EINSTEIN’IN DÜŞLERİ ALAN LIGHTMAN

Genç adam kımıldanıyor; sekreterin gelmesini bekliyor, usulca Beethoven’in Ay Işığı Sonatı’nı mırıldanmaya koyuluyor.
14 Nisan 1905

Farzedin ki zaman kendi üzerine bükülen bir çember ve dünya hiçbir değişikliğe mahal vermeden sürekli kendini yineliyor…
Bu dünyada çoğu insan hayatını yeniden yaşayacağından bihaber. Tüccarlar hep aynı pazarlıkları yapacaklarını bilmiyor. Siyasetçiler, zaman döngüsü içinde aynı kürsüden sonsuz defa bağıracaklarını bilmiyor. Ebeveynler çocuklarının ilk gülüşlerine üzerine sanki bir daha hiç duymayacaklarmışçasına titriyorlar. İlk defa sevişecek âşıklar utangaç soyunuyor, dolgun baldırlara, narin meme uçlarına şaşıyorlar. Her kaçamak bakışın, her dokunuşun tekrar ve tekrar ve tekrar aynıyla yineleneceğini nereden bilecekler?
Marktgasse’de de durum aynı. Dükkân sahipleri ne bilsinler her el örgüsü kazağın, her dantelli mendilin, her çikolatalı şekerlemenin, her hassas pusula ve saatin tezgâhtaki yerlerine geri döneceğini? Dükkâncılar akşam inerken her anı, her saniyeyi konsinye verilmiş bir zümrüt misali okşayıp tonozlu ara sokaklarda arkadaşlarına neşeyle seslenerek, ya evlerine, ailelerine ya da bir tavernada bira içmeye gidiyorlar. Hiçbir şeyin tek seferlik olmadığını, her şeyin, hepsinin tekrar yaşanacağını, kristal bir avizenin kenarında yavaşça yürüyen bir karıncanın sonunda başladığı yere döneceğini bilmesinden daha fazla nasıl bilebilirler?
Gerberngasse’de bir hastanede, bir kadın eşine veda ediyor. Adam yattığı yataktan karısına boş gözlerle bakıyor. Gırtlağındaki kanser son iki ay içerisinde ciğerlerine, pankreasına ve beynine sıçramış. Odanın köşesindeki tek sandalyenin üzerinde oturan iki küçük çocuğu babalarına, sarkmış yanaklarına, yaşlılara has kurumuş derisine bakmaya korkuyor. Kadın yatağa yaklaşıyor ve kocasının alnını usulca öpüp fısıldayarak veda ederek çocuklarla beraber alelacele çıkıyor. Zamanın yeniden başlayacağını, yeniden doğacağını, yine meslek okuluna gideceğini, Zürih’te resim sergisi açacağını, kocasıyla Fribourg’daki kütüphanede yine tanışacağını, birlikte sıcak bir Temmuz günü Thun Gölü’nde yine yelken açacaklarını, yine doğum yapacağını, kocasının yine sekiz yıl boyunca bir ilaç firmasında çalışacağını ve yine bir akşam boğazında bir yumruyla eve geleceğini, yine kusmaya başlayıp zayıf düşerek sonunun bu hastanede, bu odada, bu yatakta, bu anda geleceğini bilmiyor. Nasıl bilsin?
Zamanın bir çember olduğu bu dünyada her el sıkış, her öpücük, her doğum, her kelime tamı tamına aynıyla yinelenecek. İki arkadaşın dostluklarının bittiği her dakika da, bir ailenin para yüzünden dağıldığı her an da, çiftler arasındaki kavgalarda sarf edilen her kırıcı laf da, üstlerin kıskançlığı yüzünden esirgenen her fırsat da, tutulmayan her söz de…
Ve tıpkı tüm bunların gelecekte yineleneceği gibi, şu anda yaşanan her şey de aynıyla milyonlarca defa yaşanmış. Her kasabada, her kentte bir avuç insan her şeyin daha önce yaşandığını düşlerinde hayal meyal fark ediyor. Mutsuz insanlar bunlar; yanlış kararlarının ve yaptıkları hataların ve yaşadıkları şanssızlıkların hepsinin, hepsinin önceki döngüde yer almışlığını hissediyorlar. Bu lanetlenmiş vatandaşlar gecenin kör karanlığında yorganlarıyla boğuşuyor, tek bir eylemi dahi değiştiremeyecekleri bilgisiyle bunalıyor, dinlenemiyorlar. Hataları önceki hayattaki gibi aynıyla tekrarlanacak. Bu çifte şanssızlar zamanın bir çember olduğunun tek işareti. Her kasabada, her kentte bomboş sokaklar ve balkonlar onların inlemeleriyle dolu çünkü.
16 Nisan 1905

Bu dünyada zaman, ara sıra bir parça döküntüyle yolu şaşan bir akarsu, geçip giden bir esinti. Kimi zaman kozmik müdahalenin teki ana akıntıdan ayrılıp ters akıntıya karışacak bir zaman dereciğine yol açıyor. Böyle bir şey olduğunda ayrılan kola yakalanan kuşlar, toprak ve insanlar kendilerine aniden geçmişe sürüklenmiş buluveriyorlar.
Zamanda geri sürüklenmiş insanları tanımak çok kolay: Koyu renk, ilk bakışta dikkat çekmeyen kıyafetler giyiyor ve hiç ses çıkarmamaya, adeta karınca ezmemeye çalışarak parmaklarının ucunda yürüyorlar. Geçmişte yapacakları herhangi bir değişikliğin geleceğe korkunç etkileri olacağından korkuyorlar çünkü.
Mesela tam şu anda böyle biri Kramgasse 19 numaradaki kemerin gölgesine büzülmüş, duruyor. Gelecekten gelme bir gezgin için tuhaf bir yer ama işte… Yayalar yanından geçerken bir anlığına bakıp yollarına devam ediyorlar. Gelecekten gelen kadın sindiği köşeden hızla seğirterek sokağın karşısına geçiyor ve 22 numaranın önünde bir başka karanlık noktaya sığınıyor. Tıpkı bu öğleden sonra, 16 Nisan 1905’de Spitalgasse’deki eczaneye yürüyen Peter Klausen gibi, toz kaldırmaktan korkuyor. Klausen biraz züppe; giysilerinin kirlenmesinden nefret ediyor. Giysilerine azıcık toz bulaşsa hemen duran, bekleyen randevusuna aldırmadan kılı kırk yararak üstünü silkeleyen bir adam. Bugün gecikirse haftalardır bacak ağrılarından şikâyet eden karısına merhem alamayacak. Ki bu durumda morali bozulacak karısının Cenevre Gölü seyahatine çıkmamaya karar vermesi ihtimal dâhilinde. 23 Haziran 1905 tarihinde Cenevre Gölü’nde bulunmaması durumundaysa doğu dalgakıranında yürüyüşe çıkmış Catherine d’Epinay’le tanışamayacak ve Matmazel d’Epinay’i oğlu Richard ile tanıştıramayacak. Haliyle Richard’la Catherine 17 Aralık 1908’de evlenmeyecek ve Friedrich, 8 Temmuz 1912’de doğmayacak. Friedrich Klausen, Hans Klausen’in babası olmayacak ve Hans Klausen doğmayınca 1979 Avrupa Birliği seçimleri gerçekleşmeyecek.
Hiçbir uyarı zahmetine girilmeden buraya ve bu zamana sürüklenivermiş ve Kramgasse 22 numaradaki karanlık köşesinde görünmezliğe çabalayan gelecekten gelmiş kadın, Klausen ailesinin öyküsünü ve çocukların doğumlarına, insanların sokaklardaki hareketlerine, kuşların belli zamanlarda ötüşlerine, rüzgâra, sandalyelerin tamı tamına konumlarına bağlı başlamayı bekleyen binlerce başka öyküyü biliyor. Gölgeye siniyor ve bakışlara karşılık vermiyor. Siniyor ve kendi zamanına geri götürecek zaman akıntısını bekliyor.
Gelecekten gelen bir gezgin konuşmak zorunda kaldığında konuşmaz, inler. Acıklı, acılı sesler fısıldar. Istırap çeker. Çünkü herhangi bir şeye en ufak müdahalesi geleceği mahvedebilir ve olaylara giremeden, değiştiremeden tanıklık etmek durumundadır. Kendilerine ait zamanda, gelecekten, eylemlerinin etkilerinden bihaber, istediğini yaparak yaşayanlara gıpta eder. Ama harekete geçemez. Atıl bir gaz, bir hayalet, ruhtan mahrum bir yapraktır. Bireyliğini yitirmiştir. Bir zaman sürgünüdür.
Bu tür perişan, bina gölgelerinde, bodrumlarda, köprü altlarında, ıssız arazilerde saklanan insanlara her köy ve kasabada rastlanabilir. Yaşanacak olaylar, gelecekteki evlilikler, doğumlar, paralar, icatlar, elde edilecek kârlar sorulmaz bunlara. Kendi hallerine bırakılır ve acınır.
19 Nisan 1905

Soğuk bir Kasım sabahı; ilk kar yağmış. Kramgasse’de, uzun bir deri ceket giymiş bir adam dördüncü kattaki evinin balkonundan, Zähringer Çeşmesi’ni ve beyaza bürünmüş sokağı seyrediyor. Doğuya baksa Aziz Vincent Katedrali’nin zarif çan kulesini, batıya baksa Zytgloggeturm’un yuvarlak çatısını görebilir ama ne doğuya bakıyor ne de batıya… Aşağıda karların üzerinde kalakalmış minik bir kırmızı şapkaya bakıyor ve düşünüyor. Kadının Fribourg’daki evine gitmeli miyim? Metal korkuluğu bir kavrıyor bir bırakıyor. Ziyaretine gitmeli miyim? Gitmeli miyim?
Kadını bir daha görmemeye karar veriyor. Kadın çıkarcı ve yargılayıcı; hayatını mahvedebilir. Belki de onunla hiç ilgilenmeyecek bile. Neticede bir daha görmemeye karar veriyor kadını. Bunun yerine erkek arkadaşları ile vakit geçiriyor. Müdür yardımcısı hanımı hemen hiç fark etmediği ilaç firmasında canını dişine takarak çalışıyor. Akşamları arkadaşlarıyla Kochergasse’deki birahaneye gidiyor, kafa çekip fondü yapmayı öğreniyor. Derken üç yıl sonra, Neuchâtel’de bir giyim mağazasında başka bir kadınla tanışıyor. Hoş biri. Birkaç ay boyunca yavaşça, çok yavaşça sevişiyorlar. Bir yıl sonra kadın yanına, Bern’e taşınıyor. Sakin bir hayat sürüyor, Aare kıyısında uzun yürüyüşlere çıkıyorlar; birbirlerine eşlik ediyor, memnun mesut yaşlanıyorlar.
İkinci dünyada uzun deri ceketli adam Fribourg’lu kadını bir kez daha görmesi gerektiğine karar veriyor. Doğru dürüst tanımıyor kadını; çıkarcı biri olabilir; ayrıca hareketleri sinirli bir mizacı işaret ediyor ama gülümsediğinde yüzünün yumuşayışı, gülüşü, sözcükleri akıllıca kullanışı… Evet, bir kez daha görmeli onu. Kadının Fribourg’daki evine gidiyor, birlikte kadının koltuğuna oturuyorlar; birkaç saniye içinde kalbi gümbürdemeye, kollarının beyazlığı karşısında eli ayağı kesilmeye başlıyor. İniltiler içinde, ihtirasla sevişiyorlar. Kadın adamı Fribourg’a taşınmaya ikna ediyor. Adam Bern’deki işinden ayrılıyor ve Fribourg Postanesi’nde çalışmaya başlıyor. Kadına duyduğu aşkla yanıyor. Yemek yiyor, sevişiyor, tartışıyorlar; kadın daha fazla para diyor, adam yakarıyor, kadın adamın kafasına tabak çanak fırlatıyor, yine sevişiyorlar ve adam postaneye dönüyor. Kadın ayrılma tehdidi savuruyor ama ayrılmıyor. Adam hayatını kadına adıyor ve öfkesinde mutluluk buluyor.
Üçüncü dünyada da adam, kadını bir kez daha görmesi gerektiğine karar veriyor. Doğru dürüst tanımıyor kadını; çıkarcı biri olabilir; ayrıca hareketleri sinirli bir mizacı işaret ediyor ama gülümsediğinde yüzünün yumuşayışı, gülüşü, sözcükleri akıllıca kullanışı… Evet, bir kez daha görmeli onu. Kadının Fribourg’daki evine gidiyor, kapısında karşılaşıyorlar; mutfakta çay içiyorlar. Kadının kütüphanedeki, adamın ilaç firmasındaki işinden bahsediyorlar. Bir saat sonra kadın bir arkadaşına yardım etmek için gitmesi gerektiğini söylüyor, el sıkışıp vedalaşıyorlar. Trene atlayıp otuz kilometre ötedeki Bern’e dönüyor adam; yolculuk boyunca içini bomboş hissediyor,

Benzer İçerikler

Her Hicret Bir İnkılaptır Ali Şeriati

gul

SONSUZLUĞUN SONU-ISAAC ASIMOV

yakutlu

Sisle Gelen Yolcu Jean-Christophe Grangé

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy