1886’da Alman farmakolog Ludwig Lewin adının sonradan verileceği kaktüsün ilk sistematik incelemesini yayınladı. Anhalonium lewinii bilim için yeniydi, ilkel dinler ve Güneybatı Amerika ve Meksika yerlileri için bu kaktüs hatırlayamadıkları zamanlardan beri arkadaşlarıydı. Aslında bir arkadaştan çok daha fazlasıydı. Yeni Dünya’ya ilk giden İspanyol gezginlerden birinin sözcükleriyle ‘Peyote dedikleri bir kök yiyorlar ve buna sanki bir tanrıymış gibi hürmet ediyorlar.’
Bu kaktüse niye bir tanrıymış gibi hürmet ettikleri; Jaensch, Havelock Ellis ve Weir Mitchell gibi seçkin psikologlar peyote’nin etkin maddesi olan meskalinle deneylere başladıklarında ortaya çıktı. Putperestliğin oldukça berisinde bir yerde durdukları doğru ama hepsi de eşsiz özellikler taşıyan uyuşturucu maddeler arasında meskaline ayrı bir yer vermek konusunda fikir birliğine vardılar. Uygun miktarlarda alındığında bilinç niteliğini daha derinden değiştiriyor ve fakat bir farmakoloğun repertuarında bulunan diğer herhangi bir maddeden daha az zararlı.
Meskalin araştırması Lewin ve Havelock Ellis’in günlerinden beri fasılalarla devam ediyor. Kimyacılar bu alkaloidi sadece yalıtmakla kalmadılar, bileştirmeyi de öğrendiler, böylelikle tedarik artık bir çöl kaktüsünün seyrek ve uzun aralıklarla ortaya çıkan ürününe dayanmıyor. Akıl hastalıkları uzmanları hastalarının manevi süreçlerini ilkelden daha iyi anlayabilmek umuduyla meskalin aldılar. Talihsiz bir biçimde çok az sayıda özne üzerinde çok dar bir alanda çalışan psikologlar bu maddenin daha çarpıcı etkilerini gözlemlediler ve tespit ettiler. Nörologlar ve fizyologlar merkezi sinir sistemini etkileyiş mekanizması üzerinde bazı şeyler buldular. Ve en azından bir profesyonel filozof, zihnin doğadaki yeri ve beyin ve bilinç arasındaki ilişki gibi eski ve çözülmemiş bilmecelere tutabileceği ışığı görmek için meskalin almıştır.
Sorunlar, iki veya üç yıl önce yeni ve belki de daha önemli bir gerçek gözlemleninceye kadar orada kaldı.1 Şizofreni ve meskalin fenomeninin nöropsikolojisi, psikolojisi, farmakolojisi ve biyokimyası üzerine çok sayıda inceleme hazırlanmaktadır. Aslında birkaç on yıldır gerçek herkesin gözünün içine bakmaktaydı ama, hiç kimse, öyle oldu, halen Kanada’da çalışmakta olan genç bir ingiliz Psikiatrist kimyasal bileşim olarak meskalin ve adrenalin arasındaki yakın benzerlikle şaşkına dönünceye kadar bunu farketmedi. Sonraki araştırmalar çavdardan çıkarılan ve son derece güçlü bir halusinojen olan liserjik asitin diğerleriyle yapısal biyokimyasal ilişkisi olduğunu ortaya çıkardı. Sonra adrenalinin ayrışımı sonucu ortaya çıkan adrenokromun meskalin alımı nedeniyle ortaya çıkan birçok belirtilere neden olabileceği keşfi geldi. Ama adrenokrom insan vücudunda muhtemelen kendiliğinden oluşuyor. Bir başka ifadeyle her birimiz bilinçte derin değişikliklere yol açtığı bilinen kimyasal anlık dozlar üretebiliriz. Bu değişikliklerden bazıları yirminci yüzyılın şu en karakteristik belasında ortaya çıkanlara benzerdir; şizofreni. Ruhi karmaşa kimyasal bir karmaşadan mı kaynaklanmaktadır? Ve kimyasal karmaşa da, böbrek üstü bezlerini etkileyen psikolojik sıkıntılardan mı kaynaklanmaktadır? Bunu iddia etmek cüretkarlık ve ilkellik olur. En fazla söyleyebileceğimiz şey bir tür prima facie (dış görünüş) durumu oluşturulduğudur. Bu arada ipucu sistematik olarak izlenmektedir, dedektifler —bio-kimyacılar, psikiatristler, psikologlar— iz peşindedirler.
Benim için bir dizi son derece şanslı şartlar sonucunda 1953 ilkbaharında kendimi bu işin tamamen karşı köşesinde buldum. Dedektiflerden biri iş nedeniyle Kaliforniya’ya gelmişti. Yetmiş yıllık meskalin araştırmasına rağmen bu dedektifin kullanabileceği psikolojik malzeme hâlâ komik bir biçimde yetersizdi ve buna bir şeyler eklemek hususunda çekingendi. Bir kobay olmak için olay yerinde ve istekliydim, daha doğrusu hevesli. Sonunda öyle oldu ki, bir berrak Mayıs sabahı, bir gram meskalinin onda dördünün eritildiği yarım bardak suyu içtim ve oturup sonuçları beklemeye başladım.
Birlikte yaşarız hepimiz, bir diğerimize etki ve tepki yaparız; ama her zaman ve her şartta kendi başımızayızdır. Şehitler elele girerler savaş alanına; tek başlarına çarmıha gerilirler. Birbirlerine sarılmış aşıklar umutsuzca yalıtılmış sevinçlerini tek bir benliküstülük halinde kaynaştırmaya çalışırlar boşuna. Doğası gereği her vücut bulmuş ruh yalnız olarak acı çekmeye ve zevk almaya mahkumdur. Duyular, duygular, iç görüler, hayaller – bütün bunlar özeldir ve, semboller ve ikinci eller vasıtası hariç, iletilemezler. Deneyimler hakkında bilgi biriktirebiliriz, ama deneyimlerin kendilerini biriktiremeyiz. Aileden ulusa her insan grubu bir ada kainatlar toplumudur.
Çoğu ada kainatlar nihai anlamayı hatta karşılıklı anlaşmayı veya duygu paylaşımını mümkün kılacak derecede birbirlerine benzerler. Yani kendi mahrumiyetlerimizi ve utançlarımızı hatırlayarak benzer şartlarda diğerlerinin kederini paylaşabiliriz, kendimizi onların yerine koyabiliriz (her zaman, tabii, biraz uzak kalarak). Ama bazı durumlarda kainatlar arası iletişim tamamlanmamış veya hatta varolmamıştır. Zihin hafızanın kendi yeridir ve delilerle olağanüstü yeteneklilerin yerleri sıradan erkek ve kadınların yaşadıkları yerlerden o kadar farklıdır ki anlama ve benzer duygulanım temeline hizmet için hafızanın çok az veya hiç ortak zemini yoktur. Kelimeler seslendirilir ama aydınlatamazlar. Sembollerin gönderme yaptıkları şeyler ve olaylar karşılıklı özel deneyim alemlerine aittirler.
Kendimizi diğerlerinin bizi gördüğü gibi görmek en çok faydalıarmağanlardan biridir. Daha az önemli olmayanı da diğerlerini onların kendilerini gördükleri gibi görme kapasitesidir. Ama ya bu diğerleri tamamen farklı bir türdenseler ve kökten yabancı bir kainatta yaşıyorlarsa? Mesela, deli olmanın gerçekten ne anlama geldiğini akıllılar nasıl bilebilirler? Veya yine görsel veya müzikal bir deha olarak doğmamış olanlar, Blake, Swedenborg ve Johann Sebastian Bach’ın evleri olmuş dünyaları hiç ziyaret edebilir miyiz? Ve ektomorfi ve serebrotonyanın uç sınırlarında olan bir insan kendini hiç endomorfi ve viskerotonyanın sınırlarında yaşayan bir insanın yerine koyabilir mi veya belli bazı sınırlandırılmış alanlar içindekiler hariç, mezomorfi ve soma-totonianın sınırlarında duran birinin duygularını paylaşabilir mi? Keskin bir davranışbilimci için böyle sorular herhalde anlamsızdır. Ama pratikte doğru olarak bildiklerine teorik olarak da inananlar için -yani deneyimin dışı olduğu kadar içi de olduğunu bilenler için- ortaya konan sorunlar gerçek sorunlardır, varlık için son derece ciddidirler, bazıları tamamen çözümsüz, bazıları da sadece olağandışı şartlarda ve herkesin bilmediği yöntemlerle çözülebilirler. Yani hemen hemen kesin bir biçimde görünüyor ki, Sör John Falstaff veya Joe Louis olmanın ne anlama geldiğini asla bilmeyeceğim. Diğer yandan hipnoz, veya örnekleme veya oto-hipnoz yoluyla, sistematik meditasyonla, ya da uygun uyuşturucuyu alarak görsel dehaların medyumların, hatta mistiklerin nelerden bahsettiklerini içerden bilebilecek şekilde sıradan bilinç halimi değiştirebileceğim bana her zaman mümkün görünmüştür.
Meskalin deneyimi hakkında okuduklarım başlangıçta bu uyuşturucunun en azından birkaç saat için Blake ve A. E. tarafından tarif edilen iç dünyaya girmemi sağlayacağı konusunda beni ikna etmişti. Ama beklediğim olmadı. Ben, gözlerim kapalı yatarken çok renkli geometrik görüntüler, mücevherlerle süslü ve olağanüstü güzel canlanan yapılar, kahraman varlıkların yer aldığı manzaralar, nihai ilhamın eşiğinde durmadan sallanan sembolik oyunlar görmeyi beklemiştim. Ama şu belirgindi ki manevi oluşumumun özelliklerini, mizacımın, eğitimimin ve alışkanlıklarımın gerçeklerini hesaba katmamıştım.
Şimdi ve hatırlayabildiğim kadar eskiden beri kötü bir hayalciyimdir. Sözcükler, hatta şairlerin gebe sözcükleri bile zihnimde görüntüler uyandırmazlar. Uykunun eşiğinde hiçbir rehavet verici görüntü beni karşılamaz. Bir şey hatırladığım zaman o hatıra kendini bana canlı görünen bir olay veya nesne olarak sunmaz. İradi bir çabayla dün öğleden sonra olan bitenin, köprüler yıkılmadan önce Lungarno’nun nasıl göründüğünün, otobüsleri yeşil ve küçük ve saatte üçbuçuk mil yapabilen yaşlı atlarla çekilen Bayswater caddesinin canlı olmayan bir görüntüsünü uyandırabilirim. Ama bu tür görüntülerin az bir varlıkları vardır ve kesinlikle kendilerine ait özerk bir hayatları yoktur. Bu görüntüler, Homer’in anlattığı hayaletleri ölüler diyarında ziyarete giden etten kemiktenadamların ilişkisi içinde gerçek, algılanmış nesnelere direnirler. Sadece ateşim yüksekken ruhi görüntülerim bağımsız hayata gelirler. Görüntüleme yeteneği yüksek olan insanlar için benim iç dünyam merak edilecek biçimde kasvetli, sınırlı ve düz görünüyor olmalı. Tamamen kendisi gibi olmayan bir şeye dönüşmüş bir biçimde görmeyi beklediğim dünya buydu – yoksul ama benim.
Gerçekte bu dünyada meydana gelen değişiklik hiçbir anlamda devrimci değildi. Uyuşturucuyu aldıktan yarım saat sonra altın ışıkların hafif danslarının farkına vardım. Biraz sonra durmadan değişen düzenli bir yaşamla titreşen parlak enerji düğümlerinden yayılan muhteşem kabarık kırmızı yüzeyler ortaya çıktı. Bir başka zaman gözlerimi kapayışım bir gri kapılar bütününü ortaya çıkardı, bunların içinde açık mavi küreler yoğun bir katılık içinde belirmeye başladılar ve ortaya çıktıktan sonra da sessizce yukarı kaydılar ve gözden kayboldular. Ama hiçbir zaman insan veya hayvan yüzleri veya biçimleri görünmedi. Hiçbir manzara, hiçbir muazzam genişlik, binaların büyülü yükselişi ve değişimi, bir oyun veya piyes gibi uzak hiçbir şey görünmedi gözüme. Meskalinin beni götürdüğü öbür dünya bir görüntüler dünyası değildi; o orada duruyordu, gözlerim açıkken gördüklerimde. Büyük değişiklik nesnel gerçeklik alemindeydi. Öznel kainatımda olan biten görece önemsizdi.
Hapımı saat onbirde aldım. Bir buçuk saat sonra çalışma odamda küçük cam bir vazoya dikkatle bakarak oturuyordum. Vazoda sadece üç çiçek vardı – tamamen açmış Portekiz Güzeli gülü, açık pembe ve her taçyaprağının dibinde daha sıcak, daha koyu bir renkte bir yuvarlak, büyük bir morumsu kırmızı ve krem renkli karanfil ve kırılmış sapının sonunda açık mor bir irisin çıplak ve patlamış tomurcuğu. Tesadüfi ve geçici, bu küçük çiçek demeti geleneksel güzel tadın bütün kurallarını bozmuştu. Aynı günün sabah kahvaltısında o çiçek demetindeki renklerin canlı ahenksizliğine hayran kalmıştım. Ama bu artık önemli değildi. Artık şimdi sıradışı bir çiçek düzenlemesine bakıyor değildim. Adem’in yaratıldığı günün sabahında gördüklerini görüyordum – çıplak varoluş mucizesi, anbean.
“Uygun mu?” diye sordu biri. (Deneyin bu kısmı boyunca bütün konuşmalar bir makineye kaydedilmişti ve söylenenler hakkında hafızamı yenilemem mümkün oldu.)
“Ne uygun, ne de değil” dedim. “Sadece öyle.”
Istigkeit -bu Meister Eckhart’ın kullanmaktan hoşlandığı kelime değil miydi? “Ol-maklık”. Platoncu felsefenin varlığı- sadece Plato oluşu oluşumdan ayırmak ve onu Fikrin matematik çıkarımıyla tanımlamak gibi büyük, garip bir hata yapmış görünüyor. O zavallı adam hiçbir zaman kendi iç ışıklarıyla parlayan ve hepsi de üstlerine yüklenen önemin baskısı altında titreyen bir demet çiçek görmemiştir; hiçbir zaman algılamamıştır ki gül ve iris ve karanfilin bu kadar yoğun biçimde vurguladıkları kendi olduklarından ne bir fazladır ne de bir eksik- aynı zamanda ebedi hayat olan geçicilik, aynı zamanda saf Oluş olan daimi bir yokoluş, bir demet dakika, içlerinde, bir söylenemez ancak aşikar paradoks nedeniyle, bütün varoluşun ilahi kaynağının görülmesi gereken eşsiz parçacıklar.
Çiçeklere bakmaya devam ettim, ve canlı ışıklarında nefes almanın niteliksel karşılığını bulur gibi oldum -ama başlangıç noktasına dönüşleri olmayan bir nefes alma, sürekli çelişkileri olmayan ama sadece güzellikten üstün güzelliğe, derinden daha da derin anlama tekrar tekrar akışları olan bir nefes alma Zerafet ve Değişim gibi kelimeler geldi aklıma, ve bu da tabii, diğer şeyler yanında, bu çiçeklerin ifade ettikleriydi. Gözlerim gülden karanfile ve o tüylü akkorluktan irisi oluşturan sezgili morun pürüzsüz tomarına yollandı. Mutluluk veren Görüntü, Sat Chit Ananda, Olmak-Farkındalık-Saadet- ilk defa bu muazzam hecelerin ne anlama geldiklerini, sadece kelime düzeyinde, küçük ipuçlarından veya belli bir mesafeden değil, ama kesinlikle ve bütünüyle anladım. Ve sonra Suzuki’nin denemelerinden birinde okuduğum bir bölümü hatırladım. “Buda’nın Darma-gövdesi nedir?” (Buda’nın Darma-Gövdesi; Zihin, Öylelik, Boşluk, Tanrı deyişin bir başka şeklidir.) Bu soru bir Zen manastırında samimi ve şaşkın bir çırak tarafından sorulmaktadır. Ve Marks biraderlerden birinin uygunsuz hazır cevaplılığıyla Usta şöyle der: “Bahçenin dibindeki çalı.” “Ya bu gerçeği farkeden adam”, çırak kararsızca kurcalar,” onun ne olduğunu sorabilir miyim?” Groucho çırağın omuzlarına asasıya bir vurur ve cevap verir: “altın yeleli bir aslan.”
Okuduğumda bu bölüm benim için sadece bir parça boşluğa hamile saçmalıktı. Şimdi hepsi gün gibi aşikar, Euclid gibi belirgindi. Gayet tabii Buda’nın Darma-Gövdesi bahçenin dibindeki çalıydı. Aynı zamanda, ve daha az belirgin olmayarak, bu çiçeklerdi, benim -veya daha doğrusu benim boğucu sarılışımdan bir an için kurtulmuş o kutsal ben-olmayanın- baktığım her şeydi. Çalışma odamın duvarlarını kaplayan kitaplar mesela. Çiçekler gibi, baktığımda daha parlak renkler ve derin bir belirginlikle parlıyorlardı. Kırmızı kitaplar, yakutlar gibi: zümrüt kitaplar; beyaz yeşimle kaplanmış kitaplar, akik kitaplar, akuamarin kitaplar, sarı topaz kitaplar, lapis lazuli kitaplar, hepsinin renkleri de öyle yoğun, öyle derin anlam doluydu ki, sanki kendilerini daha ısrarcı bir biçimde dikkatime sunmak için raflardan fırlamak üzere duruyor gibiydiler.
Kitaplara bakarken “Uzaysal ilişkilerden ne haber?” diye sordu araştırmacı.
Cevaplamak zordu. Görünümün biraz tuhaf olduğu doğruydu ve odanın duvarları artık dik açılarla buluşmuyor gibiydiler. Ama bunlar hakikaten önemli gerçekler değillerdi. Hakikaten önemli gerçekler uzaysal ilişkilerin fazla önemli olmadıkları ve zihnimin dünyayı uzaysal kategoriler dışındaki terimlerlealgıladığıydı. Sıradan zamanlarda göz şu tür sorunlarla yükümlü tutar kendini: Nerede? – Ne kadar uzakta? – Neye ilişik olarak nasıl konumlanmış? Meskalin deneyinde gözün cevaplamak durumunda olduğu sorular bir başka şekildedir. Yer ve mesafe artık o kadar ilgi çekmez. Zihin algılayışını varoluşun yoğunluğu, belirginliğin derinliği, bir düzen içindeki ilişkiler şeklinde yapar. Kitapları gördüm, ama uzaydaki konumlan hiç umurumda değildi. Benim farkettiğim, zihnimde iz bırakan; bütün kitapların canlı bir ışıkla parladığı ve bazılarında bu parlaklığın diğerlerine göre daha belirgin olduğu gerçeğiydi. Bu bağlamda, konum ve üç boyut esasın berisindeydi. Gayet tabii uzay kategorisi ortadan kaldırılmış değildi. Ayağa kalkıp ortalıkta yürüdüğümde, bunu oldukça normal bir biçimde yapabildim, nesnelerin durumlarını yanlış algılamadan. Uzay hâlâ oradaydı, ama üstünlüğünü kaybetmişti. Zihin öncelikle ölçümler ve konumlarla değil ama varlık ve anlamla ilgiliydi.
Ve uzaya karşı bu kayıtsızlıkla birlikte daha da bütünlüklü bir kayıtsızlık zamana karşı da söz konusuydu.
“Çok var gibi görünüyor”, araştırıcı zaman hakkında ne hissettiğimi sorduğunda bütün söyleyebileceğim buydu.
Çok var, ama kesinlikle ne kadar olduğu tamamen konu dışıydı. Saatime, gayet tabii, bakmış olabilirdim; ama saatim, biliyordum, başka bir kainattaydı. Gerçek deneyimim sonsuz bir süreye dair olmuştu, hâlâ öyle, veya bir sürekli değişen vahiyden oluşan daimi bir şimdiye dair.
Araştırmacı dikkatimi kitaplardan mobilyalara yöneltti. Küçük bir daktilo masası odanın ortasında duruyordu, ötesinde, bakış açıma göre, hasır bir iskemle ve onun da ötesinde bir sıra vardı. Bu üç parça yataylar, dikeyler ve çaprazlardan ibaret karışık bir düzen oluşturuyorlardı – uzamsal ilişkiler tabirleriyle yorumlanmadıkları için daha da ilginçleşen bir düzen. Masa, iskemle ve sıra Braque veya Juan Gris tarafından yapılmış gibi görünen bir kompozisyonda bir araya geliyorlardı, nesnel dünyayla belirgin bir ilişki içinde bir natürmort, ama derinliksiz, fotoğrafik gerçekçiliğe dair hiçbir çaba içermeden. Mobilyalarıma bakıyordum, sıra ve masalarda yazmak için iskemlelere oturan bir kullanıcı gibi değil, veya fotoğrafçı veya bilimsel araştırmacı olarak değil ama tek kaygısı biçimler ve bunların görüş alanındaki veya resim alanındaki ilişkileri olan saf bir estet olarak. Ama baktıkça bu saf estetik Kübist bakış açısı ancak gerçeğin kutsal görüntüsü olarak tanımlayabileceğim bakışa bıraktı yerini. Çiçeklere bakarken olduğum yere dönmüştüm – her şeyin iç ışığıyla parladığı ve belirginliğinde sonsuz olduğu bir dünyaya dönüş. O iskemlenin bacakları mesela -yuvarlaklıkları ne kadar mucizevi, cilalanmış pürüzsüzlükleri ne kadar doğa üstü-! O bambu bacaklara sadece bakarak değil, ama gerçekte onlar olarak birkaç dakika geçirdim -yoksa birkaç asır mı?- ya da daha ziyade kendimi onların içinde bularak; veya yine daha açık olmak için (çünkü bu durumda ‘ben’ yoktu, hatta belli bir anlamda onlar’ da yoktu) sandalyeyi oluşturan Benlik-Olmayan’ın içinde kendi Benlik-Olmayan’ım olmak.
Deneyimimi düşünürken kendimi Cambridge’in seçkin felsefe hocası Dr. C.D. Broad ile fikir birliğine varmış buluyorum. “Bergson’un hafıza ve duyu algılayışı ile bağlantılı olarak ileri sürdüğü kuram tipini şimdiye kadar yaptığımızdan çok daha ciddi bir biçimde ele alırsak iyi olur. Önerme şudur, beyin ve sinir sistemi ve duyu organlarının işlevi esasen eleyicidir, üretici değil. Her insan, her an kendi başına gelenleri hatırlamak ve kainatın her yerinde olan her şeyi algılamak yeteneğine sahiptir. Beyin ve sinir sisteminin işlevi bu büyük oranda faydasız ve alakasız bilgi kütlesinin her yeri kaplamasından ve kafamızı karıştırmasından bizi korumaktır, bunu da doğal olarak her an hatırlayacağımız veya algılayacağımız şeylerin çoğunu dışarda bırakarak ve uygulamada faydalı olabilecek görünenlere özel bir seçim sonucu çok az yer açarak yapar.” Böyle bir kurama göre her birimiz gizilgüç olarak Özgür Akıl’ız. Ama hayvan olduğumuza göre işimiz her ne pahasına olursa olsun soyumuzu sürdürmektir. Biyolojik üreyişi mümkün kılabilmek için Özgür Akıl beyinin ve sinir sisteminin eleyici vanasının bulunduğu bir huniyle beslenmelidir. Diğer uçtan çıkan bu özel gezegenin üzerinde canlı kalmamıza yardım edecek türden bir bilincin değersiz damlalarıdır. Bu elenmiş farkındalığın içerdiklerini kesin bir biçimde açıklayıp ifade edebilmek için insanoğlu lisan adını verdiğimiz şu sembol sistemlerini ve ima felsefelerini keşfetmiş ve sürekli süslemiştir. Her birey doğar doğmaz içinde bulunduğu lisan geleneğinin faydalanıcısı ve kurbanıdır -lisan onun, diğer insan deneyimlerinin biriktirilmiş kayıtlarına girebilmesini sağladığı ölçüde faydalanıcı, lisan onu elenmiş farkındalığın tek farkındalık olduğuna ikna ettiği ölçüde ve onun gerçeklik duygusunu bozduğu ölçüde kurban, böylelikle kendi kavramlarını veri, kendi kelimelerini de gerçek şeyler yerine koymakta çok zekidir. Yani din dilinde ‘bu dünya’ denilen şey lisan tarafından ifade edilen ve – öyle ya, sersemleştirilen indirgenmiş farkındalık kainatıdır, insanların düzensizce temas kurdukları çeşitli ‘öte dünyalar’ Özgür Akla ait bulunan farkındalığın bütünlüğündeki çok sayıda unsurdur. Çoğu insan çoğu zaman sadece bu, eleme vanasında geçenleri bilir ve yerel lisan tarafından bunların tamamen gerçek olduğuna inandırılır. Ancak bazı insanlar bu eleme vanasının etrafından dolaşan bir tür kanalla (by-pass) doğmuş görünüyorlar. Diğerlerinde anlık, veya bilinçle yapılan ‘ruhi araştırmalar’ sonucu, veya hipnoz aracılığıyla, ya da uyuşturucu vasıtasıyla geçici kanallar oluşturulabilir. Bu kalıcı veya geçici kanallardan ‘kainatta olan herşeyin’ algısı değil tabii (çünkü kanal Özgür Aklın toplam içeriğini hâlâ dışarda bırakan eleme vanasını ortadan kaldırmaz) ama daraltılmış bireyselakıllarımızın gerçekliğin bütün veya en azından yeterli resmi diye nitelediği dikkatle seçilmiş kullanışlı malzemeden biraz daha fazlası ve her şeyin ötesinde daha farklısı akar.
Beyin çalışmasını eşgüdümlemesin Beyin çalışmasını eşgüdümlemesine yardım eden bir dizi enzim sistemleriyle donatılmıştır. Bu enzimlerden bazıları beyin hücrelerinin glikoz tedariğini düzenler. Meskalin bu enzimlerin üretilmesini engeller ve böylelikle de daimi şeker ihtiyacı olan bir organa giden glikoz miktarını düşürür. Meskalin beynin normal şeker payını azalttığında ne olur? Çok az vaka gözlemlendiği için kapsamlı bir cevap henüz verilemiyor. Ancak bu az vakanın çoğunluğunda, gözlem altında, meydana gelen değişiklikler şöyle özetlenebilir:
(1) Hatırlama ve ‘doğru düşünme’ yeteneği tamamen değilse bile biraz azalmıştır. (Uyuşturucunun etkisi altındaki konuşmalarımın kayıtlarını dinlediğimde her zamankinden daha aptal olduğumu farkedemiyorum.)
(2) Duyular derhal ve otomatik olarak bu duruma tabi kılınmadığında bile görsel izlenimler büyük oranda yoğunlaştırılmıştır ve göz çocukluğun algısal masumluğunun birazını yeniden ele geçirir. Uzaya olan ilgi ortadan kaldırılmıştır ve zamana olan ilgi de neredeyse sıfıra düşmüştür.
(3) Gerçi zeka zarar görmez ve algılama olağanüstü gelişir ancak irade daha kötüye doğru derin bir değişiklik yaşar. Meskalin kullanıcısı özelde herhangi bir şey yapmak için hiçbir neden görmez ve sıradan zamanlardan bir etki ve tepkide bulunmaya hazırlanmasını sağlayan nedenlerden çoğunu derinden ilgisiz bulur. Onun bu tür şeylerle canı sıkılmamalıdır, çünkü düşünmesi gereken daha iyi şeyleri olduğu gibi iyi bir sebebi vardır.
(4) Bu iyi şeyler ‘orada dışarda’ veya ‘burada içerde’ veya her iki dünyada, iç ve dış, aynı zamanda veya peşisıra yaşanabilir (benim yaşadığım gibi). Bunların daha iyi şeyler oldukları sağlam bir karaciğer ve karışmamış bir kafayla bu uyuşturucuyu alan herkes için kendinden menkul görünüyor.
Meskalinin bu etkileri beyne ait eleme vanasının etkinliğine zarar verme gücüne sahip bir uyuşturucunun etki alanında olmasını beklediğiniz türden etkilerden. Beyin şekersiz kaldığında yetersiz beslenen ego zayıflar, gereken küçük işleri yapmakla uğraştırılamaz ve dünya işleriyle haşır neşir olmakla yükümlü bir organizma için çok şey demek olan uzamsal ve dünyevi ilişkiler için bütün ilgisini kaybeder. Özgür Akıl artık sımsıkı olmayan vanayı gevşetince her türden biyolojik olarak faydasız şeyler meydana gelmeye başlar. Bazı durumlarda duyuüstü algılamalar olabilir. Diğer insanlar bir görsel güzellik dünyası keşfederler. Yine diğerlerine mevcut, kavramlaştırılmamış olayın çıplak varlığının sonsuz değer ve anlam doluluğu muhteşem bir biçimde görünür. Benliksizliğin son aşamasında Herşeyin herşeyde olduğu – herşeyin esasen her bir şey olduğu ‘kapalı bilgisi’ söz konusudur. Bu da, bence, sınırlı bir aklın ‘kainatın her yerinde olan her şeyi algılamak’ durumuna ulaşabileceği en yakın noktadır.
previous post
next post