yoktu,” diye anlattı bana.
İtalya’nın yazılı olmayan kanunlarının, çıkmış kanunlarının yerine nasıl geçtiği sorusunun yanıtını bilemiyorum. Ülkenin yasal geleneği çok etkileyici, kanunları bol, nedensellikle ilgili başarıları olağanüstü. Normlar yeterince çok, ama o derece çeşitli, karmaşık ve çelişkili ki onlara uymak ancak hayatından bezmiş birinin işi olabilir. Onların tıpatıp uygulanması İtalya’nın anında felce uğramasına yol açar.
Bir profesör neden hocalık ettiği yerde oturmasın? Cosenza üniversitesinin kurucuları bu amaca ulaşmak için, işe aldıkları her hocanın orada oturmasını şart koşmuşlar. Kimse bu kurala karşı çıkmamış. Tüm öğretim görevlileri hemen bayram ederek imzalamışlar belgeyi. Buna rağmen bugün profesörlerin %90’ı Roma, Napoli ya da başka bir yerde oturuyor. Anlaşmaya uymaya kalkışsalardı ufak bir felaket ortaya çıkacaktı, çünkü onlar için ev yok. In regola olan bir İtalyan vatandaşı bulmak için büyüteçle aramak gerekir. Mesela, isler inşaat ruhsatı olsun, isler oturma izni, isterse de bir döviz işi olsun, kurallara uymaya kalkan biri, incariamenti, praliche ya da tramiti denilen evrak savaşında boğulup gider. Her yeni kural yeni bir kuraldışılık, yeni bir aykırılık, yeni bir dolambaçlı yol doğuruyor.
Ekstralar. Her İtalyan, en yoksulu bile, ayrıcalıklı bir kişidir. Nobody is a nobody. Sakin kafayla dışarıdan bakan biri, bu ayrıcalığın sadece hayal mahsulü olduğu sonucuna varabilir — öznel olarak ise ayrıcalıklar varoluşun kudretidir. Mantıkla uğraşan biri, ayrıcalıklardan oluşan bir toplumun, yani herkesin herkesten “daha iyi” durumda olduğu bir durumun olanaksız olduğunu söyleyip karşı çıkabilir. Ama İtalyanlar bu mucizeyi, dairenin dörtgenliğini ve Hint ip oyununu anımsatan bu mucizeyi gerçekleştirmişler.
Andria’da beş tır şoförü barın yanında durup kahve ister. Biri molto stretto, öteki macchiato, biri con latte caldo, arkadaşı cappuccino; sonuncusu da barın içine doğru seslenerek: “Duble espresso, ekstradan süt de ver!” der. Verona ve Brindisi arasındaki yol kenarı kafeteryalarında herkes onu tanır ve hiçbir barmen isteğini reddetme cesaretini gösteremez, çünkü o vasat biri değil, özel biridir. Ayrıcalıklar bu derece basit şeylerle başlasa da devam edip gider, biz ancak birkaç adım geriden izleyebiliriz.
İlk rastladığımız hayalci, bize zenginlerin pahalı şarküterilerde nasıl para harcadıklarına güldüğünü, kendisinin ise yerini söylemek istemediği, dünyanın en iyi zeytinyağını çok ucuza satan yeri bildiğini anlatacak… İkincisi, Reggio Emilialı bir peynir fabrikatörü, hakiki leopar derisiyle kaplı olan koltuğunu gösterip: “Epey pahalıya mal oldu bu bana, ama tüm İtalya’da bir tek bende var…” diye fısıldayacak kulağımıza… Üçüncüsü, futbol yazarı, arabaya para veren arkadaşlarıyla alay ediyor, kendisi yepyeni bir Lancia’ya biniyor, “bir deneme arabası” ve bedava… Dördüncü, Venedik gemicilik müzesinin önünde güneşe oturmuş, dinlemek isleyen herkese kurumun personel açığı yüzünden kapalı olduğunu anlatıyor, bu işi yaparak çok iyi yaşadığı da belli… Beşincisi İtalya’nın tüm sırlarını biliyor. “Bir rastlantı eseri geçenlerde Gianni ile konuştum, dün Giulio bana dedi ki,” kendisini dinleyenin, tanıdığı ve senli benli olduğu bu kişilerin soyadlarını da bildiklerini varsayıyor doğal olarak (Agnelli, Andreotti)… Çok sağlıklı bir kişi olan altıncı, öğretmen, 43 yaşında emekliye ayırtmış kendini, şimdi bir yayınevinde çalışmak istiyor, yaşamında en çok istediği şey Moravia ile dansetmek… Yedinci yerel bir politikacı ve kısaca AMNU ya da IACP ya da INAIL ya da AZASI diye adlandırılan sayısız kurumlardan birinin başkanı, genel merkezinin önünde alarm sistemi kurdurmuş, sırf onun için kurulmuş olan ışık, alarm çalar çalmaz yeşile dönüşüyor, trafik duruyor ve o geçiyor.
Bu sistemde dâhiyane olan, onun yalnız yukarıdan aşağıya doğru değil, aynı zamanda aşağıdan yukarıya doğru da işler olması; yoksulların, “ayrıcalıksız olanlar”ın da ayrıcalıkları, avuntuları, geçerli hakları var. Kapıcı iyilik yapıyor ya da istediği gibi cezalandırabiliyor, hademe karanlık gücünden yararlanıyor, şefi ya da bakan farkında bile değil.
Eskiden hastabakıcı, şimdi bebek bakıcısı olan kadın gülerek klinik öyküleri anlatıyor. Girişlerin üzerinde para ödeyenler, para ödemeyenler diye yazılıymış. İmtiyazlı olan, özel hasta olanın telefonu, mermer karoları, özel banyosu var ve bunları ödemek zorunda. Bu yüzden daha iyi bakıldığı söylenebilir mi? Sigortalı hasta rutin gereğince en iyi doktor tarafından bakılırken, zengin hasta beklemek zorunda, baron, yani ordinaryüs gelene kadar, yağma edilecek, kimse karışamayacak. O güzel odasında yatacak ve bekleyecek, bazen iş işten geçene kadar.
Ya da şu yaşlı muhasebeci, emekliye ayrılmasına az kalmış, bunak anasıyla çok büyük, karanlık bir evde durmakta. Bir gün ev sahibi ölür, mirasçıları tahliyeyle tehdit ederler. Bu büyük kabrin kiracıları çaresizdir, ama onlara gelen Faslı hizmetçi kızın polis olan bir arkadaşı vardır. “Hiç merak etmeyin, Signore! Nişanlımın vergi dairesinde amcası var, çok güçlü bir adam, yeni ev sahiplerinin işlerini, iflas ettirene kadar kurcalıyor, sonunda pes edip tahliyeden vazgeçiyorlar.” Bunu yaptırırsa yaşlı adam doğal olarak polisin ailesine ömür boyu borçlu kalıyor.
Kategorilerden çıkarılan ders. Toplumsal yaşamlarına damgasını vuran aşırı bireycilikten söz ederken İtalyanlar’da gizli bir gurur havası seziliyor. “Burada herkes kendini düşünür.” imtiyazların sonsuz zinciri yalnız bir kişiden diğerine değil, aynı zamanda gruplar, meslekler, loncalar ve derneklerin imtiyazlarına kadar uzanıyor. Sonsuz sayıdaki kategorilerden her biri diğerinin önüne geçen bir imtiyaz demek oluyor. Bu tartışmalar insana 17. yüzyılın prensliklerini anımsatıyor, orada kimin önden geçeceği, hitap biçimi, masa düzeni önemliydi.
Çalışma odasında, o olağanüstü güzel Rönesans tarzı salonda beni karşılayan kütüphaneci “Bu iğrenç mobilyanın kusuruna bakma,” diyor. “Bakanlığın nizamnamesi çok sert. Her memurun, derecesine göre nasıl bir odada oturacağı yazılı. Birine bir masa lambası, diğerine bunun yanında bir de ayaklı lambaveriliyor, birinin bir tek yazı masası, diğerinin bunun yanında bir de etajeri var odada. Tahta bir iskemle, suni deriden bir kolluk, hakiki deriden koltuk, ayaklı, ayaksız — aklın durur bu sınıflandırmalara… Maaşlar da aynı durumda. Her ayki kesintilerimi hesaplamayı çoktan bıraktım. Anlaşılmaz şeylerle dolu bordro: Özel tazminatlar, dengeleme ödentileri, ek ödentiler, yardımlaşma zamları vesaire vesaire… Psikolojik mekanizma hep aynı: Asıl maaşımı görüyor ve bembeyaz kesiliyorum. Bununla kimse geçinemez! Hepimiz açlıktan öleceğiz!… Sonra gözler bir iki satır ileriye bakıyor ve kurtarıcı eli görüyor; bu el bana uzanıyor… Her yerde imdat halatları, imdat simitleri, ekstralar! Yani önce cezalandırma, sonra affetme, önce korkutma, sonra kurtarma. Bu karmaşa bizim durumumuzun nasıl olduğunu da açıkça ortaya koyuyor zaten: Biz yoksuluz, ama aynı zamanda zenginiz.”
Aşırı biri. Anlatıyor:
Biz eşitlikten nefret ederiz. Küçük görürüz. Yalnız farklılıklar hoşumuza gider… İtalya’daki komünizm ciddiye alınamaz. Yoldaş sözcüğü bile bir abanmadır. Sendikaların kongrelerde yaptıkları eşitlikçi konuşmalar tamamen demagojidir. Kimse kanmıyor buna, çünkü zaten inanan yok. Biz bir kolektifiz, özgür kişilerden oluşmuş bir topluluk. İsimsizlikten nefret ederiz. Kimse, “bütün olan”dan sorumlu değildir; herkes kendi başına, kendi klanı için, kendi kliği için vardır… Kanunlar aptallar için geçerlidir, yani başkaları için. Ben kendimi koyun gibi güttürür müyüm sanıyorsun? Bir gişe önünde kuyruğa girip sıram gelene kadar bekler miyim sanıyorsun? Hiçbir zaman, asla! Tabii ki bu komşunu küçük görmek anlamına gelir. Bizde çöp, komşunun kapısının tam önüne konur. Saygı diye bir şey bilinmez. Bizim kentte bu yaz bu sıcakta gürültü dayanılmaz hale geldiği için iki cinayet işlendi. Biri hemen burada oldu. Tüm sokak bütün gece gözünü kapayamıyordu. Bu durumda biri silahını çekip gürültü çıkaranı vurdu… Doğal bu. Vicdan azabı, bilinmeyen bir büyüklük. Sol bir retoriğimiz var, ama sol bir üst-ben bilmeyiz. İyi bir çobana, güdücüye gereksinmemiz yok. Daha beter diyebilirsin. Dersen de! Ama bütün bu durum içinde bir iyi yan da görüyorum ben. Siz hep bir kurala dayanmak zorundasınız ve bu kural içinde batıp gidersiniz. Biz kolektife hiçbir yetki vermeyiz, bu da bizi özgür kişiler kılar. Bu durum bu ülkede tüm ideologların bozguna uğramasına yol açıyor. Faşizm de böyle bozguna uğradı. Biz hepimiz birer başbuğ, birer şef, birer kraliçeyizdir; her birimizin bir yerlerde söz hakkına sahip bir yeğeni vardır ya da biriyle aynı okula gitmişizdir, ona telefon edebiliriz, itfaiyede çalışan biri dahi olsa orada en önemli kişidir… Böylece herkes birbirine yardım edebilir. Adı konmadan, kurallara bağlı olarak, bilgisayarla değil; kişisel olarak, aracısız ve acımasız. Ben bir işe el atabilirsem, dostlarım için, mesai arkadaşlarım, müşterilerim için bir şey yapabilirsem sevinirim. Başhekimle arkadaş olduğum için, ne yapacağını bilemeyen hastaları hastahaneye sokarım, hiçbir sigortaya bağlı değilse bile ona bakarım, hiçbir belgesi, kanuni hakkı olmasa da… non è in regola… anlıyor musun? Tersi de olur tabii, ona gereksinmem olduğunda o da bana bakar. Bu yüzden İtalya’da sosyal demokrasi olmaz, bu yüzden yasalar ölü kâğıtlardır, devlet de soyut bir yiyicidir, hiç doymak bilmeyen bir canavar. Hepimiz kendimiz ve kendi yakınlarımız için, her ne pahasına olursa olsun, tüm tehlikelere karşı — bizim ahlâkımız budur.
Açıklama denemeleri. Hipotezler. Bahaneler. Eski, çok eski bir öyküdür bu… İtalya’nın geç kalan birliğine bağlıdır, hiç de tam bir birlik olmamıştır… Halka karşı sert tavırlar alan, aşırı bir güvensizlik içinde olan ve işgal kuvveti gibi davranan devlet yüzündendir… Akdenizli karakteridir bu, İspanyollar, Levantenler, Yunanlılar’da olduğu gibi… Kapitalizm öncesi görüşlerdir, feodalizm kalıntıları… Marx’ın sözünü ettiği “parayla ödeme”yi reddetmedir bu, paranın görünmez gücü, boş ve belirsiz bir eşitliğe iter insanları… Tarımsal koşullarda yaşam savaşı veren geleneksel aile düzeninden kaynaklanıyor… Geri kalmışlığımızın bir işareti… Democrazia Cristiana’nın tarihi suçu… Partilerimizin ataerkilliğinden kaynaklanıyor, sosyal alanı tıpkı haydut çeteleri gibi aralarında bölüştürmelerinden… Burbonlar’ın hükümdarlıklarından bize miras kalan davranış biçimleri… Kilise devletinin mirası… Güneyin intikamı bu, Kalabriya ve Apulialılar’ın, Napolili ve Sicilyalılar’ın devlet mekanizmasına getirdikleri hastalık, şimdi toplumun tüm gövdesini sardı…
Hayır, diyor bir başkası, bunların hiçbiri değil. Sana suçun nerede olduğunu söyleyeyim; ufak devletçilikte, yerellikte. Venedikliler dışarıdan gelen herkesi para ödemek durumunda bırakıyorlar, dışarıdan gelen yabancı sayılıyor, yani Mestre’nin ötesinden gelen herkes yabancı. Ceza olarak vaporetto için üç dört mislini ödüyor. Geçenlerde kentin babaları yarımadalarına giriş ücreti koymaya kalkıştılar, ayakbastı parası, bir çeşit yol parası, tıpkı Ortaçağ’daki gibi. Aslında doğru. Çünkü İtalya’da İtalyan yok, oraya yerleşmiş, göç etmişler var. Herkes kendini tıpkı sanat tarihinde olduğu gibi doğduğu yere göre adlandırıyor: II Parmigiano, il Veronese, il Perugino. Değişmiyor da: Torinolu hep Torinolu kalıyor; çok uzun zamandan beri Cagliari’de yaşasa da. İşte bu herşeyi açıklar, bu yüzden hep aklı başında, hep temkinli. Sardunya’yı anlamamasını da açıklıyor kökeni. Hiç haberi yok ki zavallının oralardan!… Böylece İtalyanlar karşılıklı olarak yabancılıklarını, özelliklerini, eşitsizliklerini koruyorlar.
Öte yandan bu durum her iki İtalyan’dan birinin büyükelçi rolünü üstlenmesine neden oluyor. Giglio’da doğan Milanolu kız o adadan gelen herkesi davet etmek, yatırmak, korumak zorunda kalıyor, oysa 40 yıl önce ayrılmış oradan; arada bir üç gün için gidiyor adaya, yaşlı annesini Paskalya’da ziyaret etmek için… Ama ne çare. Oraya bağlı. Orayı temsil ediyor. O bir elçi. Giglio onun başkenti ve öyle de kalacak, onun merkezi orası. Milano için hiçbir şey yapamaz… Böylece ayrıcalık doğumla başlıyor. Burada ya da başka bir yerde değil de orada dünyaya gelmiş olmak bir armağan. Öteki köyleri, yerleri, ülkeleri, kıtaları insan beğenebilir, ama nasıl kıskanır ki? Ya da nasıl sevebilir? Asla!… Böylece her bir İtalyan kenti en büyük kent oluyor, herkesin kabul ettiği bir tek istisna dışında; neden bilmiyorum ama bu istisna kentin adı Rovigo. (“Ah, Rovigolu musunuz? Yazık.”)
Aşırı biri (devam). Diyor ki:
Hem eşitlikle ne yapacaksın ki? 1789’un tüm sloganlarının en boşu bu. Senin sözünü ettiğin eşitlik bir hayalet. Hiçbir zaman birazcık bile olsun gerçekleşmedi. Yoksa sözümona sosyalist ülkelerde bu kavramı hak etmiş bir şey olduğunu mu sanıyorsun? Güleyim bari! Peki ya sizde, o uslu, iyi korunmuş, düzenli kuzeyde nasıl durum? Çıkarcılık, karışıklık, kayırmaca, rüşvet, imtiyaz yok mu?
Bana neyle karşı çıkacağını biliyorum. Ezbere biliyorum! Biçimsel vatandaşlık eşitliğine sığınacaksın ve bunu en abartılı biçimde öveceksin. Kanun önünde eşitlik… Zenginlerin de vergi ödemesi… Tıpkı herhangi biri gibi senin de tavsiye mektubuna gereksinmen olmaması, korunmaya, galoppino’lara, “hatıra gönüle” gerek kalmadan belli haklara sahip olman… Belki de adsızlığın sivil sevinçlerini, hizmet sektörünün, malların, düşüncelerin, mevkilerin ve idari dosyaların kişilere dayanmadan değiş tokuşunu öveceksin. Bana, yabancılaşmanın bir haz, dikkat çekmemenin bir rahatlama olduğunu ve sizin tüm olabilir dünyaların en iyisinde yaşadığınızı, yani temiz, hijyenik olan ve pürüzsüz çalışan bir sosyal makinede yaşadığınızı kanıtlayacaksın…
Ama burada ufak bir noktayı unutuyorsun dostum. Buna ödediğiniz bedelin ne olduğunu unutuyorsun: Konformizm, ahlâki budalalık, ikiyüzlülük. Çünkü herkesin herkese karşı sürdürdüğü mücadelenin inkâedildiği, her kendinden memnun bürokratın kendini iyi, tok gönüllü, dürüst sandığı yerde, protestanlığa has ikiyüzlülük egemendir ve bu kendini aldatmayı paylaşmak istemeyen herkesi o aldatıcı kepazelik saracaktır.
Bana milyoner olduklarını inkâr eden milyonerler gibi görünüyorsunuz; ikinci mevkide giden, eskimiş ceket giyen ve utandıkları için imtiyazlarını gizlice kullanan milyonerler gibi. Ölüm kalım savaşı söz konusu olduğu zaman Frankfurt’ta olsun, Stockholm’da olsun herkes en iyi doktoru, en pahalı hastahaneyi ister gücü yettiğince, ama doğal olarak gizlice ve ortalığı kızıştırmadan ister. En radikal İngiliz sendika ağası bile çocuklarını, kaldırılmasını savunduğu public school’a gönderir… Gerçek şu ki, siz gerçeğe tahammül edemiyorsunuz! Sizin sosyal demokrat ütopyalarınızı, İsveç hayallerinizi, çıplak gücün kendini suçsuz melek sanarak beyaz geceliğe büründüğü düşlerinizi saçma buluyorum.
Güç sahipleri. İtalya’da söz sahibi olan hiç kimseye bu çeşit kılıflar giydirilemez. Bütün ayrıcalıkların ayrıcalığı olan güç saklanmaz, gösterilir, sergilenir, hayranlıkla karşılanır. Hiç bıkılmayan bir sohbet konusudur. Değişimler ve ayrıntılar, çaprazlama ilişkiler hararetle tartışılır. Entrika, kimsenin dışında kalmak istemediği bir zevktir. Biçimsel, kişi dışı, nesnel, uzak güç uygulama biçimleriyle kimse ilgilenmez. Güce, ancak bir kişide söz konusu olduğunda ve insana çok yaklaştığında gerçek gözüyle bakılır ve ciddiye alınır. İnsan onu eliyle tutabilir, tutmak da ister; mana’sından, elektriğinden birşeyler geçer onu tutana. En çok kullanılan afrodizyaktır. Potenza sözcüğünün sözlük anlamındaki siyasal kullanım, doğrudan doğruya cinsel kullanıma dönüşür. Ünlü bir Sicilya atasözü bunu son derece incelikle anlatmıştır: “Commandare è meglio di fottere.” (“Emretmek cinsel ilişkiden iyidir.”)
Romalı bir bayan, bir yandan ürpererek, öte yandan da müthiş bir zevk alarak, İtalya’nın yeni seçilen başbakanı üzerine şu düşündürücü cümleyi söyledi: “Çok fallik bir adam.” İtalyan politikasının, herkesin hayran olduğu büyük ustası Andreotti’nin, bir kardinalin oğlu olduğu söyleniyor. Kendisi son derece sakin bir biçimde, bir adamı yiyip bitiren şeyin güç değil, güç eksikliği olduğunu söyledi.
“Palast” (Pasolini, ülkesinin devlet mekanizmasına bu adı verdi ve bu gündelik dile girip yerleşti) için geçerli olan en ufak köpek kümesi için de geçerli; Pavia’daki zanaatkârlar sokağının, oyuncak hayvan sektörünün, kürek kulübünün, hepsinin bir başkana gereksinmesi var.
Bir kez, Milano’daki bir partide bana hafif kırlaşmış saçlı, uzun boylu ama biraz kambur, orta yaşlı bir adam gösterilip kulağıma: “Şuna bak! Bu adamın genç İtalyan şiiri üzerinde büyük bir gücü var,” dendi. Daha önce bu adamın adını hiç duymamış, ondan tek mısra bile okumamıştım, yanımdan geçip gider gitmez adını da unuttum. Hepsi de edebiyatla uzaktan yakından ilgili olan konuklar o gittikten sonra bana özel hayatını, entrikalarını, stratejisini, eksikliklerini açıklamakta ısrar ettiler… Bu durumda “güç” sözcüğünün kullanılmasının fazla kaçıp kaçmadığını sordum onlara. Kimsenin okumadığı ince bir iki kitap çıkartmış, bir iki festivale davet edilmiş. Parası, kariyeri, politikası yok… Anlatılan bana suda havan döğme gibi geliyor. Asla, diyorlar, kimse onu çiğneyip geçemez. Ne diyorsun sen, ona ulaşmak için kaç saat bekleme odasında çakılmak, kaç telefon etmek, kaç tavsiye mektubu almak gerekli bir bilsen!… Hele onu kendine düşman edersen, o zaman Tagliato fuori, cüzzamlı sayılırsın! Artık yok bil kendini!
“Ben acıyorum ona,” dedi birden, ufak, sıska, çirkin bir şaire. “Sence özellikle bu pistte, arslanların dişlerinin olmadığı, fok balıklarının topu tutamadıkları bu sirkte müdür olmak bir zevk değil mi? Herkes kendi ayrıcalığının bedelini ödemek zorunda, müşteri tavsiye için, politikacı oy için, gangster korunmak için. Diyelim ki zavallı G. şeftir, ayrıcalıklıdır, bunun için onun da başkalarına ayrıcalıklı davranması gerekir. Hiçbir şey kendiliğinden olmaz. Bisogna strappare tutto Şeyh yalnız şeyh değil aynı zamanda da kurbanlık koyun. Kendini hep şişirmek, hep en büyük oymuş gibi davranmak zorunda. Temsil etme görevi, davetler verme, ödeme, düzeyi koruma. Ve bunların hepsi şiir uğruna! 1200’lük bir tirajda! Siz ne derseniz deyin, ben bunu kahramanca buluyorum!”
Çevresindekilere baktı, öfkeli bakışlarında en ufak bir alay belirtisi yoktu!
Bir düş. Yüksek eski tarz bir iskemlede oturuyorum, yatar duruma geçecek şekilde geriye kaykılabiliyor. Duvardaki yüksek, sim dökülmüş aynalarda bir yığın tanıdık görüyorum. Köyün insanları, uzun tahta bir banka oturmuş bekliyorlar: tütüncü, papaz, üzüm yetiştiren köylü, benzin istasyonundaki adam. Sohbet ediyor, gazetenin sayfalarını çeviriyor, sigara içiyorlar. Dışarda dükkânın önünde öğle sıcağında Piazza’da çomarlar bağırışıp duruyor. Dişsiz berber yüzümü henüz sabunladı. Duvardaki saat on ikiye bir varı gösteriyor.
O sırada kapı açılıyor, içeriye ufak, şişko, kabak kafalı bir bey giriyor. Kahverengi elbisesi yeni ütülenmiş, yakasında nişan şeridi, belinde saat zinciri var, ayakkabıları sivri uçlu ve çok parlak. Durup çevresine bakınıyor. Tüm konuşmalar şıp diye kesiliyor. Berber yeni müşteriye koşuyor hemen. Şaşkınlıkla, tütüncünün onun şapkasını aldığını görüyorum, papaz ceketini çıkartmasına yardım ediyor, benzinci ona gazetesini uzatıyor. Şişko bir kelime bile söylemiyor. Uzun pembe dilini dudaklarında gezdiriyor ve benim yanımdaki iskemleye haşmetle oturuyor. Hemen kolonya sürülüyor ona, yüzü sıcak ve soğuk havlularla örtülüyor, masaj yapılıyor, pudralanıyor, taranıyor. Benimle ilgilenen yok, yüzümdeki sabunun yavaş yavaş kuruduğunu hissediyorum, ayağa kalkıp protesto etmek istiyorum, ama sandalyemden kalkamıyorum. Hava sıcak. Şişkonun cildinde usturanın gidip geldiğini duyuyorum, parmakların çıkarttığı sesleri. Uzun bir süre geçiyor. Sonra şişko kalkıyor, herkes ona teşekkür ediyor, bahşiş vermiyor, para da ödemiyor, ama berberin çırağı elini öpüyor. Gözümü dikip nefretle bakıyorum ona, çünkü en sonunda kiminle karşı karşıya geldiğimi anlamış bulunuyorum: Bu şişirilmiş balon, bu küçük şişko “güç”ün ta kendisi.
O kapıdan çıkar çıkmaz herkes gülerek dizlerine vuruyor, gazetelerini ellerine alıyor ve yeniden sigara yakıyor. “Neden hesap ödemiyor?” diye soruyorum. “Neden herkes gibi sırası gelene kadar beklemiyor?”
Çırak bana şaşkınlıkla bakıyor. “Ama o hergün saat tam 12’de buraya gelir,” diyor yaşlı berber, “ve tıraş olur”.
“Neden buna izin veriyorsunuz?” diye bağırıyorum öfkelenerek. “Neden öldürmüyorsunuz bu köpeği?”
“Siz karışmayın,” diyor tütüncü.
“Bizim işimiz bu,” diyor papaz. “Aptal yabancı,” diye mırıldanıyor benzincideki adam.
Ayağa kalkıp dükkândan dışarı fırlıyorum. Birden Milano’nun ortasındaki caddedeyim, San Babila’nın karşısında, boynumda berberin sürdüğü beyaz köpükler. Korkunç bir trafik var. Ufak bir çocuk, parmağıyla beni gösteriyor, ordan gelip geçenler bana bakıp gülüşüyor.
Bozuk ParaCeplerde çiklet, yığınla çiklet, tramvay biletleri, kullanılmaz tükenmez kalemler, birbirine yapışmış pullar, karamelalar, hazır çorba kutuları… Biliyor musunuz müsteşar bey? Hatırlıyor musunuz sevgili dostlar?
Tabii ki hayır. Hepsi omuz silkiyor. Sanki Arnavutluk kralı Zogo’yu ya da 1938 yılının sonuna doğru birkaç milyon İtalyan’ın hayranlık duyduğu Tunus-Korsika-Cibuti sloganını sormuşum gibi… Kesin bellek yitirilişi. Oysa çiklet çağı, hazır çorba kutusu günleri, bozuk paranın büyük krizi geçeli sadece dokuz, yedi, beş yıl oldu. 2 200 yıllık para tarihi olan Roma kenti… Çifte muhasebe defteri tutma geleneğini Avrupa’ya kazandıran ülke… İpotek ve Kredi, bakiye ve iskonto, acyo ve bilanço, bütün bu terimler buradan yola çıkarak dünyayı sardı; banka sözcüğü bile İtalyanca’dan geliyor… Tarihindeki en büyük patlamadan sonra daha da zenginleşen ve dünyanın sekiz endüstri gücünden biri olan bu ülke, yuvarlak teneke parçacıklarını, günlük yaşamda her yerde son derece gereksinim duyulan ve ezelden beri hep var olmuş olan o paracıkları vatandaşlarına veremedi. O zamanlar İtalya’da telefon etmek isteyen, birkaç domates almaya kalkan, bir kahve içmek isteyen, bir mektup atan karamela almayı da hesaba katmalıydı. Hem de on dört gün değil, metal işçileri grev yaptığı için değil, üç ay da değil, bozuk paralar yandığı için de değil, M.S. 1975-1979 yılları arasında tam beş yıl İtalya’da çiklet, Okyanus adaları ve Afrika’da eskiden deniz kabukları neyse, aynen öyle ödeme yerine geçti.
Bu olay İsviçre’de olsaydı, herhalde on dört gün sonra hükümet devrilirdi, çünkü orada ülkenin parası kutsal varlık gibi korunur. Japonya’da sorumlu bakan mutlaka Seppuku yapardı, yani harakiri. O ağır Sovyetler Birliği’nde bile belki bir iki yetkili çölü boylardı. İtalya’da ise hükümetler bu skandala rağmen soğukkanlılıkla oturdular yerlerinde. Bir tek turistler çileden çıktı. Yerliler çileci bir sabır gösterdiler ve yeni buluşlar yaptılar. Ülke sorunun sihirli çözümünü bulana kadar birkaç ay geçti, sonunda o yılların olağanüstü buluşu olan o dâhiyane oyun bulunmuştu. İtalyanlar yetkili bakanlığın horlamasına izin verip paralarını kendileri bastı: Kolomb kâğıdını, miniçeki.
Hemen ardından dükkân kasalarına her renkte milyonlarca kâğıt parçası yığıldı. Bu çeklerin para karşılığının otuz, yüz, üç yüz milyar lireti bulduğu söyleniyor. Bu ulusal tekelde herhangi bir denetim söz konusu olmadığından bu rakamlarda yapılan bir yanlışlık da söz konusu olamaz.
Bu tip toplumsal oyunlarda her zaman banka kazanır, ama herşeyin yolunda gitmesi için oynayanlara da bir şans tanımak gerekir… Veznelerin bulunduğu hole giriyor ve kendi hesabıma birkaç milyon liret yatırıyorum. Kâğıt para zaten yeterince var, bunları basan matbaa harıl harıl çalışıyor. Yatırdığım para karşılığında banka bana kurutma kâğıdına basılı yığınla miniçek veriyor, 50 ve 100 liretlik. Bu bozuk parayı tedavüle koyuyorum, dükkânda, gişede, lokantada. Banka memnun. Faizsiz olarak yatırdığım parayla iş görebilir. Şık bir pay… Çeklerim tedavülde, yırtılıp unutulup atılıyor. Bunların ancak üçte ikisi bozdurulabiliyor, ya da sadece yarısı… Kontrolü olanak dışı, çünkü bu karmaşa içinde doğru bir muhasebe tutmak konusunda kim ısrar edebilir ki? Birkaç yıl sonra bankadan hesap durumunu soruyorum. Durum bilinmiyor. Ama bir yolunu bulup anlaşacağız. En basiti ganimeti bölüşmemiz: ben ve banka, banka ve ben. Oyuncak para yıllarında ülkenin tüm maliye kurumları, ayrıca sendikalar, mağazalar, otoyol idareleri, gazeteciler, devlet kurumları, ticaret odaları ve belki de karaborsacı firmalar ve bankerlerin büyük bir bölümü bu şemaya göre davrandı.
O zamanlar Asya’dan yaptığım herhangi bir gece uçuşunda Dünya Bankası için gezide bulunan İtalyan asıllı bir Amerikalı’yla karşılaştığımı anımsıyorum. Uçağın gece ışığının yarı gölgesi altında —diğer yolcular çoktan kıvrılıp uykuya dalmışlardı— bu soluk yüzlü, konuşkan, çelimsiz Cenovalı, bir an rahat oturamayan adam, İtalyan milyarlarının iç yüzünü anlattı bana.
“Gerçek çılgınlık! Bu miniçekler çılgın bir kredi yaratma formülü, doğal olarak da enflasyonist görünüyorlar… Benim hemşerilerim enflasyonu sever. Aslında ondan yakınırlar, ama vazgeçmek de istemezler. Sıfırlar ne kadar artarsa o kadar iyidir. Böylece herkes milyoner olur. Başka ülkeler olsa çoktan kuru değiştirip 1:100 ya da 1:1000 yapardı. Roma’da liret denilen paranın bir ağırlığı vardır oysa, tek bir liret öyle fazla kıymetli olamaz… Austerity kokar sonra, kısıtlama, yoksunluk kokar! Buna karşılık enflasyon, ekmeğin mucizevi bir şekilde çoğaltılmasıdır, ekonomik sorunların sihirbazlıkla çözümü demektir… Karşı konulmaz bir baştan çıkartma dostum! Gerçek şu ki biz en az yirmi yıldır gerçek durumumuzun çok üzerinde bir yaşam sürüyoruz.”
“Hoş bir durum,” dedim. “Gönlü bol insanlarsınız. Yaşam tarzı, lüks, Avrupa’nın neresinde kaldı ki? Yalnız İtalya’da…”
“Saçma. Hepsi kendini beğenmişlik. İtalya’daki savurganlık ulusal bir çılgınlık olduğu gibi, sosyal bir zorlama da. Otomobiller hep bir model büyük, lokantadaki hesap hep bir sıfır fazla… Büyük adam pozuna girmiş bir yığın işe yaramaz.”
“Ama tasarruf ortalaması,” diyecek oldum. “Japonlar’ınkinden %12 fazla! Nasıl oluyor bu: Hem paranı camdan fırlat, hem de biriktir?”
“Zürih ve New York’ta hesapları olan dolar ya da frank milyarderlerini hesaba katmadık henüz! Zarar yok, bu ne de olsa çalınmış kara para, rüşvet ya da uyuşturucu parası… Haklısınız, İtalyanlar deli gibi para biriktiriyor. Ama gizlice. Başka yerde fazilet olan olay bizde gizli bir yük. Açıkça kendini mahveden birine herkes hayranlıkla bakar. Parasını harcamak istemeyen biri ise düpedüz paryadır. Parayı sevmek bizde korkunç bir günahtır, bir çeşit ahlâksızlıktır, cezasız kalmaz — suça yönelik enerji de bu yüzden artar. Hasis bir İtalyan’dan daha yağlı, daha iğrenç, daha kararlı bir hasis olamaz… Ben Cenovalı’yım. Ne dediğimi biliyorum.”
“Peki ya devlet?”
“Aynıdır. Resmi bir vezneden paranızı almaya kalkın hele! Henüz gelmeyen profesör maaşları… Avrupa’nın Venedik’i kurtarmak için akıttığı milyarlarca liret nereye gitti acaba? Kimse bulamadı bunu… bir yere takıldı kaldı… kuma gömüldü… görev yolundayken… yetkililerde… dosyalar arasında… komisyonlarda. Devlet hazinesinin kör eli! Ya da şu gülünç döviz işlemleri… emekli maaşları… vergi iadeleri! Devlet bunları hissedip geri çekiyor. Müthiş bir kabızlık çeken, görünmeyen, soyut bir hasis. Öte yandan herhangi bir gazeteyi açtığınızda hep ‘delikler’; borç açıkları görüyorsunuz. İtalya’da yığınla bulunan ve adları IRI, ENI, IMPS diye kısaltılan bu kurumların herbiri dipsiz kuyu. Bunlar söz konusu olunca devletin bereketi artıyor, ishal gibi akıtıyor paraları. Paranın dayanıklılığı birden değişiyor. Her zaman rastlanmayan bir koku bu, soyut bir savurganlık, acaip bir şey.
“Tutmak ve savurmak arasındaki bu çelişki yalnız bir tek biçimde halledilebilir: Püf noktalarının püf noktasıyla, çoğaltma büyüsüyle, enflasyonla! Bozuk paranın yok olması bu büyülü ameliyatın anlamlı ifadesinden başka bir şey değildir. Maden rahatsız eder, çok serttir, ele sığar, bunu eritmek gerekir, kurutma kâğıdına dönüşür, çiklet olur, küçük bir çikolata parçası olur ve pantolonun cebinde erir gider. Kimse de buna şaşmaz, kimse ürkmez, kimse kılını kıpırdatmaz.”Kimse mi, gerçekten kimse mi? Tersine! Ben uzun yıllar süren acı “tartışma”yı, iğnelemeleri, çağrıları, yorumları, protestoları, aydınlığa kavuşturmaları, başyazıları anımsıyorum. Bozuk para skandalı, kapışmak için iyi bir bahane olmuştu; dedikoduların yeşerdiği ideal bir alan, teorilerin ve şakaların üretildiği bir yer olmuştu. Hukukçular hemen harekete geçmişli. Kâğıt kırıntılarını, lümpen parasını, cüce çekleri çok ayrıntılı, aynı zamanda da can sıkıcı bir analize tabi tuttular. Sahte para basanlar bankalar mıydı? Bu kâğıtlar yasal mıydı? Perugialı bir yargıç zekice verilmiş bir karara dayanarak 1976 sonbaharında tüm miniçeklerin İtalya’nın her yerinde imhasına karar vermişti ve polisi aylarca meşgul etmişti. Birkaç ay sonra Milanolu bir yargıç daha da kurnazca bir buluşla kararın kaldırılmasını sağlamış ve Vicenzalı bir dişçi olan müsteşar parlamento önünde şu açıklamayı yapmıştı:
“Hükümet…. hmm, hmm…. miniçeklerin kanunlara uygun olup olmadıkları konusunda… hmm, hmm…. hep olumsuz bir tavır almış… Bunların çıkarılışında anormallikler vardır… falan, filan… özündeki anlama dayanarak şunu belirtmeliyiz ki çekler konusunda geçerli kararnamelerin açıkça çiğnenişi söz konusudur… hmm, hmm… çünkü bunlar de facto peşin para olarak asla kullanılamazlar.”
Bu olağanüstü söylev, hükümetin olayı nereye çekmek istediğini oldukça iyi tanımlıyordu: Olayların ısrarla reddini. Buna karşılık halk gündelik yaşama ürkütücü bir biçimde uyum sağlıyordu. Perakende ticarette fiyatlar, bozuk para sıkıntısını giderebilmek için yukarıya doğru yükseliyordu. Bir gecede meydana gelen karaborsada bozuk paralar %10-15 fazlasıyla satılıyordu. Bu da en son bozuk paranın da ortadan kalkmasına yol açtı; bozuk para sistemli olarak tedavülden kaldırılıyordu. Karaborsanın önemli bir kaynağı toplu taşımacılıktı: Venedik otobüs ve vapur idaresi, memurlarından bozuk paraları okutmak yerine idareye getirmelerini isteyince, biletçiler greve gitmekle tehdit ettiler idareyi…
Hayal gücü kuvvetli olan kişiler miniçekleri taklit etmenin çocuk oyuncağı olduğunu anlamakta asla gecikmediler. Piyasada olan 3 000 çeşit miniçek arasında sahtesi dikkati çekmiyordu. Aslında bankalarla rekabete girmek de gerekmiyordu, çünkü resmi miniçeklerle de olağanüstü spekülasyonlar yapılıyordu. Her yeni emisyonu toplayan binlerce kişi belirdi. Yeni basılmış çekler bir daha görülmemek üzere bunların ürettikleri albümlerde yok oluyordu; bunlardan bir milyon satıldığı söyleniyor. Bir milyon albüm! Torino’daki Balûn’da, Roma’daki Porta Portese’de, Milano’daki Piazza dei Mercanti’de ve ülkenin tüm diğer koleksiyoncu borsalarında bu albümler fiyatları artırdılar. Özellikle az bulunur 100 liretlik miniçekler kısa süre sonra bine, beş bine satıldı. Spekülasyon fırtınası öylesine esti ki koleksiyoncular için çok az sayıda sahteleri, taklitleri, eksik renklileri basıldı, bunlar koleksiyoncuların hazırladıkları kataloglara girerek akıl almaz fiyatlara satılıyordu.
Neden oldu bunlar? Nereden çıktı? Sebebi neydi Allah aşkına? İtalyanlar delirmiş miydi? İtalyanlar yuvarlak teneke para basıp üzerine yazı yazma sanatını unutmuşlar mıydı? En çok sözü edilen açıklamalardan bazılarını burada topluyorum:
1. “Maden yoktu.” (Banka memuru, Venedik 1977)
2. “Japonya ve Singapur’da bizim bozuk paralardan düğme yaptılar, bu yüzden bozuk para kalmadı.” (Tiyatro eleştirmeni, Roma 1983)
3. “Sendikaların suçu. İstekleriyle tüm ülkeyi harabeye çevirdiler. Bu yüzden bozuk para da hükmünü kaybetti.” (Taksi şoförü, Milano 1976)
4. “Kutsal yıl dolayısıyla ülkemize gelen yabancılar bozuk paramızı hatıra olarak götürdüler.” (İtalyan Cumhuriyet Hazine Bakanı, 1975)
5. “Küçük adamın sırtından dev bir iş çevirmeye ant içen bankaların marifeti bu.” (Komünist sendikacı, 1977)
6. “Bozuk para pahalıya mal oluyor, meclis de bu ücreti ödemek istemedi.” (Ayakkabı satıcısı kadın, Como 1983)
7. “Yüzlük liretler dev benzin kamyonlarında İsviçre’ye taşındı ve orada saat kılıfları yapıldı.” (La Stampa, çok ciddi bir Torino gazetesi, 1976)
8. “Bozuk para çok ender olarak boşaltılan otomatlarda duruyor.” (Garson, Napoli 1976)
9. “Bozuk paranın bugünkü konumunda, üretimin dengeli olarak çoğaltılmasını ve personelin güvenliği ve sağlığı için asgari koşulları sağlayamayız.” (Senato komisyonu kararı, Maliye ve Hazine Bakanlığı, 1976)
10. “Ne istiyorsunuz siz, biz böyleyiz işte… Siamo negali per queste cose… Yapılacak bir şey yok… Sistemin suçu… È un casino, un paese di merda… Güneyli tüm memur ve politikacılar… Aslında Avusturyalılar’ı ülkeden kovmakla hata ettik. (Vox populi, 1975-1983)
Bu açıklamalarda dikkati çeken üç şey var. Birincisi, hepsi de yanlış. İkincisi, açıklamak istedikleri olayı baskıyla inkâra kalkışıyorlar: yalnız bir tanesi, senato komisyonunun açıklaması bozuk paranın işlevine değiniyor. Üçüncüsü de, hiçbir bilgiye dayanmayan bir fantezinin ürünleri olmaları. Ya hikâyeye ya soyutlamaya, ama her şeyin üstünde de mitomanlığa eğilim gösteriyorlar. Bu öykülerin çoğunda bir paranoya seziliyor. Bozuk para felaketinden bazı bilinmeyen karanlık güçler sorumlu tutuluyor (“sistem”, “bankalar”, “sendikalar”, “güneyli memurlar”, yani mafya); ya da hırslı turistler, kötü niyetli İsviçreliler, görünmez Malezyalılar, çekik gözlü Japonlar zavallı İtalyanlar’ın zorla kazandıkları 100 liretçikleri ellerinden kapıp kaçmışlar.
Hiç kuşkusuz gerçek bambaşkaydı. Tüm gizliliklerin ve komploların altında yatan gerçek şu soruya dayanıyordu: Daha çok bozuk para basmanın yolu nedir? Bu vazgeçilmesi olanaksız bir gereklilikti. Hiç de yeni bir şey değildi, yıllardır biliniyordu. Saptanması için bir kâğıt, bir de kalem yeterliydi. Endüstri ülkelerinde tedavülde olan bozuk para miktarı %8 civarındaydı (Almanya’da %6, İngiltere’de %8, ABD’de % 10.5). İtalya’da ise bu oran önceleri %3, sonra % 1,8 ve en sonunda da %1,2’ye düşmüştü. Felaket kapıya dayanmıştı. Yalnız “politik güçler” körleşmiş bir hayvan gibi davranıyor, ama hayvanın enerji ve sezisinden yoksun olduklarından bu analizi yapamıyorlardı.
1968’de adı bilinmeyen bir memur tehlikeyi sezmiş… hissetmiş… ayrıca bir öneri hazırlamıştı. Yeni bozuk para basımı! Milletvekilleri neden olmasın deyip bu amaç için üç milyar liret ayırdılar. Sekiz yıl geçti aradan ve hiçbir şey yapılmadı. 1976’da bozuk para canavarı için yeni bir 12 milyar öngörüldü, Roma Belediyesi ise o sırada yeni bir bina planlamıştı. Kentin doğusunda Via di Grotta Gregna’da bir arsa bulundu. Mecliste bir müsteşar gene kalkıp (bu kez dişçi değildi) konuştu: “Bundan böyle, tüm sözünü ettiğim kısıtlamaları da göz önüne alarak, yeni bozuk para basılmasıyla ilgili projeyi incelemek durumunda olacağız.”
Gene o incelemede kaldı iş, kısıtlamalarda ve bakanlığın çekmecelerinde tozlanan projede.
Bozuk para eksikliği “fenomeni” ile o zaman yüzlerce ve binlerce gazeteci durmak yorulmak bilmedenilgilendi, ama yalnız ikisi suçun işlendiği yere girebildi, oysa Roma’daki gazete idarehanelerinden bir taksiye binilip on dakikada ulaşılabilecek bir yerdeydi. Aldo Santini ve Paolo Guzzanti adlı muhabirlerin 1976-77 yıllarında yazdıkları, şu görünümü ortaya koyuyordu:
“İstasyonun arkasında Via Principe Umberto’da 4 numarada yer alan eski bozuk para basımı bodrumu, endüstrileşmenin ilk çağlarından kalma bir izbe, Dickens’ın romanlarından tanıdığımız bir cehennemdir. Eski moda preslerin çıkarttığı gürültü kulakları sağır edecek kadar yüksek, 95 desibelle acı verici ses duvarına ulaşıyor. Birçok işçi sağır olmuş durumda. Sağlık koşulları anlatılır gibi değil. Her yeri toz ve örümcek ağı kaplamış. Gerektiği gibi bir havalandırma söz konusu değil. İşçi idaresi havada bulunan aşırı zehirden şikâyetçi. Her yerde enkaz haline gelmiş makineler durmakta, altlarındaki haddehane tamamen paslanmış durumda. Rutubetli bölümler o derece dar ki kıpırdamak olanaksız, duvar diplerinde sıçanlar oradan oraya koşuşturmakta. İşçiler ‘Kısa süre öncesine kadar paraları elimizle tek tek saymak zorundaydık,’ diyorlar. ‘Bizim çalıştığımız koşulları gösteren yönetmelik 1921’den kalma. İdare son derece beceriksiz. Bozuk para tamamen hapı yutmuş durumda,’ diyorlar.”
Beş yıl sonra İtalya’da istemediğiniz kadar bozuk para bulunuyor ve kimsenin aklına bu normalliği anmak bile gelmiyordu. Miniçeklere gelince, Milano’daki Via dei Mercanti’de demir parmaklıklarla korunan dükkânında bir para tüccarı bu konuda bana şunları söylüyordu: “Kimse istemiyor onları artık… Piyasa tamamen çöktü! O zamanlar milyonlar eden, ender bulunanları bugün 2000 lirete alabilirsiniz.” Memnun gülümsüyor, yaşlanmış cildinde kırışıklar meydana geliyor: “Hep söylemiştim ben! Ivır zıvırdı bunlar, bir bataklık çiçeğiydiler… Buna karşılık Liebig resmi, onlar dayandı!” Sanki Liebig resmini kendi bulmuş gibi bir havası vardı.
Roma’da telefon rehberine bakıyor ve devlet darphanesini eski adresinde buluyorum. On beş yıldır planlanan yeni bina henüz yapılmamışa benziyor. 1911’den kalma bu eski bina pembe boyalı Umbria şekerlemeleri tarzında, önünde makineli tüfekle maliye polisi duruyor… Kapıcı dairesinde TV-monitörleri, gösterişli bir mermer merdiven, devasa, eski tarzda yazı masaları. Bozuk paranın müdürü, Nicola Jelpo, bana işyerini gezdiriyor. Bodruma da iniyoruz. Metal dedektör kapısı önünde anahtarlıklar ve çakmaklar teslim ediliyor. Korkunç bir yere girmeye hazırım.
Bana gösterilen, ki ben her köşeye girmekte ısrarlıyım, son derece geniş, havalandırmalı bölümler… Tertemiz atölyeler, yoğun biçimde çalışılıyor, modern yapımhane yolları ve Almanya’dan ithal edilmiş yeni baskı makineleri. Gürültü büyük bir bürodakinden daha fazla değil. Her yer ferah, madalya, nişan, damga ve hatıra paraları basacak yerler de var. Sayma, denetleme, paketleme tamamen otomatik, kendi buluşları, çok iyi işliyor. Paranın kapasitesi üzerine sorduğum soruyu Bay Jelpo soğukkanlılıkla cevaplandırıyor: “Şimdilerde günde 1 – 1 1/2 milyon basıyoruz. Böylece ihtiyaç karşılanıyor. Ama bir günde bu kapasiteyi sekiz misline çıkartma olanağımız var. Hiç sorun değil.”
Bununla da bitmiyor! Roma darphanesi yurtdışından ve özel sektörden siparişler almaya uğraşıyor. “Proofs” adı verilen ve koleksiyoncuların topladığı parlatılmış gümüş sikkeler üretiyor el işçiliğiyle. Tedavülde olan 500 liretleri yepyeni bir biçimde üretmiş; yarı metal olan bu sikkelerin kenarları paslanmaz çelikten, ortası ise alüminyum-bronzdan meydana geliyor. Kurumun müdürü ayrıca 1980’de İtalya’nın Kısa Sikke Tarihi adlı bir kitabı çıkartmaya, Zecca müzesini yeniden düzenlemeye ve çoktan beri ihmal edilmiş olan kurumun geleneksel sanat okulunun yeniden parlamasına yardımcı olacak zamanı bulmuş. Tüm bunları sendikayla olağanüstü bir anlaşma içinde ve de değişmeyen personel sayısıyla yapmış… Yani söz konusu olan, anlatılması güç bir başka İtalyan mucizesi, tıpkı yıllarca ülkeyi kasıp kavuran ve ülkeyi çiklet tedavülüne sokan durumun anlaşılmazlığı gibi.
Bay Nicola Jelpo nazik, mesafeli, yaşı kestirilemeyen, koyu renk tenli, göz kapakları ağır bir güneyli. Şivesi Basilicata’dan geldiğini ele veriyor. Ağır, sakin ve düşünerek konuşuyor. Saçları Romalı gibi kıvırcık, burnu güçlü, kahverengi takım elbisesiyle pek hoş doğrusu…
Melankolik bakışları kendi konusundan söz edildiğinde canlanıyor. Bay Jelpo tam bir sikke fetişisti, başka söz bulunamaz onun için. Giuseppe Bianchi’nin atölyesinden çıkan bir sergi parçasını okşuyor parmaklarıyla, bakışları, merdiven sahanlığına yerleştirdiği kilise devleti zamanından kalma eski baskı makinesine mutlulukla takılıyor. Kendisi mühendis, 1967’de tekniker olarak sikke servisine girmiş ve 1978 Haziranı’nda müdür olmuş.
“Bozuk para sorunu doğrudan doğruya Hazine Bakanlığı’na bağımlı kalıp hareket özgürlüğünden yoksun olduğu sürece çözümsüzdü,” diyor. “Devlet bürokrasisi bir endüstri kurumunu yönetmekten aciz. Mevzuat baskı vericiydi. Birkaç örnek vereyim: Bizim atölyeler enkaz yığını gibiydi, çünkü devasa eski makineleri ne çıkarabiliyor ne de satabiliyorduk, iki bakanlık memuru yıllarca bunların taşınabilir mal olup olmadığı konusunu tartıştılar, bu tartışma bitmeden bir değişiklik söz konusu olamadı. Kendi bütçemiz yoktu. Yurtdışından ancak sabit fiyata makineler alabilirdik. Bakanlıkta alım kararı vermek yıllarca sürüyordu. Satın alınmaya karar verildiğinde, enflasyonla fiyatlar değişmiş oluyordu ve tüm işlem yeniden başlıyordu. 1976’da bizim baskı makineleri günde dört saat çalışıyordu, bugün on dört saat çalışıyorlar. Kamu hizmetleri sendikasının o zamanki toplu sözleşme anlaşması vardiya usulü çalışılmasına izin vermiyordu. Fazla mesai için para yoktu. Buna bir de gürültü sorunu ekleniyordu. Biz tüm bu sorunların nasıl çözüleceğini kesinlikle biliyorduk, ama bizi bırakmıyorlardı. Ben çoğu kez şapkamı alıp gitme raddesine geldim… O zamanlar hiçbir şekilde buranın müdürü olamazdım. Kararname bir uzmanın işin başına getirilmesine kesinlikle izin vermiyordu. Müdürlerin idareden gelmeleri gerekiyordu. Gelip gidiyorlardı, 4-5 yılda bir yenisi. Para nasıl basılır haberleri yoktu, öğrenmeye de zamanları yoktu, öğrenmeye kalksalar bile öğrenene kadar emekliye ayrılıyorlardı.”
Mühendis Jelpo’ya “Peki kimdi bütün bu karmaşanın sorumlusu?” diye sordum.
“Hiç kimse,” dedi, “hiç kimse ya da herkes”.
20 Nisan 1978’de İtalyan parlamentosu para basımının devlet sektöründen ayrılıp, devlet matbaasının özerk bir bölümüne bağlanmasını öngören bir kanun çıkarttı. Kurumsallaşmış sabotaja, budala pasaklılığa, bu yerleşik beceriksizliğe son vermek için başka bir şey yapmak gerekmedi: Bir yıl içinde miniçekler, kutu çorbalar yok oldu; üstelik mühendis Jelpo’ya göre, —ki kendisi daha yirmi yıl bu görevde kalacağı için sevinçli— ilelebet yok oldu.
Via Principe Umberto’daki bu feci bozuk ekonomiye büyük bir kayıtsızlıkla bakan politikacılar, 1978 yılının o ilkbahar gününde birden aydınlığa mı erdiler, bir çeşit Zenbudist aydınlanmaya mı kavuştular, diye soruyorum kendi kendime. Yoksa tam tersine dikkat mi etmediler? Sikkeyi felç edici vesayetlerinden kazara mı kurtardılar?
Hiç kimse bu işteki başarısızlığın cezasını ödemedi. Kesin bu. Yetkili bakanlar, müsteşarlar, müsteşar yardımcıları, genel müdürler ölmedilerse eğer, hâlâ yazlık villalarında oturuyor ve emekli maaşlarının tadını çıkartıyorlar. Kimse işinden olmadı, ceza yemedi ya da hesap vermeye çağrılmadı. İtalyanlarınkötü kalpli ve intikam alıcı bir millet olduğunu söyleyenler haksızlık ediyor. Tam tersi geçerli: Herşeyiaffediyorlar ve iyi kalplilikleri sınırsız.
Ama burada anlattığım öykü sevindirici bir mesel. Yalnız happy end’le bitmiyor, bir ahlâki ders de veriyor. Demek ki yeni binaya gereksinme yokmuş… Mali desteğe, hammaddeye ya da makinelere ihtiyaç da yokmuş… Sorun bu değilmiş… Herşeyin suçlusu gibi gösterilen İsviçreliler ya da Japonlar da değilmiş suçlu olan, ne de bankalar ya da sendikalar… Durmadan anılan paese di merda da bir bahane imiş!… Darphane gerekli olan herşeye sahipmiş, yani bilgi, akıl, inisiyatif. Eli kolu bağlı Güliver gibi yerde yatıyormuş ve politikanın cüceleri her türlü hayat damarını dondurmuşlar. İpler çözülür çözülmez Güliver harekete geçmiş ve işinin başına dönmüş.
Bunu yapmak için bir Avusturya geleneği de gerekmemiş; evet, ünlü Lombardiya erdemleri olmadan da işini halletmiş. Nihayet mühendis Nicola Jelpo ülkenin en güneyinden geliyor, Lucaniya’daki bir kasabadan. Halkın önemli bir bölümü birbirlerinin dizine kurşun sıkarken, birbirlerinin kulağını keserken, demir çubuklar, bisiklet zincirleri ve makineli tüfeklerle birbirlerine saldırırken ya da hiç değilse bunları tartışırken, “yeni dinamik orta sınıf’ mensubu ya da “post endüstriyel sosyalizasyon tipi” olmayan, daha çok eski moda, şişmanca bir bey olan Bay Jelpo… belki de Hıristiyan Demokrat’lara veriyordur oyunu… büyük bir soğukkanlılıkla en sevdiği iş olan para basma işinin peşine düşmüş.
Ceket cebinde şıkırdayan bozuk paradan daha önemli şeyler vardır, kabul. Ama Nicola Jelpo gibi insanlar olduğu sürece İtalya her zaman ayakta kalır.

Benzer İçerikler

Hayal Meyal

yakutlu

Ahmet Hamdi Tanpınar – Huzur (Roman Özeti)

yakutlu

Simyadan Kimyaya – Claus Priesner Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy