Alejo Carpentier -Bu Dünyanın Krallığı

BİRİNCİ BÖLÜM

ŞEYTAN
Girebilir miyim ?
TANRI
Kimsin sen ?
ŞEYTAN
Batı ’nın Kralı.
TANRI
Kahrolası. Kim olduğunu biliyorum. Gir.
(Şeytan girer)
ŞEYTAN
Ey yüce mahkeme,
İlksiz ve sonsuz esirgeyici!
Nereye gönderiyorsun Colombus’u
Kötülüklerimi yinelesin diye?
Bilmiyor musun ki uzun süredir
Hüküm süren benim buralarda?
Lope de Vega

1. Mumdan Kafalar

Normandiyalı bir hayvan yetiştiricisiyle karanlık işler çeviren bir kaptanın Fransız Cap’ına getirdiği damızlık yirmi aygır arasından hiç duraksamadan geniş karınlı, bacakları alacak birini beğenmişti “Ti Noel”. Her doğumda daha küçük taylar doğuran kısraklarla çiftleşmeye uygun bir aygır. Kölesinin atlar konusundaki bilgisine güvenen Bay Lenormand de Mezy de öyle ince eleyip sık dokumadan, çil çil altınları sayıvermişti. “Ti Noel” ata ipten bir dizgin yapmış, bu alaca benekli, dayanıklı hayvanın geniş sırtına keyfince kurulmuştu. Atın sağrılarından akan vıcık vıcık ter, at azmanının kalın kıllarında hemen asit köpüğüne dönüşüyordu. Sabahın erken saatlerinde pazardan dönen zenci hizmetçi kadınların parlak renkli kareli atkılarıyla renk cümbüşüne dönen büyük sokağa girmeden önce, daha çevik al bir ata binmiş efendinin ardında, dükkânları salamura kokan, yelkenleri nemden katılaşmış, peksimetleri yumrukla kırılacak kadar sert liman mahallesinden geçmişti. Genel Vali’nin her yanı midye kabuklarıyla süslü saltanat arabasından, Bay Lenormand de Mezy’ye tok bir sesle selâm verildi. Sonra köleyle efendisi, atlarını, hatırlı müşterilerini çekmek için vitrininde Gazette de Leyde bulunduran berber dükkânının önüne bağladılar.
Efendisi sakal tıraşı olurken, girişteki vitrini süsleyen dört kafayı rahatça seyretti “Ti Noel”. Daha önce donmuş yüzleri çerçeveleyen peruk saçları kırmızı halının üzerine lüle lüle yayılıyordu. Bu kafalar (gözlerindeki kımıltısız ölü bakışlara karşın) birkaç yıl önce gezgin bir şarlatanın Cap’a getirip diş ve romatizma ağrılarına iyi geldiğini ileri sürdüğü bir iksiri satmak için kullandığı konuşan kafa kadar canlı görünüyordu. Garip bir rastlantıyla, yandaki işkembecinin vitrininde, dillerine bir tutam maydanoz konmuş, derileri yüzülmüş mum renkli dana kelleleri sergileniyordu. Kelleler, kırmızı kuyruklar, jelatinli paçalar ve Caen usulü işkembeyle dolu güveçlerin ortasında, sanki uyukluyormuş gibiydiler. İki vitrini tek bir tahta perde ayırıyordu. “Ti Noel”, aynı masada, renksiz dana kellelerinin yanında beyaz efendilerin kellelerinin de sunuluşunu düşleyerek eğleniyordu. Bir şölende konuklara sunmak için kümes hayvanlarının kendi tüyleriyle özenle süslenişi gibi, usta ve acımasız bir aşçı bunların kellelerini de kendilerine en yakışan peruklarıyla donatmış olmalıydı. Masanın kenarını süslemek için, geriye kala kala marul yaprağı ya da zambak çiçeği biçiminde dizilmiş turp kalıyordu. Öte yandan, arapzamkı kavanozlarının, lavanta suyu şişelerinin ve pirinç unu kutularının, işkembe güveçleri ve koç yumurtası dolu tepsilerle şaşırtıcı komşuluğu iğrenç bir şölen görünümünü çağrıştırıyordu.
Bol kelle vardı o sabah, çünkü işkembecinin yanındaki kitapçı da Paris’ten gelen son gravürleri çamaşır mandallarıyla bir tele asmıştı. Bunlardan en az dördünde, Fransa kralının, çevresi güneş, kılıç ve defne dallarıyla süslenmiş yüzü görülüyordu. Ama daha başka peruklu kelleler vardı, belki de saray ileri gelenleriydi bunlar. Saldırıya geçmiş savaşçılar, çatık kaşlı yargıçlar, altlarında bazı dizeler yazılı, gülümseyen kültürlü kişiler görülüyordu. Köleler okuma bilmediğinden, “Ti Noel” için hiçbir anlamı yoktu bu dizelerin. Daha basit yapılmış başka renkli gravürler de vardı. Bunlarda,. bir kentin ele geçirilişini kutlamak için atılan şenlik fişekleri; kocaman şırıngalı hekimlerle dansçılar; bir parkta körebe oyunu; ellerini bir hizmetçinin eteğinin altına daldıran çapkın gençler ya da salıncakta safça, sere serpe salman bir hanımın cömertliğini çimene uzanmış hayran hayran seyreden bir çapkının düzenbazlığı göze çarpıyordu. Bu sırada, bakır üzerine işlenmiş bir gravür “Ti Noel”in ilgisini çekti. Dizinin sonuncusuydu bu. Konusu kadar yorumu yönünden de ötekilerden farklıydı. Bir zenci tarafından kabul edilen amirale benzer birini ya da Fransa elçisini temsil ediyordu. Çevresi kuştüyünden yelpazelerle donatılmış zenci, maymun ve kertenkele resimleriyle süslenmiş bir tahta oturtmuştu. “Ti Noel”, dükkânının eşiğinde topraktan yapılmış uzun bir pipoyu yakmaya çalışan kitapçıya, “Bu kim?” diye sorma yürekliliğini gösterdi.
“Bir kral, senin ülkenin kralı.”
Kendi düşüncesinin doğrulanmasının öyle gereği yoktu; çünkü Lenormand de Mézy’nin konutundaki en yaşlı at, şeker değirmeninin taş yuvaklarını çevirdiği sırada Mackandal’ın ilahi söyler gibi anlattığı öyküleri anımsamıştı genç köle. Öyküsünü istediği biçimde bitirmek amacıyla, büyük Popo, Arada, Nago ve Fonla Krallıklarında olup biten olayları her zaman yapmacık ve keyifsiz bir sesle anlatırdı bu Mandingue. Büyük insan göçlerinden, yüzyıllardan bu yana süregelen savaşlardan, hayvanların insanlara yardım ettiği inanılmaz kavgalardan söz ederdi. Adonhouesso’nun, Angola Kralının, Kral Dâ’nın öykülerini bilirdi. Yılan, öldükten sonra, yeniden diriliş ilkesine uygun olarak Kral Dâ olup yeryüzüne dönmüş; suların ve doğumun efendisi, ebemkuşağı olan bir kraliçeyle gizemli bir biçimde birleşmişti. Mandinguelerin yenilmez imparatorluğunun kurucusu acımasız Kankan Muza’nın destanıyla ilgili bölümde sözü uzattıkça uzatırdı. Kankan Muza’nın atları gümüşlerle, işlemeli örtülerle donatılmıştı. Kişnemeleri kılıç şakırtılarını bastırıyordu; omuzlarının yan tarafındaki iki davulun sesi gök gürültüsünü andırıyordu. Üstelik ellerinde mızrakları, ordularının önündeydi bu krallar. Eczacı büyücülerinin ilmi sayesinde yara almıyorlardı. Yanlışlıkla Yıldırım ya da Demir Tanrılarına saldırırlarsa ancak o zaman yara alırlardı. Bunlar gerçek krallardılar. Şu hacıyatmaz benzeri, Tanrısal rollerini ancak saraylarındaki’ sahnelerde yapan; oynak bir dansın ritmiyle kadınsı bacaklarını sergileyen; kellerini bir başkasının saçlarıyla süsleyen beylerden değillerdi. Bu beyaz krallar, hilalin siperlerine ateş eden topların seslerinden çok keman senfonilerini, taşlama türünden acemi dizeleri, metreslerinin dedikodularını ve guguklu saatlerinin ezgilerini dinlerlerdi. “Ti Noel” eğitilmemiş olmasına karşın, Mackandal’ın derin bilgisinden kaynaklanan gerçeklerle adamakıllı yoğrulmuştu. Afrika’da kral hem savaşçı, hem avcı, hem yargıç, hem de din adamıydı. Onun değerli tohumlarıyla yüzlerce kadın gebe kalıyor, bu karınlardan güçlü ve soylu kahramanlar dünyaya geliyordu. Buna karşılık Fransa ve Ispanya’da kral savaşa generallerini gönderiyordu; yargı işlerinde yetersiz ve bilgisizdi; günah çıkardığı rasgele bir papaz tarafından tersleniyordu. Görevlilerin yardımı olmadan, bir geyik avlamaktan âcizdi. Ancak sıska bir prens doğurtacak kadar cinsel güce sahipti. Bu prense, gülünç duruma düştüklerini düşünmeksizin, yunus gibi uysal ve uçarı bir balığın adı veriliyordu. Oysa Afrika’da ağaçlarla konuşabilen, dört bir yana buyruklar yağdıran, bulutlara hükmeden, erkeklik tohumlan bronz ve ateşten, çelik kadar sert, leopar gibi yırtıcı prensler vardı.
“Ti ‘Noël”, berberden çıkan ve yanakları pudralı efendisinin sesini duydu. Şimdi onun yüzünün de, vitrinde sıra sıra duran o donuk renkli dört mum yüzden bir farkı yoktu. Bay Lenormand de Mézy, geçerken, işkembeciden bir dana kellesi alıp köleye verdi. Açlıktan sabırsızlaşmış aygırın sırtındaki “Ti Noel”, bu beyaz, soğuk kelleyi eliyle yoklayıp inceliyor ve efendisinin peruğunun altında gizlediği kel kafaya da böylesine dokunduğunu hayal ediyordu. Bu arada, pazardan dönen zenci kadınların ardından, hanımlar da saat on ayinini bitirip kiliseden çıkmışlar, sokak kalabalıklaşmıştı. Zengin bir memurun nikâhsız melez karısının ardından, onun kadar esmer bir hizmetçi geliyordu. Elinde palmiye yaprağından yelpaze, dua kitabı ve güneş şemsiyesi vardı. Sokağın köşesinde bir kuklacı kukla oynatıyordu. Daha ilerde bir denizci, hanımla denizci hanımlara İspanyol usulü giydirilmiş minik bir Brezilya maymunu gösteriyordu. Meyhanelerde,tuz ve nemli kum dolu fıçılarda soğutulmuş bira şişeleri. boşaltılıyordu. Limonade papazı, Başpapaz Cornejo boz katırına binmiş, kendi bölge kilisesine geliyordu.
Bay Lenormand de Mézy’yle kölesi, deniz kıyısındaki yolu izleyerek kentten çıktılar. Kalenin burcundan top sesleri duyuldu.
Kralın donanmasından Korkusuz gemisi ufukta görünmüştü; Kaplumbağa Adasından dönüyordu. Gemilerin bordalarında top atışlarının yükselen dumanı görüldü. Bay Lenormand de Mézy yoksul bir subay olduğu günlerdeki anılarına dalıp ıslıkla bir “fifre” marşı çalmaya başladı. “Ti Noel”, fıçı işçilerinin sık sık söylediği denizci şarkısından bir nakarat mırıldadı. Bu nakaratta İngiltere Kralına küfrediliyordu. Şarkının sözleri kendi dilinde değildi, ama son bölümü iyi tanıyordu. Bu nedenle de nakaratın anlamını biliyordu. Ayrıca, ona göre İngiltere Kralı tıpkı adanın öbür yarısına egemen olan Fransa ve İspanya Kralları gibi beş para etmezdi. Mackandal’ın ileri sürdüğüne göre, bu kralların karıları yanaklarına öküz kanından allık sürüyorlar, birinci çocuktan sonraki dölütlerini bir manastıra gömüyorlardı. Bu manastırın mahzenleri, gerçek dünyayı görmeyen iskeletlerle dolup taşmıştı. Gerçek Tanrıları tanımayan ölüler istenmiyordu orada.
