Âmâk-ı Hayal / Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi “Tuhaf! Varla yok hiç bir olur mu? Örneğin ben şimdi varım, yarın yok olacağım. Bu ikisi arasında fark yok mu?” dedim. Deli, başını çevirdi. Kahkahayı bastı: “Vay! Sen varsın ha?! Acaba var mısın?” Ruh ve madde âlemi arasında varlığın hakiki manasını arayan Raci´nin yolu nihayet bir gün, mezarlıktaki küçük kulübesinde yaşamını sürdüren Aynalı Baba ile kesişir. Benliğini şüphe ejderhasına teslim etmek üzere olan Raci´nin kafasındaki sis perdesi, bundan sonra yavaş yavaş dağılır ve bizleri tadına doyamayacağımız heyecanlı bir yolculuğa çıkarır. Raci´nin, hayalin derinliklerinde hiçlik zirvesinden Zerdüşt´ün diyarına, Kaf ve Anka´ya, oradan da ilahi aşkın nuruna doğru yaptığı bu manevi yolculukta tasavvuf deryasının sırlarına doğru kanat çırpacaksınız.
BİRKAÇ SÖZ
Bu kitabı hakikat endişesi ile dolu olan vicdanlar, sonu olmayan bahisleri seven insanlar zevkle okuyabilirler. Bir asırdır bu memleket ve bu millet hayli Râcî’ler yetiştirdi ve daha birçokları nı yetişecektir.
Okuyucularımıza takdim ettiğimiz bu hikâyeler (Acaba hikâye mi?) teveccühe mazhar olursa kendimizi bahtiyar sayarız. Çünkü bu hikâyeye gösterilecek rağbet, ciddi mes’elelere yakınlık duyma mânâsını ifade edecektir. Bunun ise okuyucularımızdan esirgenmemesi gerekir. Bu muhterem millet de, hakikat endişesiyle müteessir binlerce hassas yürek barındırdığını dost ve düşmana isbat etmiştir.
BİRİNCİ BÖLÜM
Râcî’nin Hatıraları
……….Şehri, Türkiye’nin en büyük ve en güzel şehirlerinden
biridir. Ben bir süredir bu şehirde, şehrin merkezinde bulunan bir mahallede oturuyordum. Hükümet konağı ile evimin arasında dikkati çeken pek çok şey vardı. Köhne evler, her biri mihnet ve sefalet yuvası olan nice virâneler, geçilmez sokaklar, pis caddeler… Lâkin gerçekten dikkat çekici olan, evime yakın eski bir mezarlıktı.
Bu mezarlığın etrafı çok sağlam ve sanatkârca yapılan duvarlarla çevrilmişti. Duvarda, onar metre arayla açılan pencerelere takılı tunç parmaklıklar hakikaten takdir edilecek şekildeydi. Mezarlığın kapısı, sonradan takılmış bir tahta parçasından ibaretti. Eski kapısının zamana mukavemet edemeyerek mahvolduğu anlaşılıyordu. Bu kabristan, yalnız birçok hatıranın ve cesedin defnedildiği yer değil, birçok nefis eserin de hazinesiydi. Pencerelerden görüldüğüne göre, oradaki mezar taşlarında eski hattatlarımızın güçlü kalemlerinden çıkmış nice yazılar vardı.
Bu yazıların şiir ve edebiyat yönünden de önemli olduğu kabul edilebilirdi.
Taşların tepesindeki kavuklar, külâhlar ve taçlar tarih açısından tetkik edilmeye değerdi. Çoktan beri terk edilmiş halde bulunan bu mezarlık korkulu bir letafet veriyordu. İnsan boyu uzunluğunda otlar, ölü kokusu saçtığı sanılan kaldırcanlar, bahardan itibaren kabristanı kaplıyordu. Hiç şüphe yok ki, şimdi şehrin ortasında kalmış olan bu mezarlık, bir zamanlar şehrin kenarındaydı. Daha sonra şehir büyümüş, mezarlık ortada kalmıştı.
Ben her gün bu mezarlığın önünden geçiyor, her seferinde, orayı ziyaret etme arzusunu gönlümde duyuyordum.
Lâkin bizim gibi kıymetli vakitlerinin bir kısmını geçimini sağlamaya, diğer kısmını ise eğlenceye ayırmış gençlerin mezarlıklarla meşgul olmaya zamanı olur mu? İşte ben de o vakitler, zamanını boş yere geçiren bir gençtim. Dediğim gibi, her gün bu mezarlığın önünden geçtiğim halde, sadece duvarının sağlamlığını ve düzgünlüğünü hayran hayran seyretmek için yalnız bir dakikamı feda ediyordum.
İlk yıllarım ile son günlerim arasındaki çelişkiyi anlatabilmek için kendimle ilgili birkaç söz söylemem gerekmektedir: Dindar ve çok iyi bir annenin büyük ihtimamıyla geçen çocukluğum bende sökülmez bir din duygusu, yıkılmaz bir ahlâk düsturu bırakmıştı. Daha sonra mükemmel bir tahsil gördüm. Son derece zeki olduğumdan, bize ait bilgilerde akranlarıma karşı üstün durumdaydım. Gençlerimizin büyük bir çoğunluğu gibi okuldan çıkar çıkmaz kitapları bir köşeye atacak yerde, okuldan sonra da bilgimi arttırmaya çalışırdım. Az çok her şey hakkında bir fikir sahibi olmuştum. Özellikle akranlarım gibi, dinî ilimlerden kendimi uzak tutmadan, hem zâhirî, hem de bâtınî kısımlarında bilgi sahibi oldum. İşte bu bilgi yığınının altında bir gün vicdanımı tahlil ettiğim zaman, büyük bir hayretle, acaip bir karışımın içinde olduğumu fark ettim. Ben küfür ile imandan, ikrâr ile inkârdan, tasdik ile şüpheden meydana gelmiş bir şey olmuştum. Kalbimle inkâr ettiğimi aklımla tasdik ediyor, aklımla reddettiğimi kalbimle kabul ediyordum. Kısacası, şüphe denilen ejderha vücudumu sarmıştı. Bir fikri ne kadar sağlam esaslarla kurarsam kurayım, şüphe ejderhası onu bir sarsışta yıkıyordu. Bari tam bir inkâr ile hiç olmazsa rahat bir noktada kalıp bu tedirginlikten yakamı kurtarabilir miydim? Ne gezer! İnkâr başka, şüphe başka! Şüphe ejderhası, her doğru düşüncenin düşmanıydı. İster ikrar olsun, ister inkâr; mevzu ve müsbet herhangi bir şey kabul etmiyordu. İmdi, hayat tablolarını, fikrin mevcûdiyetinin bir yansıması kabul edersek, müthiş bir azapta, dayanılması mümkün olmayan bir cehennem içinde kaldığım anlaşılıyor, herkes için normal olan şeyler, benim için başka bir şekil alıyordu. Bundan dolayı aşkta da, geçimde de bahtsızdım. Galiba insanlardan kaçan biri olmuştum.
Dayanılması oldukça zor bu durum karşısında, kendimden geçerek ve sarhoş olarak bir parça rahatlıyordum. Devamlı içki içtiğim için vücudum perişan olmuştu. Bir gün, bütün manevî kuvvetlerimi kullanarak, kendimi bu sersemlikten kurtardım. Yeniden şüphe ejderhasını öldürecek deliller bulabilme ümidiyle tahsile tetkike koyuldum. Bir defa daha bâtınî ilimlerle meşgul oldum, büyük şöhret sahibi kimselere müracaat etmeye başladım. Bunların içinde üstün fazilet sahibi insanlara tesadüf ettim. Ne çare ki bunların ilimleri ve delilleri, bence, ilkel insanların uydurması olan hayâllerden ve efsânelerden başka birşey değildi. Beni, düştüğüm çıkmaz yoldan kurtarmak için bütün bilgimi çürütecek ve iddia edilen hakikatleri açıkça gösterebilecek biri lazımdı. Böylesine tesadüf etmedim.
……. Şehri’nde Batı’ya ait ilimlerle uğraşan iki cemiyet vardı.
Bunlardan biri olan İspirit Cemiyeti ruh çağırma ve benzeri şeylerden başlayarak, masa çevirme gibi eğlencelere kadar her şeyle meşgul oluyordu. Onların en ileri gelenleri ile görüştüm. Hepsi ruhun varlığına tam olarak inanıyorlardı. Lâkin gösterdikleri deliller, bence hayal gücünün bir oyunundan ibaretti. Manyetizma ile uğraşan cemiyetle yakınlık kurdum. Ancak bunlardan ne çıkardı? Hiç! İnsan, dünya malına sahip oldukça birtakım tuhaf kuvvetlere mâlik olmayı ister. İşte o kadar. Ama bu kuvvetlerin bir kısmı gizli kalmış veya kalmamış bunun hiçbir önemi yoktu. Ben bunun üstünde bir şeyler arıyordum.
Dört yıl devam eden bu iki çalışma hayatımda da, hiçbir şey kazanamadığım gibi, yeni olarak öğrendiklerimin hepsi, şüphe ejderhasına yem olduğu için, bir kere daha sukût ettim. Bu defa aşağıların aşağısına düşmüştüm. Zavallı beynimin içinde sürekli meydan savaşı oluyordu. Birbirine aykırı fikir dalgaları, hiç durmadan çarpışıyorlar, zihnimi gürültüyle dolduruyorlardı. Zihni faaliyetim şaşılacak bir dereceyi bulmuştu. Rahatı ve teselliyi kendimden geçmede ve akılsızlıkta aradım. En şûh ve çapkın arkadaşlarımın, en aşırı elebaşısı oldum. İçinde bulunduğum bu ortam beni uyuşturuyor, bir bakıma mutluluk veriyordu. İçiyordum…. İçiyordum…
Arkadaşlarımı şûh ve çapkın tâbirleri ile nitelendirdiğim için onların insanların en rezilleri olduklarını zannetmeyiniz. Aksine onlar, güzel tahsil görmüş, vicdanlı ve namuslu gençlerdi. Lâkin eğlenceye düşkün, sefahat ve zevk perisine bağlıydılar. Bu da hâlet-i ruhiyelerinin gereğiydi. Zira arkadaşlarım lâkayıtlık yolunu seçmişlerdi. Bunların bir kısmı ihtisas yaptığı ilimle ve görevle meşgul olarak felsefe denilen hayat muamması ile uğraşmazdı. Bazıları ise din duygusundan âdetâ soyulmuş olup, dine ve felsefeye efsane artığı gözüyle bakıyordu. Garip kanaat! Ben bunlara gıpta ediyordum. Cidden garip kanaat! Bir kısmı ise Ramazan kandillerini gördüğü zaman müslüman olduğunu hatırlayanlardandı. Kandiller yandı mı ellerine tesbihlerini alırlar, dinlememek ve hiçbir şey anlamamak şartıyla Kur’an-ı Kerim ve va’z takip ederler, ikindi vakti kalkmak kaydıyla oruç bile tutarlardı. Aralarında oruç tuttuğu halde, namaz kılmaya gerek görmeyenleri de vardı. Uzun bir namaz olan Terâvih’e hiçbiri yanaşmazdı. Ramazan bitti mi, bunların din duygusu da elveda der giderdi. Mevsim elbisesi giymeye benzeyen bu çeşit dindarlığa ben her yıl hayret ederdim.
Çok güzel bir bahar günü, bir kır gezintisine çıkmayı, arkadaşlardan birkaçı ortaya attı. Uzun uzun konuştuktan sonra, vilâyete
bağlı ve güzelliğiyle ünlü……….kasabasına gitmeye ve orada üç gün
eğlenmeye karar verdik. Bu kasaba, şehir merkezine trenle bağlanıyordu. Orada bulamayacağımız ihtiyaçlarımızı temin ettikten sonra trene bindik.
……Şehri’nin civarları pek ferahlıdır. Hele tren yolunun etrafı
gerçekten gönül alıcıdır. Eşi benzeri bulunmayan tabiat manzarası arkadaşlarıma gürültülü bir neş’e vermişken ben aksine büyük bir üzüntüye kapılmıştım. Sebat ve ebedilik olmadıktan sonra, eşi benzeri bulunmayan bu güzellik neye yarar? Bu kadar güzelliğin şahidi ve nazırı insan, hem de insanların belki binde biri iken insanda ebedilik var mı? Yerküre dediğimiz bu geçici ikametgahı derin bir üzüntüye kapılmadan seyretmek acaba mümkün mü? Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Saf bir inancınpek güzel cevap verdiği bu soruya akıl ve fen cevap veremiyordu. Bir kere daha tabiata baktım. Bu sefer gözlerimin önünde eşsiz güzellikler kayboldu. Her tarafı karanlık istilâ etti. Sanki hakikat bütün dehşetiyle gözlerimde parladı. İnsanın gözlerini okşayan çimenliklerdeki yeşillikler ancak ışık oyunu! Mini mini kuşların cıvıltısı havanın titremesi! Âlemleri kaplayan huzur, her şeye nüfuz eden bir dalgalanma! Sözün kısası, hepsi bir zarurete, kanunî bir emre esir! Sanki karşımda Buda Gotama şekillendi. Hazin tebessümüyle ve sararmış çehresiyle: Hiç!.. Hiç!.. Hiç!.. diyordu.
Çok fazla daldığımı gören bir arkadaş: “Yine neyin var?” dedi. “Hiç” dedim. Bu “hiç” yalnız içinde bulunulan durumu izah etmek için söylenmemişti. Ağzımdan çıkan bu hiç sözü, kâinatın vasfı idi. Sessizliğimden ve hüznümden rahatsız olan arkadaşlar itiraz etmeye başladılar. Gerçi eğlenceye giden bir adamın, cenaze alayında bu-lunalara mahsus üzgün bir görüntüye bürünmesi çekilir şeylerden değildir. Özellikle kasvet, neşeden daha çok bulaşıcıdır.
Arkadaşlardan biri: “İlâcı unuttuk” dedi. Ve şahsıma ait külâh şeklindeki kalın kadehi doldurdu. Bu kadeh beş defa dolup boşaldıktan sonra benden neşeli kimse olamazdı. Seyahatimiz büyük bir
sevinçle tamamlandı. İkindi vakti………. Kasabası’na vâsıl olduk.
Bu kasaba, gördüğüm yerlerin en güzeli idi. Bu mini mini memleketten o kadar hoşlanmıştım ki, gücüm yetseydi orada otururdum. Kasabanın evleri birbirinden hayli uzak ve her biri üç beş dönüm büyüklüğünde bahçelerin içindeydi. Her evin bahçesinde bol bol su bulunmaktaydı. Hatta bazı sokaklarında büyük büyük ırmaklar akmaktaydı. Bahçeleri meyvalı ağaçlarla doluydu.
Bu kasabada pek çok gül yetişmekteydi. Gül mevsiminde bülbülleri çok olurdu. Sözün kısası………….. Kasabası yeryüzünün
cennetlerinden biridir dense mübalağa edilmiş olmazdı. Kasabaya vardığımız zaman, daha önce birkaç kere misafiri olduğumuz bir zat tarafından karşılandık. O geceyi dostumuzun evinde geçirerek ertesi gün sabahleyin “Subaşı” denilen yere gittik. Müteaddit yerlerden kaynayarak tabiî bir havuzda biriktikten sonra, çok sayıda kollara ayrılıp akan suların şırıltısı lâtif bir âhenk gibi kulakları okşuyordu. En güzel yeri seçmiştik. Lakin orada bizden önce gelen iki kişi vardı. Bu iki kişiyi gördüğümüz zaman ağzımızdan çıkan sözler, bunların kim olduğunu anlatır. İşte o sözler: İki serseri, iki dilenci, iki sarhoş, iki derviş. Gerçekten de pejmürde kıyafetli bu iki adam, belki de bu özelliklerin hepsine birden sahipti. Biz de oturduk. Pejmürdeler bize zerre kadar önem vermediler.
Aralarında konuşuyorlardı. Güya biz hayal kabilindenmişiz gibi bu iki devletlinin en küçük bir bakışına bile hedef olamadık. Hatta arkadaşlardan birinin: “Esselâmü aleyküm” demesi bile havaya gitti. Arkadaşlardan her biri, birer şeyle meşgul olmaya başladı. Kimi yemek pişiriyor, kimi meze hazırlıyordu. Ben de hasırlının başına geçerek beynimi uyuşturmaya karar verdim.
Tesâdüfen pejmürdelerin yanına düşmüştüm. Onlar konuşuyorlar, ben de dinliyordum. Elli yaşında olduğu tahmin edilen biri konuşuyor; daha genç olanı dinliyor, bazen de soruyordu. Bunların konuşmalarından ilk önce deli olduklarına hükmettim. Gerçekten de deliydiler. Lâkin delilerin “meczup” denilen cinsindendiler. Gariptir ki bu iki pejmürdenin delice söyledikleri sözler, beni öteden beri meşgul eden şeylerdi. Yaşlı deli, genç deliye diyordu ki:
– Bu âlemde her ne varsa benim sıfatımdır. Ben olmasam bir şey olmazdı. Ben hepim yahut hiçim. Ben hiçim yahut hepim. Zaten hep ile hiç aynı şeydir!. Lâkin cahiller, bir şeyi iki isimle anıyorlar!…
Konuşmanın gerisi de buna kıyas edilsin. Hayret içinde kaldım. İster istemez söze karıştım:
– Acaip! Var ile yok bir olur mu? Meselâ ben şimdi varım; yarın yok olacağım. Bu iki durum arasında fark yok mu dedim. Deli başını çevirdi, kahkahayı kopardı:
– Vay! Sen varsın ha! dedi: Acaba var mısın?
Bu önemli soruyu pek çok defa kendime sormuştum. Bu soru basit bir nazar karşısında anlamsız kalabilir ve alay konusu olabilir. Fakat öyle değildir. Eğer var isem, niçin yok olacağım? Yok olmayacaksam, ruhum ebedî mi kalacak? İşte şüphe ejderhasını büyüten denklemin bu son kısmıydı. Ruhum bâkî kalacak mı? Peki ama ruh nedir? Bizâtihi hissedebilme kabiliyetine sahip midir? Varsa kalıptan ayrıldıktan sonra ne gibi hallerle hallenecektir?
İşte cevapsız birçok soru. Deli ilâve etti:
– Ancak ben varım. Zira hiçim, yokum. Vücudum mutlaktır. Fena kayıt altına alınan da vardır. Mutlak vücuttur. Mevcuttur.
Bundan sonra deli sustu. Her ne söyledimse cevap alamadım. Nihayet sorularım karşısında sıkıldı. Arkadaşına:
– Haydi gidelim, bu hayvan bizi zevkimizden alıkoydu, dedi.
Kalkıp gittiler. Ne garip bir durum! Mükemmel tahsil gördüğünü
iddia eden bir insana, pejmürde bir deli “hayvan” diyordu.
…….. Kasabası’nda üç gün kaldık. Bu üç günü arkadaşların
şikâyetine ve ısrarına rağmen münakaşa etmeden lûhoş bir halde geçirdim. Trene bindiğimiz zaman arkadaşlardan biri benimle bir şeyler konuşuyordu. Ben ise onun sözlerini önemsemiyor, kendi düşüncelerimle dertleşiyordum. Bir ara, arkadaşıma elimde olmayarak:
– Acaba ben var mıyım, dedim.
Kahkahayı kopardı:
– Rakı yetiştirin, Raci çıldırmak üzeredir, dedi.
Dönüşümüzün ikinci günüydü. Kahveye gitmek üzere mezarlığın önünden geçiyordum. Her zamankinin aksine kapısı açıktı. Bu tesadüften istifade etmek için, kalbim de büyük bir arzu duyarak mezarlığa girdim. Birkaç yüzyıllık dev ağaçların gölgesinde yürümeye ve terk edilmiş halde bulunan mezarlıkta biten, güya ölüm kokusu saçan iri otları çiğnemeye başladım.
Mezarlığın ortasında, yuvarlak bir çizginin üzerine dikilmiş bulunan birtakım ağaçlar dikkatimi çekti. Bir süre oturmak için o tarafa gittim. Bu ağaçlar birbirlerine bitişik olarak yapılmış ve büyük bir aileye tahsis edilmiş mezarların etrafındaydı. Ağacın birine dayandırılmış, yarısı hasırdan, yarısı tahta parçalarından yapılmış bir kulübe gözüme ilişti. Terk edilmiş bir halde bulunduğunu zannederek kapısını açacağım sırada içinden eski püskü elbiseler giymiş biri çıktı.
Elli yaşlarında olduğu sanılan bu adamın başında yeşil bir takke vardı. Kırk elli kadar ayna parçası yapıştırılarak süslenmişti. Birçok kumaş parçası yamanmak suretiyle gökkuşağının renklerini andıran yırtık cübbesine de ayna ve teneke gibi şeyler yapıştırılmıştı. O kadar ki bu adamı görüp de, daha doğrusu elbisesine bakıp da gülmemek elden gelmezdi. Lâkin üzerime çevirdiği bakışlarında o kadar lâtif bir yumuşaklık ve alçak gönüllülük, çehresinde o kadar hazin bir donukluk vardı ki, haline gülmediğim gibi, kendisine doğru bir adım attım. Kıyafeti ile tam bir tezat teşkil eden bir ciddiyetle, yavaş ve âhenkli bir sesle:
– Safâ geldiniz nûrum! Buyurunuz! dedi. Ve kulübesinden çıkardığı bir hasır parçasını yere serdi. Oturdum. Kulübeye yaslanmıştım. Ön tarafımızda on beş kadar kalın taşlı ve güzel sülüs yazı ile mezarlar, sağ ve sol tarafımızda sek dikilmiş ağaçlar bulunuyordu. Kulübenin sahibi bir defa daha içeri girdi. Mangal hizmeti gören bir çömlek getirdi. Bir daha içeri girdi. Eski bir kahve kutusu, bir cezve, iki fincan, bir ibrik, bir tütün tabakası, birkaç teneke kutu çıkardı. Kuru otlarla ve çöplerle yaktığı ateşe cezveyi sürdü. Tekrar:
– Safâ geldiniz nûrum. Nasılsınız? İyi misiniz? diye sordu:
– Elhamdülillah, dedim.
Bu adamın ciddiyeti ile kıyafeti arasındaki çelişki beni şaşırtmıştı. Tekrar söze başlayarak:
– İsminiz nedir dedi.
– Ahmet Râcî.
– Ahmet Râcî mi? (Gülerek) Beşeriyetin ismini gasbetmişsin nûrum! İnsanoğlu o kadar aciz, zayıf ve muhtaçtır ki, hayatını rica ile devam ettirir. Raci demek, insan demektir.
Bu olgun sözleri dinledikten sonra bir kat daha şaşırdım. Ben de sordum:
– Sizin isminiz nedir?
– Benim adım çoktur. Her yerde başka bir isimle ve sıfatla anılırım. Üzerimdeki aynalardan dolayı burada “Aynalı Baba” adıyla çağrılırım. Ama sen istersen “Adem Baba” de.
Biraz düşündükten sonra ortaya çıkan arzuya engel olamayarak dedim ki:
– Azizim, kemâl erbabından olduğunuz meydandadır. Böyle olmanıza rağmen, kemâlinizi bu garip kıyafet altında gizlemenizin sebebini anlayamıyorum.
– Oysa bunun sebebi çok basittir. (Kahveyi pişirerek fincanımı doldurduktan sonra) Herkes süse meraklıdır. Herkes birçok paralar harcamak suretiyle türlü türlü elbiseler yaptırıyor. Ben de bu şekildeki elbiseden hoşlanıyorum.
Bu cevap hem akla yatkın, hem de değildi. Düşündükten sonra, fikrimce bunu doğru bulmadım. Fikrimi kendisine söyledim. Cevap verdi:
– Bu davamı makul bulmuyorsunuz. Oysa bu doğru değildir. Elli yaşındaki bir adamın tanesini on beş, bazen yirmi kuruşa alıp boynuna taktığı ve adına boyunbağı dediği bir yuları normal gördüğünüz helde, kulağıma taktığım ayna parçaları neden makul olmasın? Tutalım ki, her ikisi de insanlığın münasebetsizliğine, deliliğine delâlet etsin; böyle bir durumda bile benim deliliğim daha parlak, mantığa daha uygundur.
Birden bire aklıma parlak bir fikir geldi. Muhtemelen mecnun kıyafeti giyen ve hikmet ehli kabul edilen Aynalı Baba ile ciddi konular hakkında görüşmek istedim ve dedim ki:
– Sultanım, sen viraneye defnedilmiş bir hazinesin. Ben ise hikmete susamış bir âvâreyim. Lütfen istifade etmeme müsaade eder misin? Ver elini öpeyim.
– El öpmek de neymiş. İstersen konuşalım. Lâkin sözden ne çıkar. Şimdiye kadar, kim bilir kaç hayvan yükü kitap okudun? Ne anladın? Hiç değil mi? İnsanların bilgisi nedir? Bencilliklerimiz ve zevklerimiz ihtiyaç olan sanatlara ait şeylerden ibarettir. Peki ama hak ve hakikata dair ne biliyorlar? Hiç! Aklî denklem ile hakkı itiraf etmek mümkündür. Fakat bilmek, anlamak mümkün mü? Ne konuşalım? Harflerden meydana gelen dizi ile hikmetin esası bilinir mi?
O anda garip duygular içinde kalmıştım. Koca bir medeniyetin, yedi bin yıllık insanlığın çalışma mahsulü olan bilgiyi küçük gören, bu garip kıyafetli mecnunun sözlerindeki büyüklük, bana çok büyük bir küçüklük vermişti. Çok alçakgönüllü olmuş ve çok küçülmüştüm. Ağzımı açmaya bile gücüm yetmiyordu. Gözlerimi yalvarırcasına kendisine diktim.
Gülerek dedi ki:
– Yorucu faraziyeleri bırakalım da biraz kendimizden geçelim, olmaz mı?
Aynalı Baba ile bir kahve daha içtik.
BİRİNCİ GÜN Niburna, niyurna?! (Buda Gautama)
Kahveleri içtikten sonra Aynalı Baba, kulübeden bir ney çıkardı. Hafif ve latif bir şekilde üflemeye başladı. Mezarlığın sükûneti, ney’in hazin sesi bana garip bir zevk veriyordu. Şüphesiz ki gittikçe sinemden bazan hüzünlü, bazan sevinçli âhlar çıkaracak kadar şiddetlenen bu tuhaf zevkte kahvenin de rolü vardı. Kendimde garip değişiklikler hissediyordum. Güya taşımaya mahkûm olduğum ağır bir yük üzerimden alınmıştı. Kendimde büyük bir hafiflik duyuyordum. Aynalı Baba ney ile taksimini bitirdikten sonra, hafif ve dâvûdî bir sesle okumaya, daha sonra neye üflemeye başladı.
Okuyordu:
Bu fenâ mülküne ibretle nazar kıl, ey cân!
Gafleti eyle hebâ, hâli değildir meydan,
Hani Sultan Süleyman, hani İskender Han?
Sâdhezâr ömrü sürûr ile geçirsen bir an Ne güle, bülbüle bâki, â gözüm bâğ-ı cihân Kime yâr oldu, muradınca felek-i devr-i zaman.
Bu gazelde ne büyük biz cazibe vardı. Aynalı Baba, bu parçayı bitirip de ney üflemeye başladığı zaman, gözlerimden yaş akıyordu. Bunlar hasret ve keder gözyaşları mıydı? Yoksa aşk ve zevk çağlayanı mıydı? Bilmem. Yalnız çok üzgündüm. O anda içinde bulunduğum ruhî ve vicdanî durumu anlatmak mümkün değildi.
Baba okuyordu:
Tama’ ve hırsa uyup nefs ile makhûr olma,
Rahatın zâil olur, nâm-ı meşhur olma.
Sohbet-i ârif-i billaha eriş, dûr olma,
Saltanat-ı mesned-i dünya ile mağrur olma,
Neredeyse kendimden geçecektim. Baba’nın sesini pek yavaş ve âdeta uzaktan geliyor gibi duyuyordum. Ney, büyük bir letâfet kazanmıştı.
Zevk-i dünyaya firîb olmadılar ehl-i kemâl
Bildiler hâsılı hep zıllu huve’l lu’bu hayâl,
Zevke teşbihi cihanın hele rüyâya misâl;
Dâmen-i aşkı tutup buldu kamu kurb u visâl.
Duyma hissim çok zayıflamıştı. Sesi âdeta uzaktan geliyor gibiydi. Yavaş yavaş duygularımdan, daha doğrusu dış görünüşümden sıyrılmaya başladım. Bir şey görmüyor, bir şey işitmiyordum. Bir süre uykuya benzeyen bir halde kaldım. Ancak bu hal çok sürmedi. Zihni faaliyetim yeniden başladı. Zahiren bir şey hissetmezken kendimi garip bir âlemde görmeye başladım. Derin hayâllere dalmıştım.
Gözlerim kapalı olduğu halde görüyordum. Memleketimize benzemeyen bir sahrada bulunduğumu görüyordum. Sahra, o zamana kadar hiç görmediğim bir takım bitkilerle kaplıydı. Sazlıklarımızı andıran uzun otların arasında türlü türlü hayvanlar geziniyordu. Bunların bazısı yırtıcı canavarlardı. Fakat ben onlardan korkmuyor, çekinmeden yoluma devam ediyordum. Arada sırada benimle konuşan bir de arkadaşım vardı. Lâkin cismini göremiyordum. Fakat bir şey sormak gerektiği zaman soruyor ve cevabını alıyordum. Saatlerce yürüdük. Sonunda yoruldum. Esirim olan arkadaşıma nerede bulunduğumuzu, nereye gittiğimizi sordum:
– Hindistan’dayız. Hiçlik zirvesine gidiyoruz, dedi.
İtaat göstererek yoluma devam ettim. Bir süre sonra karşımızda bir dağ göründü. Yüksek, çok yüksekti. Bir müddet daha yürüdükten sonra dağa yetiştik. Gümüş gibi parlak bir dereciğin kenarında bir kulübe göründü. Arkadaşım oraya doğru gitmemi söyledi. Kulübeye gittim. İçinde genç bir adam vardı:
– Ne istiyorsun, dedi.
Ne istediğimi ben de bilmiyordum. Arkadaşım cevap verdi:
-Hiçlik zirvesini ziyerete getirdim. Lütfen rehberi olun, dedi. Genç adam memnun bir halde bana baktı. Elimden tuttu ve:
– Gel!.. dedi. Bir ağacın gölgesine oturduk. Bana dedi ki:
– Hiçlik zirvesine insanların binde, yüzbinde biri bile çıkamaz. Zira ona çıkmak için insan kendine hâkim olmalıdır. Bir kalpte emel olursa yollarda kalır. Oraya canlı cenazeler çıkabilir. Sen kendinde böyle bir kuvvet hissediyor musun?
Aksine âciz ve sabırsız, yalnız iyi niyetli bir adam olduğumu söyledim.
– Heyhat! İnsanların çoğu böyledir. Hele bir teşebbüs edelim. Belki başarılı oluruz, dedi. Beni yine elimden tutarak kulübeye götürdü. “Bugün burada misafirsin. Yarın seher vakti tepeye çıka rız. Şimdi vaktimizi boşa geçirmemek için biraz konuşalım” dedi. İsmimi sordu.
– Râcî! dedim.
Kendisine büyük bir saygı duymaya başladığım bu zata ben de sıkıla sıkıla adını sordum.
– Buda Gautama Sakyamuni! cevabını verdi.
İnsanların en büyüklerinden biri olduğunu tarihten ve değerli bazı eserlerden öğrendiğim “Buda”nın huzurundaydım. Büyük bir saygıyla ayağa kalkarak elini öpmek istedim. Razı olmadı.
– Benim içinse, ben hiçim. Bana göre hürmetle hakaret birdir. Senin içinse kalbi sevgin yeterlidir, dedi.
Ertesi gün seher vakti yola çıktık. Buda elimden tutuyordu. Hiçlik zirvesinin etekleri yeryüzünde; daha doğrusu yeryüzünü basit bir nazarla seyrederken, görülemeyen bir letâfete sahipti. Çıktığımız yolun her iki tarafı eşi benzeri bulunmayan renk renk çiçeklerle doluydu. İnsanı kendinden geçiren tatlı bir koku etrafa yayılıyor, gül fidanlarını muhabbet yeri haline getiren bülbüllerin nağmeleri ve terennümleri insanın kalbini titretiyordu. Üzerinde yürüdüğümüz yol, çok ince ve altın gibi parlak, pamuk gibi yumuşak bir kum ile örtülüydü. Her iki taraftan akan latif ve mini mini ırmakların şırıltısı, sevgilisine kavuşan bir âşığın söylediği kesik, heyecan dolu, titrek ve neşelendiren sözler gibi, kulağı ve kalbi okşuyordu. Yükseldikçe letâfet artıyordu.
Nihayet bir köşke, daha doğrusu mini mini bir saraya ulaştık. Bir taraftan yükseklik, diğer taraftan hava benim çok acıkmama sebep olmuştu. Köşkün kapısından içeri girer girmez en nefis yemeklerden etrafa yayılan kokular, burunlara letâfet bahşediyordu. Büyük bir odaya girdik. Ortasında bir masa kurulmuş, insan sanatının icad ettiği ne kadar yemek varsa, altın tabaklarla üzerine konmuştu. Bana kalsa hemen sofraya yanaşacak, açlığımı giderecektim. Fakat Buda elimden tutuyor ve kulağıma:
– Hiçlik zirvesine çıkıyoruz. Bu yemeklerden yersen, buradan dönmen, benden ayrılman gerekir, diyordu.
Şiddetli bir şekilde aç olmama rağmen bu emre uydum. O nefis yemeklerin karşısında bir saat oturduk. Buda susuyordu. Ben ise bir takım infiallerin etkisiyle güçsüz bir halde kaldım. Bu zatın hayat sahibi ve yemeye, içmeye ihtiyacı olan bir insanı melek gibi aç bekletmesine içimden itiraz ediyordum. Nihayet birden bire:
– Haydi gidelim. Yeteri kadar istirahat ettik, dedi.
Saraydan çıkacağımız sırada, cennet hizmetçisine benzeyen bir genç karşıma geldi. Elinde altın tepsi içinde üç tane billûr kâse bulunuyordu. Bunların birinde su, diğerinde şerbet, üçüncüsünde ise şarap vardı. Genç:
– Efendi, çıkılacak yer daha çok uzaktır. Yemek yemediniz, bâri bir şey içiniz, dedi.
Nazikçe ve âdetâ yalvarırcasına ileri sürülen bu teklife hemen uyarak, şarap kâsesini elime aldım. Genç, büyük bir sevinç içinde yüzüme bakıyor, sihrin parlayan güzelliğini andıran latif bir gülümseme, ışıklı yanaklarına göz kamaştırıcı bir dalgalanma veriyordu.
Kâseyi dudaklarıma temas ettireceğim bir sırada Buda elime vurdu. Kâse yere düştü. Bir şey söylemeyerek elimden tuttu. Çıktık, yolumuza devam ettik. Hafiften bir ses geliyordu. Bu ses o kadar güzeldi ki, yanında Davud’un sesi, âdeta yalancı bir sabah idi.
Okuyordu:
Yürü ey seyyâh-ı âvâre, yürü, durma yürü,
Koymasın râh-ı visalden seni ezvâk-ı misâl,
Bu bedayi’, bu letâif, heme rüyâ vü hayâl,
Yürü ey zâir-i bîçare yürü, durma, yürü.
Yürü ki nüzhef-i vuslatta teâlî göresin,
Yürü, salında fena kul, budur efvâr-ı kemal,
Yürü, âlâyişi terk et, içesin ke’s-i visâl.
Âmâk-ı Hayal Yürü ki sahâ-i hîçîde tecellî göresin.
Bu sesin tatlılığından, gözlerimde üzüntü ve sevinç gözyaşları sel olup akarken yolumuza devam ettik. Geceyi çimenlerin üzerinde geçirdik. Rüyasız ve hayalsiz derin bir uykuya dalmıştım. Ertesi günü, sabah erkenden yolumuza devam ettik. Öğlen vakti karşımızda bir saray göründü. Bu saray ancak hayâl safhasında görülebilen binalardan biri, yani hayâl kurmanın en son örneğiydi.
Ne yapılırsa yapılsın, bundan daha güzel, daha mükemmel ve süslü bir bina tasavvur edilemezdi. Bunun hayâli mümkün değildi. Oraya yöneldik. Aramızda beş on adım kaldığı zaman kapısı kendi kendine açıldı. Buda dedi ki:
– Bu saray, insanların ayaklarının kaydığı yerdir. Bu saray imtihan yoludur. Mertliğin ve sebatın sağlam ipine yapışanlar bu yolu geçerler. İlerisi Hiçlik Zirvesi’dir. Yalnız cana can katan buradaki gösterişe kapılanlar, keder ve üzüntü dolu olan cehennem vadisine düşerler. Burası arzu ve emel cenneti, ilerisi başlangıcı olmayan bir yokluk meydanıdır. Burası boş gösterişi ile dolu bir saray, her ziyaretçisini işkencelerle yok eden bir misafirhanedir. İlerisi zevk ve hürriyet boşluğu, birlik ve mutlak âlemdir. Burada kalanın yeri, inilti ve âh çekme köşesidir. Öteye giden makamdan uzak, dert ve sıkıntıdan kurtulmuştur. Burada kalan arzu ve isteğe, hırs ve emele esirdir. İleri gidenin tahtı sonsuz bir boşluk ve kâinatı dolduran sahadır. Cesur ol! Aldanma! Sebat et! Ben burada seni bekliyorum. (Sarayın kapısını işaret edrek) “Haydi gir!” dedi…