2. Organ Kesimi
Yaşlı at alışkın olduğu düzenli adımlarla değirmeni döndürürken, ters çevrilmiş büyük bir fıçının üstüne oturmuştu “Ti Noel”. Mackandal, şekerkamışlarını demet yapıp uçlarını demir silindirlerin arasına sokuyordu. Bu ince uzun boylu, gövdesi güçlü Mandingue, kanlanmış gözleriyle “Ti Noel” üzerinde garip bir etki yaratıyordu. Ciddi ve sert sesiyle zenci kadınları kolayca elde edebiliyordu. Ve masalcı sanatıyla (kişileri acımasızca alaya alarak öykünürdü), özellikle Sierra Leone’deki zenci köle tüccarlarına satılmadan birkaç yıl önce tutsak olarak yaptığı yolculuğu anımsadığı zaman, herkesi susturuyordu. Onu dinlerken çan kuleleriyle, yontulmuş taştan yapılarıyla, uzun kapalı balkonlu Normandiya tipi evleriyle Fransız Cap’ının, Gine kentlerinin yanında solda sıfır kaldığını anlıyordu çocuk. Mazgal mazgal surlar üzerine kondurulmuş kırmızı topraktan kubbeler; çöllerin ötelerine, topraksız insan topluluklarından öteye kadar uzanan, uçsuz bucaksız ünlü çarşılar vardı orada.
Bu kentlerde, madenleri işleyip, bir savaşçının elinde kuş kanadı kadar hafif, bıçak gibi keskin kılıç yapan yetenekli ustalar vardı. Yağmurla beslenen suyu bol ırmaklar insanların ayaklarının dibinde akıyordu. Hiçbir şey eksik değildi Tuz Ülkesi’nde. Kocaman evlere buğday, susam ve darı doldurulmuştu. Krallıklar arasında zeytinyağından tutun da Endülüs şarabına kadar mayi değiş tokuşu yapılıyordu. Palmiye dalından çatılar altında kocaman davullar, alt kısımları kırmızıya boyanmış, insan yüzleri işlenmiş kocaman davullar, yan gelmiş yatıyorlardı. Yağmurlar bilgelerin büyüsüne boyun eğiyorlardı. Sünnet düğünlerinde yeniyetmeler kanlı kıçlarıyla oynarken, ses yansıtan taşlar fırlatılıyordu. Bu taşlar, uysal uysal akan büyük çağlayanlar gibi ezgili sesler çıkarıyordu. Kutsal Widah kentinde, sonsuz döngünün mistik simgesi olan Kobra’ya ayin düzenleniyordu. Tıpkı bitki dünyasını yöneten Tanrılara yapılan ayin gibi. Tuzlu göllerin kıyılarındaki gürültüleri duyulmazlaştıran sazlıklarda, çoğu kez sırılsıklam, parıltılar içinde ortaya çıkıyordu bu Tanrılar.
At çok yorulmuştu, dizlerinin üstüne çöküverdi. Öylesine uzun, öylesine acılı bir çığlık duyuldu ki, bitişik evlerin üzerinden yükselen bu çığlığı duyan güvercinler yuvalarından havalandılar. Mackandal, kamışlarla birlikte, birden beklenmedik bir hızla dönen yuvaklara sol elini kaptırmış, kolu omzuna kadar araya sıkışmıştı. “Ti Noel” bir bıçak aldı, atı değirmenin direğine bağlayan kolanları kesti. Patronun ardından, tabakhanedeki köleler değirmene koşuştular. Et tütsüleme ve kakao kurutma yerlerindeki işçiler de geldiler. Mackandal şimdi silindirleri ters yöne çevirerek ezilmiş kolunu. çekiyordu. Sağ eliyle de söz dinlemeyen dirseği ve bileği hareket ettirmeye çalışıyordu. Şaşkın şaşkın bakıyor, başına geleni anlamamışa benziyordu. Kanı durdurmak için koltuk altından iple sıkı sıkıya bağladılar. Patron ekmek bıçağını bilemek için bileğitaşının getirilmesini buyurdu. Kol bununla kesilip koparılacaktı.
3. Elin Buldukları
Önemli işler için işe yaramaz hale gelen Mackandal, sürüleri gütmekle görevlendirilmişti. Gün ağarmadan inekleri ahırlardan çıkarıyor, dağlara, çiğin sabahın geç saatlerine dek kalkmadığı sık otlu ve gölgeli yamaçlara götürüyordu. Karınlarına kadar yoncalara gömülüp otlayan hayvanların ağır ağır dağılışlarım izleye izleye, hiç önemsemediği bazı bitkilere karşı garip bir ilgi uyanmıştı onda. Bir keçiboynuzunun gölgesine yatıp sağlam kolunun dirseğine dayanarak, şimdiye kadar önemsemediği tüm toprak ürünlerini arıyordu. Sinsiliği, fitneliği ve gizlenmeyi sevmesiyle dikkati çeken tuhaf türlerin yaşamını şaşkınlıkla keşfediyordu. Karıncaların yollarından kolayca sıyrılan zırhlı küçük evrenin dostlarıydı bunlar. Adı bilinmeyen kuş yemlerini; minik biberleri; ince kollarını kayalar arasına uzatan sarmaşanları; geceleri terleyen, yaprakları tüylü, yalnız yaşamayı seven bitkileri; insan sesini duyunca büzülen küstümotlarmı; tırnağın pire ezerken çıkardığı ses gibi öğle vakti çıt diye çatlayan kapsülleri; güneşsiz yerlerde arapsaçına dönmüş yığınlar oluşturan sürüngen sarmaşıkları tek elle topluyordu. Bu bitkiler arasında bir tanesi insanlarda yanıklar oluşturuyor, bir başkası da gölgesinde dinlenenin başını şişiriyordu. Ama şimdi Mackandal daha çok mantarlarla ilgileniyordu: Küf, kelle, toprak ve hastalık kokan mantarlarla. Gözleri kımıldamayan, bakan ya da uyuklayan kurbağalara yuva olan karanlık mağaralarda benekli şemsiyelerini açan ökseotu mantarlarıyla içleri salgı dolu mantarlarla. Mandingue, bir mantarı parmaklarının arasında ezerken burnuna zehir kokusu geliyor, sonra bunu bir ineğe koklatıyordu. Hayvan derin soluk alıp şaşkın şaşkın başını çevirirken, Mackandal aynı türden başka mantarlar aramaya koyuluyordu. Mantarları boynuna asarak taşıdığı kaba saba, deri bir torbada saklıyordu.
“Ti Noel” atları yıkama bahanesiyle Bay Lenormand de Mézy’nin konutundan sık sık uzun süre ayrılıp tek koluyla buluşuyordu. Birlikte vadinin sonuna doğru yürüyorlardı. Orada arazi engebeliydi. Dağların eteklerinde derin mağaralar vardı. Çok uzaklardan gelenlerin ziyaretini kabul etmesine karşın, yine de tek başına yaşayan yaşlı bir kadının evine varıyorlardı. Duvarlarda, ağır direkli kırmızı bayrakların ortasında birçok kılıç asılıydı. Nallar, parıltılı taşlar, demir tellerle bağlanmış paslı kaşıklar, Baron Samedi’yi, Baron Piquant’i, Baron La Croix’yi ve buna benzer, mezarlıkta yatan beyleri defetmek için, haç biçiminde asılmıştı. Mackandal, Loi Ana’ya torbasında taşıdığı yaprakları, otları, mantarları, bitkileri gösteriyordu. Yaşlı kadın bunları özenle inceliyor, eziyor, kimilerini kokluyor, kimilerini kaldırıp atıyordu. Kimi kez, insan yavruları doğuran garip hayvanlardan, bazı duaların etkisiyle kendilerini hayvan sanan insanlardan söz ediyorlardı. Kimi hayvanların saldırısına uğrayan kadınların, geceleri hayvan sesi çıkardıkları bilinen olaylardandı. Birinde, Loi Ana garip bir tavırla öyküsünün tam ortasında susuverdi. Gizli bir emir almış gibi mutfağa koştu; kollarını kaynar yağ dolu bir tencereye daldırdı. Kadının yüz ifadesinin hiç değişmemesi “Ti Noel”in dikkatini çekti. Daha da garibi, kollarını yağdan çıkardığı zaman, ne bir kabarıklık, ne de bir yanık izi kalmıştı. Oysa kızaran yağda korkunç cızırtılar duyulmuştu. Mackandal olayı doğal karşılamış gibi görünürken, ‘Ti Noel” şaşkınlığını gizlemek için büyük çaba harcadı. Mandingue ile büyücü kadın aralarında yavaş sesle konuştular. Arada bir de uzun süre susup uzaklara bakıyorlardı.
Bir gün, Bay Lenormand de Mézy’nin av köpeklerinden birini yakaladılar. “Ti Noel” ata biner gibi durup köpeğin kulaklarından tutarken, Mackandal mantar suyuyla açık sarı renge boyanmış bir taşı hayvanın burnuna sürdü. Köpeğin kasları büzüldü, birden şiddetle sarsılıp sırtüstü düştü. Bacakları kaskatı, dişleri dışarda kalmıştı. O akşam Mackandal eve dönünce değirmenleri, kakao ve kahve kurutma makinelerini, çivit fabrikasını, demirhaneleri, sarnıçları ve et tütsüleme yerlerini uzun süre seyretti.
“Vakit geldi,” dedi.
Ertesi gün, boş yere çağırıp durdular onu. Efendi, zencinin kısa yoldan bulunması için bir sürek avı düzenledi. Ama fazla da üstelemedi. Tek kollu bir kölenin ne değeri vardı ki. Ve sonra her Mandingue, herkesin bildiği gibi, kaçak çalışan bir zenciydi. Mandingue demek har vurup harman savuran, asi ruhlu iblis demekti. Ayrıca Mandingueler köle pazarlarında pek ilgi görmüyorlardı. Düşündükleri tek şey ormana kaçmaktı. Önünde bunca arazi varken pek uzağa gidemezdi. Kaldığı yere dönünce herkesin önünde, ibret olsun diye işkence görecek, cezasını çekecekti. Alt tarafı tek kollu bir zenciydi. İyi cins bir çift çoban köpeğini yitirme tehlikesini göze almak budalalık olurdu, Bu Dünyanın Krallığı değmezdi. Mackandal kocaman bıçağıyla köpekleri susturmayı düşünebilirdi.
4. Çağrı
“Ti Noel”, Mackandal’ın ortadan kayboluşundan son derece kaygılanmıştı. Kendisine kaçmayı önermiş olsa, Mandingue’ye yardım etmeyi seve seve kabul ederdi. Mandingue için pek değeri olmadığından, tasarılarını kendisine açmadığını düşünüyordu şimdi. Geceler boyu bu düşünceyle kıvranıp dururken yattığı yerden kalkıyor, ağlayarak kollarını atın boynuna doluyor; ter kokan, at kokan ılık yelesine başını dayıyordu. Mackandal’ın gidişiyle, öykülerinde canlandırdığı evren yok oluvermişti. Onunla birlikte Kankan Muza, Adonhouesso, gerçek krallar ve Widah kentinin ebemkuşağı da çekip gitmişlerdi. Şimdi, yaşamaktan zevk almayan “Ti Noel”, günlerini can sıkıntısı içinde geçiriyordu: Hayvanlarla birlikte yatıp kalkıyor, onların kulaklarına ve apışaralarına konan keneleri büyük bir özenle temizliyordu. Böylece yağmur mevsimi gelip geçti.
Bir gün, ırmaklar yataklarına çekilince, “Ti Noel” ahıra yakın bir yerde, dağdaki yaşlı kadına rastladı. Ona Mackandal’dan haber getiriyordu. Gün ağarırken “Ti Noel” bir mağaraya sızdı. Mağaranın girişi dar, dikitlerle doluydu. Ayaklarıyla tavana tutunmuş yarasalarla dolu daha derin bir boşluğa iniyordu bu dikitler. Yer, taştan yapılmış aletleri ve kireçleşmiş balık kılçıklarını örten kalın bir kuş pisliği tabakasıyla kaplanmıştı. “Ti Noel” orta yerde birçok toprak testinin bulunduğunu gördü. Testiler bu loş karanlıkta ağır ve dayanılmaz bir koku yayıyorlardı. Yerdeki yapraklara üst üste kertenkele derileri yığılmıştı. İri, düz bir taş, birçok yuvarlak ve perdahlı taş kuşkusuz yeni konulmuştu. Bıçakla uzunlamasına yontulup düzleştirilmiş bir kütüğün üzerinde, Lenormand de Mezy’nin konutundaki veznedardan aşırılmış, sayfalan kömürle üstünkörü çiziktirilmiş bir muhasebe defteri vardı. “Ti Noel”, Cap’taki kökçü dükkânını anımsadı: Orada büyük eczacı havanlarından tutun da, rahleler üzerinde, reçete formülü kitaplarına, cevizden yapılmış tükürük hokkalarına, dişetlerine iyi gelen hatmi kökü paketlerine dek çok şey vardı. Yalnızca, alkole konmuş akrep, yağa batırılmış gül ve sülük şişeleri eksikti.
Mackandal zayıflamıştı. Kasları, güçlü gövdesini oluşturan kemiklere yapışmıştı sanki. Ama lâmba ışığında zeytin yeşili görünen yüzü sakindi, sevinçliydi. Alnına incik boncuk süslü kırmızı bir fular sarmıştı. “Ti Noel”i en fazla şaşırtan şey, kaçtığı geceden beri Mandingue’nin yaptığı uzun ve sabırlı çalışmaydı. Ova’da ki yerleşim yerlerini neredeyse teker teker gezmiş, burada çalışanlarla doğrudan ilişki kurmuştu. Sözgelimi, Dondon çivit fabrikasındaki bahçıvan Olain’e, kulübelerin kadın aşçısı Romaine’e, tek gözlü Jean Pierrot’ya güvenebileceğini biliyordu. Lenormand de Mezy’nin konutuna gelince: Pongue kardeşlere, yeni Kongolulara, paytak Foula’ya ve melez Marinette’e haber salmıştı. Marinette bir zamanlar efendinin metresi olmuş, Bayan de la Martiniere diye birinin gelişiyle çamaşırcılığa dönmüş, sömürgeye hareket ederken Havre’da bir manastırda vekâletle evlenmişti.
Mackandal, Bonnet de l’Eveque’in ötesindeki iki Angolalı’yla da ilişki kurmuştu. Bunlar, zebra postu gibi çubuklu kıçlarında, içki çalma cezasından kalma kırmızı izler taşıyorlardı. Mackandal, kambur Milot’nun ve hatta sıradağları aşmaya, Artibonitelerle ilişki kurmaya yarayan yük hayvanı bakıcılarının adlarını yalnızca kendisinin anlayıp çözebileceği gibi defterine geçirmişti.
“Ti Noel”, tek kollunun kendisinden ne beklediğini o gün anladı. O pazar, kiliseden dönen efendisi, en iyi iki süt ineğinin – Rouen’dan getirilen beyaz kuyruklu inekler- safra çıkarıp can çekiştiğini öğrendi. Ti Noel”, ona uzak ülkelerden gelen hayvanların çoğu kez yedikleri otu tanımadıklarını, tatlı ot yerine kanlarını zehirleyen filizler yediklerini ayrıntılarıyla anlattı.
5. De Profundis
Kuzeydeki ovada, tarlalarda, ahırlarda bir su sızıntısı gibi hızla yayılıyordu zehir. Otlar ve yoncalar arasında nasıl ilerlediği, ot balyalarına nasıl girdiği, nasıl olup da yemliklere kadar çıktığı bilinmiyordu. Gerçek şu ki, yüzlerce inek, öküz, dana, at ve koyun ölüyor, tüm bölgeyi bitmez tükenmez bir leş kokusu sarıyordu. Alacakaranlıkta hayvanlar yığın yığın yakılıyor, siyah kelle yığınlarından, yanan yerlerden, alevle kızaran toynaklardan, pis ve yapış yapış bir buğu yayılıyordu. Cap’ın en uzman kökçüleri, felâkete neden olan otu, yaprağı, reçineyi, besi suyunu boş yere arayıp duruyorlardı. Hayvanlar, karınları şişmiş, yeşil sinek vızıltıları arasında oldukları yere yığılıyorlardı. Dazlak kafalı koca koca kuşlar çatılarda toplanmış, leşler üzerine üşüşüp gergin derileri gagalarıyla parçalayarak altındaki besinlere erişmek için fırsat kolluyorlardı.
Kısa süre sonra, zehrin konutların içine kadar girdiği dehşetle öğrenildi. Bir akşam, Coq-Chante konutunun patronu bir yemeği tattıktan sonra, daha önce ağrısı sızısı olmadığı halde, kurmakta olduğu duvar saatiyle birlikte birden yere düştü. Haber komşu malikânelere varmadan, masadaki bardaklara, çorba tencerelerine, ilaç şişelerine, ekmeğe, şaraba, meyvelere ve tuza daha iyi atlamak için çömelip pusuya yatan zehir, başka toprak sahiplerini de şaşkına çevirmişti. Her an an tabut çivileyen uğursuz çekiç sesleri duyuluyordu. Her sokak başında bir cenaze alayı görülüyordu. Cap’ın kiliselerinde yalnızca cenaze duaları okunuyor ve ölümler birbirini izlediğinden, can çekişenler için yapılması gereken dinsel görevler zamanında yerine getirilemiyordu. Papazlar, tüm yaslı ailelere karşı görevlerini yapabilmek amacıyla dualarını kısa kesmek zorunda kalmışlardı. Ova’da, her yerde aynı cenaze duası, korkunun büyük ezgisi duyuluyordu. Çünkü korku insanların yüzlerini inceltiyor, gırtlaklarını sıkıyordu. Yollarda gidip gelen gümüş haçın gölgesinde yeşil zehir, sarı zehir ya da suya renk vermeyen zehir, tıpkı gövdesine gölge bulmaya çalışan arsız bir sarmaşık gibi mutfakların pencerelerinden iniyor, kapalı kapıların çatlaklarından içeri sızıyordu. Miserere ve De Profundis makamlarını sürekli olarak ilahicilerin uğursuz nakaratı izliyordu.
Korkudan dehşete kapılan, kuyu suyuna dokunmaya cesaret edemedikleri için şarap içip kafayı bulan toprak sahipleri, açıklayıcı bir bilgi elde etmek için kölelerini kamçılıyor ve işkenceden geçiriyorlardı. Ama zehir hayvanları ve insanları öldürüyor, aileleri kırıp geçiriyordu. Ne halkın duası, ne doktorların öğütleri, ne azizlere yapılan adaklar işe yarıyor, ne de ruh çağıran ve çıkıkçılık yapan bir Brötanyalı denizcinin etkisiz yöntemleri ölümün gizli yürüyüşünü durdurabiliyordu. İstemeyerek de olsa, mezarlıkta boş bulunan son çukuru çabucak doldurmak için, Bayan Lenormand de Mezy elinin erişebildiği kışkırtıcı bir daldan kopardığı nefis bir portakalı ısırdıktan bir süre sonra, paskalyadan sonraki yedinci pazar günü öldü. Ova’da olağanüstü durum ilan edilmişti. Güneş battıktan sonra, tarlalarda ya da evlerin çevresinde yakalanan herkes uyarılmadan vuruluyordu. Cap garnizonu yollarda geçit töreni düzenlemişti. Anlaşılmaz düşmana ve ölüme karşı gülünç bir gözdağıydı bu. Ama zehir en umulmadik yollardan ağızlara kadar giriyordu. Bir gün, Du Perigny ailesinden sekiz kişi zehri şarap fıçısında buldular. Birkaç gün önce, demir atmış bir gemiden kendi elleriyle getirmişlerdi bu fıçıyı. Tüm bölge çürümüş hayvan leşi kokuyordu.
Bir akşam, kıçında barut yakacaklarını söyleyerek korkuttukları ayininde Yüce Tanrıların emrine girmiş, cinlerle perilerle dostluk kurmuş, bu nedenle olağanüstü güçlerle donanarak Zehir Tanrısı olmuştu. Karşı Yaka’nın savunucularının verdiği geniş yetkiye dayanarak, ölüm kalım savaşı ilan etmişti. Beyazların işini bitirmek, Saint-Dominique’te özgür siyahlardan büyük bir imparatorluk kurmak için o seçilmiş, bu görev ona verilmişti. Binlerce köle ona bağlanmıştı. Zehrin yürüyüşünü artık kimse durduramazdı. Bu beklenmedik açıklama, konutta bir kırbaç fırtınasına yol açtı. Öfkeyle ateşlenen barut, dili çözülen zencinin barsaklarını parçalar parçalamaz Cap’a bir haberci gönderildi. O akşam Mackandal’ı aramak amacıyla, eli ayağı tutan tüm erkekler seferber edildi. Leş kokan, yarı yanmış toynak kokan, bit pire kaynaşan Ova çağrış bağrış ve küfürlerle dolup taştı.
6. Başkalaşımlar
Cap garnizonundaki askerler, toprak sahipleri, sayman ve ustabaşı beyazlar keşif kolları oluşturarak ağaç ağaç, hendek hendek, sazlık sazlık bölgeyi haftalarca didik didik aradılar. Ama Mackandal’dan bir iz bulamadılar. Öte yandan, kaynağı saptanan zehir şiddetini hafifletmiş, çıktığı kaplara geri dönmüştü. Mackandal köpük haline dönüşerek bu kaplan bir yerlere gömmüş olmalıydı. Köpekler ve erkekler alacakaranlıkta burunlarından soluyarak kan ter içinde ormandan dönüyorlardı. Isı değişimi ya da yağmurların neden olduğu ateşli hastalıklar yüzünden yalnızca ocak ayında oranında yükselme görülen ölümün artık kendi doğal düzenine dönmesi üzerine toprak sahibi beyazlar kendilerini içkiye, kumara kaptırmışlardı. Başıboş ve başıbozuk askerlerle bir arada yaşama zorunluluğu onları da bozmuş, bayağılaştırmıştı. Açık saçık türküler söyleyip türlü kumar hileleri yaparken, içki sunan zenci kadınların memelerini mıncıklarken, Cartagena’nın yağmalanmasına katılmış ya da Tahta bacak Piet Hein’in, korsanların iki yüz yıldır düşledikleri efsanevi savaş başarısını Küba sularında gerçekleştirdiği zaman İspanyol Krallığının hâzinelerini ele geçirmiş olan atalarının kahramanlıklarını anımsıyorlardı. Şarap dökülmüş masalarda, sürekli zar sesleri arasında, Esnambuc’ün, Bertrand d’Ogeron’un, Du Rausset’nin, Paris’te yayımlanan buyrultulara ve Kara Yasa’nın gevşek uyarılarına hiç aldırış etmeden, korkusuzca yeni yasalar yapıp her türlü tehlikeyi göze alarak sömürgeyi kuran demir bilekli insanların anısına kadeh kaldırılıyordu. Dikenli tasmaları boğazlarında, iskemlelerin altında kıvrılıp yatmış köpekler dinleniyorlardı.
Şu anda isteksiz isteksiz sürdürülen, ağaçların gölgesinde öğle uykusu ve ikindi kahvaltısıyla ara verilen Mackandal’ı arama çalışmaları, yavaş yavaş tavsıyordu. Aylar ayları kovaladı, tek kolluyla ilgili hiçbir şey öğrenilemedi. Kimileri ülkenin ortasında, kastanyetlerin kıvrak havasıyla zencilerin dans ettikleri Büyük Yayla’nın sisli tepelerinde gizlenmiş olabileceğini düşünüyorlar; kimileri de bir deniz kuşunun sırtında uçarak gidip Jacmel bölgesinde eyleme geçtiğini ileri sürüyorlardı. Bu bölgede ölmüş pek çok insan karın tokluğuna çalışmıştı. Köleler yine de son derece sevinçliydiler. Tempo tutarak mısır ekimini ya da şekerkamışı hasadını hızlandırmakla görevli olanlar, tamtamlarını şimdiye dek hiç böylesine istekle çalmamışlardı. Zenciler olağanüstü haberi kulübelerinde geceleyin birbirlerine sevinçle anlatıyorlardı: Tütün kurutma yerinin damında yeşil bir iguana güneşlenmiş; biri, bir gece kelebeğinin öğle vakti uçtuğunu görmüş; kılları diken diken iri bir köpek, bir karaca budunu kapmış, olanca hızıyla kulübelerin ortasından geçmiş; bir pelikan-denizden böylesine uzakta!- arka avludaki asma çardağında kanatlarını silkerek bitlerini ayıklamış.
Yeşil iguananın, gece kelebeğinin, bilinmeyen köpeğin, garip pelikanın birer hayal olduğunu herkes biliyordu. Toynaklı hayvan, kuş, balık ya da böcek görünümüne girebilen Mackandal, kendine bağlı olanları denetlemek ve geri döneceğine hâlâ inanıp inanmadıklarım anlamak için Ova’daki kulübeleri sık sık ziyaret ediyordu. Kılıktan kılığa giren tek kollu her yerdeydi; bir gün kanatlı, bir başka gün solungaçlıydı. Koşarak, sürünerek yeraltı ırmaklarını, yamaçtaki mağaraları, ağaçların tepelerini ele geçirmişti. Tüm adaya egemendi şimdi. Gücü sınırsızdı. Bir sarnıcın serinliğinde dinlenen bir kısrak gibi görünebilir, bir akasyanın incecik dallarına konabilir, bir anahtar deliğinden geçebilirdi. Ardından köpekler havlamıyordu. İstediği kalıba girebiliyordu. Onun etkisiyle, bir zenci kadın domuz başlı bir çocuk doğurdu. Geceleri, çoğu kez yollarda boynuzlarında kor bulunan bir teke görünümündeydi. Bir gün gelecek, büyük isyanın işaretini o verecek ve oradaki Tanrılar, başlarında Yolların Hakimi Damballah ile Ogoun-Ferraille, gök gürültüleriyle, şimşeklerle kasırgalar yaratacaklar ve insanların işini bitireceklerdi. O görkemli anda, beyazların kanı oluk oluk derelere akacak, sevinçten sarhoş olan Loaslılar yüzükoyun yatarak ciğerleri doluncaya dek bu kandan içecekler diyordu ‘Ti Noel”.
Kulaklar, dağdan gelecek boru sesini dört yıl boyunca umutlarını yitirmeden bekleyip durdular. Bu ses, Mackandal’ın kılık değiştirme evresini kapattığını, sert ve sinirli, hayaları taş gibi, gelip kendi insan bacakları üzerinde durduğunu herkese ilan edecekti.
7. Erkek giysili
Bay Lenormand de Mézy, çamaşırcı Marinette’le bir süre daha yaşadıktan sonra, papaz Limonade’ın aracılığıyla varlıklı, topal ve dindar bir dulla evlenmişti. Aralık ayında, ilk kuzey rüzgârları esmeye başlayınca, kâhya kadının yönetimindeki hizmetçiler, Noel’de kapı sundurmasının altında ışıklandırılacak olan ve hâlâ çiriş kokan aziz heykelciklerini bir paçavradan yapılmış mağaranın çevresine işte bu nedenle yerleştirmeye başlamışlardı. Marangoz Toussaint, ağaçtan müneccim heykelleri yapmıştı. Hepsi öylesine büyüktü ki yerlerine yerleştirmek olanaksızdı. Özellikle de sanki özel olarak çarpıcı bir biçimde boyanmış, boğulmuş bir insanın korkunç suçlamalı bakışlarıyla abanoz gecenin içinden dirilip çıkıyormuş duygusu uyandıran Balthazar’ın gözlerindeki korkunç beyaz saydam tabakalar yüzünden yerlerine konulmadılar. ‘Ti Noel” ve öteki köleler armağan verme günlerinin ve geceyarısı ayininin yaklaştığını düşünerek, efendilerin ziyaret ve şölenlerin disiplini gevşettiğini, bu fırsattan yararlanarak mutfaktan bir domuz kulağı aşırmanın, bir yudum şarap içmenin, kısa bir süre önce satın alınan efendinin şölenlerden sonra Hıristiyanca çiftleştirmeyi tasarladığı Angolalı kadınların odalarına sızmanın zor olmayacağını anımsayarak, odanın hazırlanmasına yarediyorlardı. Ama, bu kez, “Ti Noel”, mumlar yakılıp mağaranın altınları parıldadığı zaman orada bulunmayacağını biliyordu. O akşam uzaklarda olmayı, Dufréné konutu kölelerinin hazırladığı eğlence sırasında kaçmayı düşünüyordu. Efendinin evinde ilk erkek çocuğun doğumunu, kölelerin de adam başı bir tas Ispanyol rakısıyla kutlamalarına izin verilmişti.
Roulé, roulé, Congoa roulé.
Roulé, roulé, Congoa roulé.
A fort ti fille ya dansé congo ya-yaro.
İki saati aşkın bir süredir meşalelerin ışığında tamtamlar çalmıyor, kadınlar çamaşır makinesinin sürekli hareketi gibi omuzlarını oynatarak dans ediyorlardı. Birden şarkı söyleyenlerin heyecandan sesi titredi. Büyük davulun ardında insan kişiliğiyle dikilivermişti Mackandal. Mandingue Mackandal. İnsan Mackandal. Tek kollu. Eski kalıbına dönmüş, ortaya çıkmıştı. Kimse onu selâmlamadı, ama herkesle göz göze geldi o. Tek ve boş eline doğru içki kâseleri elden ele geçti. “Ti Noel”, kılık değiştirdiğinden beri onu ilk kez görüyordu. Gizemli yaşamından onda sanki birşeyler kalmış gibiydi. Onu kedi, köpek, kuş biçiminde gösteren giysilerden birşeyler. Çenesi kedi gibi sivri, gözleri kalıbına girdiği bazı kuşların gözleri gibi şakaklarına doğru çekilmişti. Kadınlar dansın ritmiyle iki yana sallanarak, dönüp dolaşıp önünden geçiyorlardı. Ama havada o kadar soru vardı ki, birden nedeni anlaşılmadan tüm sesler tamtamları bastıran görkemli bir ezgi (yenvalö) tutturdular.
Yenvaló moin Papa.
Moin pas mangé q’m bambo
Yenvaló Papa, yenvaló moin.
Ou vlai moin lavé chaudier,
Yenvaló moin?
Hep kazanları mı yıkayacağım ben? Hep bambu mu yiyeceğim ben? Somlar, tıpkı barsak bölümleri gibi birbirine ekleniyor, anıtmezarlar, kuleler, sonu gelmez surlar yapmak için sürgüne gönderilmiş insanların koro halinde acı acı inleyişine dönüşüyorlardı. Ah! babam ah! Ne uzun yol! Ah! babam ah! Ne bitmez tükenmez çile. “Ti Noel” böylesine yanıp yakınırken, beyazların da kulakları olduğunu unutmuştu. Bu sırada, Dufréné konutunun avlusunda, salondaki asılı yerlerinden çıkardan fitilli tüfekler, karabinalar, tabancalar dolduruluyor, atışa hazırlanıyordu. Ve ne olur ne olmaz diye yedek bıçak, kılıç ve sopa hazırlandı. Bunlar Mandingue’nin yakalanması için dua eden kadınların gözetimine bırakılacaktı.
8 Büyük Uçuş
Ocak ayında bir pazartesi günü, gün ağarmadan az önce Kuzey Ovası’ndaki barınaklarda oturan işçiler Cap kentine girmeye başladılar. Üniformalı muhafızların eşlik ettiği atlı efendileri ve yöneticileri tarafından sürüp getirilen köleler, askeri bandonun görkemli temposunu giderek artırdığı büyük alanda, kara bir leke gibi kümeleniyorlardı. Kimi askerler bir maltızın ateşini tutuştururken, kimileri de bir darağacının dibine çalı çırpı yığıyordu. Katedralin avlusunda, Genel Vali’nin, yargıçların ve kraliyet yüksek görevlilerinin yakınında, sırık ve payandalar üzerine gerilmiş tabut örtüsünün gölgesinde, kırmızı yüksek koltuklara oturmuş dinsel yetkililer bulunuyordu. Balkonlarda hafif kadın şemsiyelerinin dalgalanışı görülüyordu. Tıpkı bir pencerenin aralığından hafif ve serin esintinin güzel renkli çiçekleri sallayışı gibi. Tıpkı geniş bir tiyatroda yelpazeli hanımların locadan locaya heyecanlı ve neşeli seslerle bağıra bağıra konuşmaları gibi. Pencereleri alana bakanlar, konuklarına limonata ve şerbet hazırlamışlardı. Aşağıda, iyiden iyiye sıkışmış, tere bulanmış zenciler kendileri için hazırlanan bu gösteriyi bekliyorlardı. Zenciler için oynanacak bir oyunun galasıydı bu. Bu görkemli tören için hiçbir masraftan kaçınılmamıştı. Çünkü bu kez zencilere verilecek ders kanla değil, ateşle olacaktı. Belleklerden silinmesin diye düzenlenen ışıklandırma çok pahalıya patlamıştı.
Birdenbire tüm yelpazeler aynı anda kapandı. Askeri bandoyu derin bir sessizlik izledi. Çizgili kısa bir pantolon giymiş, sicimlerle düğümlenip bağlanmış, henüz taze yaralar nedeniyle cilalanmış gibi görünen Mackandal, alanın ortasına doğru ilerliyordu. Efendiler, bakışlarıyla kölelerinin yüz ifadelerini izliyorlardı. Zenciler efendilere onur kırıcı bir ilgisizlik gösteriyorlardı. Beyazlar, siyahların işleri konusunda ne bilebilirlerdi ki? Mackandal, kılık değiştirme evrelerinde çokayaklı, dört kanatlı ya da uzun duyargalı yaratıklar biçimine dönüşüp, böylelikle bir kolunun yokluğunu gidererek sık sık böceklerin gizli dünyasına girmişti. Sinek olmuş, çokayaklı, termit, tarantula, hanımböceği ve hatta yeşil ışık vererek yanıp sönen bir tür ateşböceği olmuştu. Belli bir süre sonra, Mandingue’yi bağlayan ipler artık saracak bir beden kalmayınca, darağacı boyunca yere düşmeden önce, havasal bir insanın ikinci siluetini çizecek ve sivrisineğe dönüşen Mackandal beyazların kargaşasından yararlanarak gidip komutanın üç köşeli şapkasına konacaktı. Efendilerin bilmedikleri şey işte buydu. Efendiler, büyük Loaslıların kutsal önderi tek bir adama karşı çaresizliklerini ortaya koyacak olan bu yararsız gösteriyi düzenlemek için çok para harcamışlardı.
Mackandal’ın sırtı darağacına dayalıydı şimdi. Cellât maşayla bir kor tutmuştu. Genel Vali, bir gün önce ayna karşısında provasını yaptığı hareketi yineleyerek kılıcını kınından çıkardı, kararın yerine getirilmesi buyruğunu verdi. Alevler tek kollunun bacaklarını yalayarak bedenine doğru yükselmeye başladı. Bu sırada Mackandal, öfkeyle şişinip, bağıra bağıra anlaşılmayan büyülü sözler söyleyerek, kesik koldan arta kalan güdük kısmı gözdağı verircesine hareket ettirdi. Kolu sağlam bir insanın yapacağından daha güçlü ve daha korkunçtu bu hareket. Onu saran ipler koptu, bedeni havada uzandı ve kölelerin siyah selinde kaybolmadan önce, başlar üstünde uçtu. Tek bir çığlık alanı çınlattı:
“Mackandal kurtuldu!”
Birden kargaşayla gürültü patırtı koptu. Binalar arasında durdurulamayan, balkonlara tırmanan, bağırıp çağıran zenci kölelerin üzerine muhafızlar dipçikle saldırıyorlardı. Öylesine gürültü, bağrış çağrış ve itişip kakışma oldu ki, on askerin Mackandal’ı tepe üstü ateşe attığını, saçlarının yanmasıyla büyüyen alevin onun son çığlığını bastırdığını çok az kimse görebildi. Köleler yatıştığı zaman yakmalık, her kuru odun yığını gibi olağan biçimde yanıyordu. Hafif esintiyle balkonlara kadar siyah bir duman yükseliyor, balkonda bayılmış bir hanım kendine geliyordu. Artık görülecek hiçbir şey kalmamıştı.

Benzer İçerikler

Güneş Ülkesi-Tommaso Campanella

yakutlu

ABDÜLHAMİD’ İN KURTLARLA DANSI-Mustafa Armağan

yakutlu

Çakıcı’nın İlk Kurşunu TEREKE-SABAHATTİN ALİ

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy