Aldatıcı Zaferler
Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla dünyada bir umut rüzgârı esmişti. Batı ile Sovyetler Birliği arasındaki gerginliğin sona ermesi, yaklaşık kırk yıldır insanlığı tehdit eden bir nükleer felaket tehlikesini ortadan kaldırmıştı; inanıyorduk ki, bundan böyle demokrasi yavaş yavaş yaygınlaşacak, en sonunda da bütün dünyaya yayılacak; yerkürenin çeşitli ülkeleri arasındaki duvarlar kalkacak ve insanların, malların, imgelerin ve düşüncelerin dolaşımı engellerle karşılaşmaksızın gelişebilecek, böylece bir gelişme ve refah çağı başlayacaktı. Bu cephelerin her birinde, başlangıçta, birtakım dikkate değer ilerlemeler kaydedildi. Ama ne kadar ileriye gidersek, pusulayı da o kadar şaşırıyorduk.
Bu açıdan bakıldığında, Avrupa Birliği simgesel bir örnek oluşturuyor. Birlik için, Sovyet blokunun parçalanması bir zaferdi. Kıta Avrupası’nda yaşayan halklara sunulan iki yol arasında, birinin tıkanmış olduğu ortaya çıkmışken, öteki ufka kadar açılıyordu. Eski Doğu Avrupa ülkelerinin hepsi Birliğin kapısını çaldı; Birliğe alınmayanlar da hâlâ üyeliğin düşünü kuruyorlar.
Öte yandan, tam da Birliğin zafere ulaştığı anda, onca halk, sanki bir yeryüzü cennetiymiş gibi, hayran hayran, gözü kamaşmış biçimde ona doğru ilerlerken, Avrupa ne yapacağını şaşırıverdi. Birliğe daha kimi alacaktı? Ne amaçla? Peki ya kimi dışlayacaktı? Hangi nedenle? AB, bugün, geçmişte olduğundan daha fazla, kimliğini, sınırlarını, gelecekteki kurumlarını, dünya üstündeki yerini sorguluyor; yanıtlarından da hiç emin değil.
Nereden geldiğini, bu halklarda birleşme gereksiniminin doğmasına ne tür trajedilerin yol açtığını bilse de, hangi
yöne gitmesi gerektiğini artık kestiremiyor. Amerika Birleşik Devletleri’ninkine benzer, onu oluşturan ulusların yurtseverliklerini aşan ve kendi içinde eriten bir “Kıta Avrupası yurtseverliğinin hayat verdiği; yalnızca ekonomik ve diplomatik olarak değil, siyasal ve askeri açılardan da dünya çapında önemli bir güç konumunda görülen bir federasyona mı dönüşmeli? Böylesi bir rolü, getireceği sorumluluklarla ve fedakârlıklarla üstlenmeye hazır mı acaba? Yoksa daha çok egemenliklerinin üstüne titreyen uluslar arasındaki esnek bir ortaklıkla yetinmeli ve küresel planda bir destek gücü olmayı mı sürdürmeli?
Kıta Avrupası iki düşman cepheye bölünmüşken, bu ikilemler gündemde değildi. Sonrasında, durmaksızın gündeme taşınmaya başladı. Hayır, ne büyük savaşlar ne de “demir perde” dönemlerine dönecek değiliz elbet. Ama burada söz konusu olanın siyasetçiler arasında ya da siyasetbilimciler arasında patlak veren bir tartışma olduğunu düşünmek yanlış olur. Söz konusu olan Kıta Avrupası’nın yazgısıdır.
Kanımca yalnızca Avrupa halkları için değil, herkes için büyük
önem taşıyan bu soruyu ileride uzun uzadıya ele alacağım. Burada, özellikle açıklayıcı olması için bu soruya değindim; çünkü bu, bütün halinde ve her bir bileşeni içinde insanlığı etkisi altına alan o kaybolma, yönünü şaşırma, çığırından çıkma halinin bir göstergesidir.
Doğrusu, yerkürenin çeşitli bölgelerine baktığımda, yine de en az Avrupa için endişeleniyorum. Çünkü, bence, insanlığın yüzleşmek zorunda olduğu meydan okumaların şiddetini ötekilerden daha iyi ölçüyor; çünkü çözümler getirebilmek amacıyla bu meydan okumalarla mücadele edebilecek insanlara ve mercilere sahip; çünkü birleştirici bir tasarının ve güçlü etik kaygıların taşıyıcısı durumunda, her ne kadar kimi zaman bu tasarıyı ve kaygıları gönülsüzce üstlendiği izlenimini yaratsa da.
Başka yerlerde, ne yazık ki, bunun yanından bile geçilmiyor. Arap-İslam âlemi bir daha çıkamamazcasına tarihsel bir “kuyu”ya gömüldükçe gömülüyor; bütün dünyaya karşı, Batıklara, Ruslara, Çinlilere, Hintlere, Yahudilere vb. ayrıca her şeyden önce kendisine karşı öfke duyuyor. Afrika ülkeleri, ender istisnalar dışında, iç savaşlarla, salgın hastalıklarla, iğrenç kaçakçılıklarla, iyice yaygınlaşan rüşvetle, kurumların yozlaşmasıyla, toplumsal dokunun parçalanmasıyla, yüksek işsizlik oranlarıyla, umutsuzlukla boğuşmak durumunda. Rusya yetmiş yıllık komünizmden ve sonrasındaki kargaşa halinden kurtulmakta zorlanıyor; liderler yeniden eski güçlerine kavuşmanın hayalini kurarken, halk hâlâ korkuyor. ABD’ye gelince, en önemli küresel rakibini alt ettikten sonra, kendisini tüketen ve yolunu şaşırtan devasa bir girişime sürüklendi: Tek başına, neredeyse tek başına, boyun eğmez bir dünyaya boyun eğdirmeye çalışıyor.
Göz alıcı bir tırmanış yaşayan Çin’in bile endişelenmek için nedenleri var; çünkü bu yüzyılın başında, izleyeceği yol belli gibi görünse de -toplumsal ve ulusal bütünlüğünü korumaya özen göstererek ekonomik gelişimini aralıksız sürdürmek-, gelecekte kendisine düşecek büyük siyasal ve askeri güç rolü ciddi belirsizliklerle dolu, hem kendisi hem komşuları hem de dünyanın geri kalanı için. Asya devi elinde hâlâ az çok güvenilir bir pusula tutuyor, ama büyük bir hızla, elindeki aletin artık işe yaramayacağı bir bölgeye yaklaşıyor.
Şu ya da bu şekilde, dünyadaki halkların tümü bir karışıklık yaşıyor. Zengin ya da yoksul, küstah ya da uysal, işgalciler, işgal altındakiler, kısacası hepimiz aynı dayanıksız sala binmişiz, hep birlikte suya gömülmek üzereyiz. Gelgelelim, yükselen denizi hiç dert etmeden birbirimize sövüp saymayı, kavga etmeyi sürdürüyoruz.
Bize doğru yükselirken, önce düşmanlarımızı batırsa, bu yıkıcı dalgayı alkışlayabiliriz bile.
Ama ilk örnek olarak Avrupa Birliği’nin adını anmamın başka bir nedeni daha var. Çünkü bu örnek, tarihçilerin yakından tanıdığı ve her insanın yaşamı boyunca gerçekliğine tanık olduğu bir olayı, bir başarısızlığın önünde sonunda beklenmedik bir mutluluğa, başarının da belaya dönüşebileceği olgusunu iyi yansıtıyor; Soğuk Savaş’ın sona ermesi, tam da bu türden yanıltıcı olaylardan biri bana kalırsa.
Avrupa’nın zaferinin ona yolunu şaşırtması, içinde yaşadığımız
dönemin tek çelişkisi değil. Aynı şekilde, Batı’nın kendi üstünlüğünü pekiştirmesi beklenen zaferinin aksine gerilemesini hızlandırdığı; kapitalizmin zaferinin onu tarihinin en beter bunalımına sürüklediği; “korku dengesi”nin sonunun “korku”dan bir türlü kurtulamayan bir dünya yarattığı; ayrıca açıkça baskıcı ve anti-demokratik bir Sovyet sisteminin çöküşünün demokrasi tartışmasını bütün dünyada gerilettiği ileri sürülebilir.
Öncelikle bu son nokta üstünde duracağım. İki blok arasındaki gerilimin sona ermesiyle, bölünmelerin temel olarak ideolojik olduğu ve tartışmanın hiç eksik olmadığı bir dünyadan, bölünmelerin temel olarak kimliğe ilişkin olduğu ve tartışmaya pek yer olmayan bir dünyaya geçtiğimizin altını çizmek istiyorum. Herkes ötekilerin karşısında kendi aidiyetlerini haykırıyor, başkalarını kendince dışlıyor, yandaşlarını seferber ediyor, düşmanlarını şeytanlaştırıyor, söyleyecek daha ne var? Bugünün rakiplerinin o kadar az ortak değerleri var ki!
Soğuk Savaş dönemindeki entelektüel havayı özlemle anmıyorum o kadar da; o savaş her yerde soğuk da değildi üstelik, tersine Kore’den Afganistan’a, Macaristan’dan Endonezya’ya, Vietnam’dan Şili ve Arjantin’e dolaylı yoldan sayısız çatışmaya yol açtı, on milyonlarca insanın hayatına mal oldu. Ne var ki dünya bu savaştan çıktığında “daha aşağı bir düzeyde” buldu kendini; yani bununla demek istediğim, daha az evrenselliğe, daha az akılcılığa, daha az laikliğe; kazanılan görüşlere karşı, miras aldığı aidiyetleri güçlendirmeye; dolayısıyla da daha az özgürce tartışmaya yöneldi.
Marksizm yandaşları ile rakipleri arasındaki gerilim sürerken bütün dünya koskocaman bir anfitiyatro gibiydi. Gazetelerde, üniversitelerde, iş yerlerinde, fabrikalarda, kafelerde, evlerde, insanların çoğu bir araya gelip, fısır fısır, şu ya da bu ekonomi modelinin, filanca felsefi düşüncenin, falanca toplumsal düzenin yararları ya da zararları üstüne bitmek tükenmek bilmeyen tartışmalara giriyorlardı. Komünizm yenilgiye uğrayıp insanlık için inandırıcı bir seçenek olmaktan çıkalı beri, bu tartışmalar amacını yitirdi. Acaba onca insan, bu yüzden mi bozguna uğramış ütopyalarından vazgeçip bir topluluğun güven verici çatısı altına sığınmaya kalktı? Aynı şekilde kesinkes tanrıtanımaz olan Marksizm’in yaşadığı siyasal ve manevi çöküşün, kökünü kazımaya çalıştığı inanç ve dayanışmalara yeniden değer kazandırdığı da varsayılabilir.
Şurası bir gerçek ki Berlin Duvarı’nın yıkılışından bu yana, dinle bağlantılı olanlar başta olmak üzere aidiyetlerin iyice şiddetlendiği; farklı insan topluluklarının birlikte yaşamasının her gün biraz daha güçleştiği ve demokrasinin sürekli kimlik pazarlıklarına bağlı olduğu bir dünyada yaşıyoruz.
İdeolojiden kimliğe kaymanın bütün dünya üstünde feci etkileri oldu, en çok da uzun zaman boyunca azınlıkta kalan ve baskı altında tutulan köktendinciliğin, çoğu toplumda olduğu gibi diyasporada da entelektüel bir ağırlık kazandığı Arap-Müslüman kültür alanında; bu akım, tırmanışı boyunca, şiddetle Batı karşıtı bir çizgi benimsemeye başladı.
1979’da
Ayetullah Humeyni’nin başa geçmesiyle başlayan bu değişim, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte iyiden iyiye yoğunlaştı. İki blok arasındaki gerilim sürerken, İslamcı hareketler, genelde, kapitalizmden daha kesin biçimde komünizme karşı düşmanlık sergiliyorlardı. Kuşkusuz Batı’dan, Batı siyasetinden, yaşam tarzından ve değerlerinden hiç hoşlanmıyorlardı; ama Marksistlerin militan tanrıtanımazlığı bunları daha yüzeysel düşmanlar haline getiriyordu. Buna koşut olarak, İslamcıların yerel rakipleri, özellikle Arap ulusalcıları ile sol partiler bu yönelimi tersinden izliyor ve Sovyetler Birliği’nin müttefiki ya da müşterisi haline geliyorlardı. Kendileri için yıkıcı sonuçlar doğuracak, ama bir şekilde tarihlerinin onlara dayattığı bir taraf tutuştu bu.
Arap-İslam âleminin modernlik yanlısı seçkinleri, kuşaklardan beri, bu çözümsüz sorunu boşuna çözmeye uğraşıyorlardı: Cava’dan Fas’a kadar ülkelerine hükmeden ve kaynaklarını denetim altında tutan Avrupalı güçlerin hegemonyasına boyun eğmeden nasıl Avrupalılaşabilirlerdi? Bağımsızlık savaşlarını İngilizlere, Fransızlara ya da Hollandalılara karşı vermişler ve ne zaman ülkeleri ekonomilerinin kilit sektörlerini denetim altına almaya kalksa, karşılarında Batılı petrol şirketlerini -ya da Mısır’da görüldüğü üzere, Süveyş Kanalı’ndaki Fransız-İngiliz Şirketi’ni- bulmuşlardı. Avrupa kıtasının doğusunda, hızlandırılmış sanayileşmeyi öven, “halkların dostluğu” sloganını haykıran ve sömürge güçlerine karşı sıkı bir direniş sergileyen güçlü bir blokun ortaya çıkışı, birçoklarına bu ikilemin çözümü olarak gözüktü.
Bağımsızlık savaşı sırasında, böylesi bir eğilim akıllıca ve umut verici görünüyordu. Geriye dönüp bakıldığında, sadece bela getirdiğini görmek gerek. Arap-İslam âleminin seçkinleri ne gelişme ne ulusal özgürlük ne demokrasi ne de toplumsal modernlik elde edebileceklerdi; Sovyet rejiminin dünya çapındaki yükselişini sağlamış hiçbir şeyi içermeyen, onun ne enternasyonalist söylemine, ne 1941-1945 arasında Nazizm’in bozguna uğratılmasındaki büyük katkısına ne de birinci derecede bir askeri güç oluşturma becerisine sahip olan, ama ondaki en beter aksaklıklara -yabancı düşmanlıklarına, güvenlik güçlerinin şiddete başvurmasına, herkesin bildiği üzere etkisiz kalmış ekonomi yönetimlerine, bir parti, bir grup ve bir başkan adına iktidarın devrilmesine- sadakatle öykünen yerel bir tür Stalinist ulusalcılık dışında hiçbir şey sağlayamamışlardı. Saddam Hüseyin’in “laik” rejimi, bu açıdan, aydınlatıcı bir örnekti.
Bugün, Arap toplumlarının yüzyıllık körlüğünü ya da Batılı güçlerin yüzyıllık açgözlülüğünü kınamak gerekip gerekmediği konusu artık pek önem taşımıyor. İki taraf da kendi savlarını savunuyor; bu konuya geri döneceğim. Kesin olan ve bugünün dünyasında ağır basan şu ki, on yıllardır Arap-İslam âlemindeki gizil modernlik yanlısı, laik insanlar Batı’ya karşı mücadele ettiler; bu yüzden de, çıkışı olmayan bir yolda, maddi manevi anlamda yollarını şaşırdılar; Batı da çoğunlukla korkunç bir şekilde ve kimi zaman da dinsel hareketlerin desteğiyle onlarla savaştı.
Burada söz konusu olan, gerçek bir ittifak değildi, ortak güçlü bir düşmana karşı taktik bir birliktelikti yalnızca. Ama bunun sonunda,
Soğuk Savaş’ın bitiminde, İslamcılar kazananların arasında yer aldı. Gündelik yaşam üstündeki etkileri her alanda gözle görünür bir hal aldı, derinleşti. Ondan sonra, nüfusun büyük bölümü kendini onların arasında görmeye başladı, bağımsızlık savaşı kaynaklı hareketlerin ve solun geleneksel anlamda sözcüsü olduğu bütün toplumsal ve ulusal istemleri benimsedikleri ölçüde bu durum daha da güçlendi. Çoğunlukla muhafazakâr biçimde yorumlanan dinsel kuralların somut uygulamalarına dayanan İslamcı söylem, siyasal açıdan köktenci -daha eşitlikçi, daha Üçüncü Dünyacı, daha devrimci, daha ulusalcı- olacaktı; ve 20. yüzyılın son yıllarından başlayarak, kararlı biçimde Batı’ya ve onun himayesindekilere karşı bir tavır sergiledi.
Şu son noktadan hareketle, akla bir karşılaştırma geliyor: Avrupa’da, İkinci Dünya Savaşı sırasında, Nazizm’e karşı ittifak eden sağ demokratlar ile komünistler 1945’ten sonra düşman olmuşlardı; aynı şekilde, Soğuk Savaş’ın sonunda, Batıklar ile İslamcıların acımasızca çatışacağı tahmin edilebilirdi. Fitili tutuşturabilecek bölge açıkça belliydi: Afganistan. İşte orada dünün müttefikleri Sovyetlere karşı son savaşlarını verdiler; işte orada, zafer kazanmalarından sonra, yüzyılın son on yılı içinde aralarında bir kırılma gerçekleşti; ve işte oradan, 11 Eylül 2001’de, ABD’ye ölümcül bir düello çağrısı yapıldı. Bunu da herkesin bildiği zincirleme tepkiler izledi: istilalar, isyanlar, idamlar, kıyımlar, iç savaşlar. Ve sayısız suikastlar.
Batı’nın, yalan yanlış biçimde Müslümanlık adına hareket ettiğini ileri süren bir avuç teröristle karşı karşıya olduğu ve bunların eylemlerinin inananların çoğu tarafından kınandığı düşüncesi gerçeği her zaman yansıtmıyor. Mart 2004’te Madrid’de olduğu gibi, tüyler ürpertici kıyımların İslam âleminde tiksinti, rahatsızlık uyandırdığı, oradan samimi kınamaların geldiği bir gerçek. Ama bugünün insanlığını oluşturan “küresel kabileler”e yakından bakıldığında, onların suikastlara, silahlı çatışmalara ya da siyasal bilek güreşlerine karşı ender olarak buna benzer tepkiler verdikleri görülüyor: Bazılarının öfkelendiği şeyleri, başkaları onaylıyor, mazur görüyor, hatta kimi zaman alkışlıyor.
Açıkça görüldüğü üzere, iki farklı “rakip” algısı çevresinde belirginleşen iki değişik tarih yorumuyla karşı karşıyayız. Müslümanlık, kimilerine göre, Batı’nın salık verdiği evrensel değerleri benimseyemez; kimilerine göre de, Batı her şeyden önce evrensel egemenlik isteğine göre hareket edecek ve Müslümanlar da ellerinde kalan kısıtlı olanaklarla buna direnmeye çalışacak.
Her “kabile”ye kendi dilinde kulak verebilen, bunu yapmayı yıllardır alışkanlık haline getirmiş biri için, şu sahne hem aydınlatıcı hem etkileyici hem de acıklı. Çünkü, birtakım ön koşullar ortaya konduktan sonra, bütün olaylar “başkaları”nın fikrine gereksinim duyulmadan tutarlı biçimde yorumlanabilir.
Sözgelimi, içinde yaşadığımız dönemin başındaki belanın “İslam âleminin barbarlığı” olduğu ön doğru olarak kabul edilirse eğer, Irak örneği bu düşünceyi güçlendirir yalnızca.
Korku yönetimiyle yaklaşık otuz yıl hüküm süren, kendi halkının kanını döken, petrolden gelen parayı askeri ya da lüks harcamalara saçıp savuran; komşularını işgal eden, devletlere meydan okuyan, Arapların alkışlarıyla yalancı pehlivanlıklara soyunan, sonra da gerçek bir mücadele vermeden alaşağı edilen, eli kanlı bir zorba vardı; ardından, bakınız işte, bu adam devrildikten sonra, ülke karmaşaya sürüklendi, bakınız işte, çeşitli tarikatlar birbirlerini katletmeye başladı, sanki şöyle demek isteniyormuş gibi: Görüyorsunuz ya, böylesi bir halkı zapt etmek için ancak bir diktatör gerekir!
Bunun tersine, ön dayanak olarak “Batı’nın hayasızlığı” düşüncesinin benimsenmesi halinde, olaylar aynı oranda tutarlı biçimde açıklanabilir: Başlangıç olarak, bütün bir halkı yoksulluğa sürükleyen, diktatörün purolarına dokunmadan yüz binlerce çocuğun hayatına mal olan bir ambargo; ardından, kamuoyuna ve uluslararası kurumlara aldırmadan sahte bahanelerle kararlaştırılan ve petrol kaynaklarına el koymayı kısmen de olsa hedefleyen bir istila; Amerikalıların zaferinden sonra, Irak ordusuyla devlet aygıtı arasında zamansız ve keyfi bir çözülme, kuramların içinde belirgin bir tarikatçılığın kurulması, sanki ülkenin kalıcı bir istikrarsızlık içine sürüklenmesi bile bile yeğlenmiş gibi; bunlara ek olarak, Ebu Gureyb Hapishanesi’ndeki zulüm, sistemli işkence, ardı arkası gelmeyen aşağılamalar, “yan hasarlar”, cezasız kalmış sayısız suç, yağma, yolsuzluk…
Bazıları için, Irak örneği İslam âleminin demokrasiye uzak olduğunu
gösteriyor; bazıları için de Batı tarzı “demokratikleş-tirme”nin gerçek yüzünü açığa vuruyor. Saddam Hüseyin’in filme çekilen idamında bile Amerikalıların acımasızlığı kadar Araplarınki de göze çarpıyor.
Bana göre, iki söylem de hem doğru hem yanlış. Her biri onu zaten ezbere bilen ve karşı söyleme kulak asmayan yandaşlarının önünde, kendi yörüngesinde dönüp duruyor. Benim de, kökenlerim gereği, yaşamımda izlediğim yol gereği, her iki söylemden de yararlandığım varsayılıyor, oysa günbegün ikisinden de daha fazla uzaklaştığımı hissediyorum.
Bu uzaklaşma -ya da eski bir deyişle söylemem gerekirse “bigâne” olma- duygusu kimliğimin bileşenleri arasında bir eleştiri dengesi kurmak istememden kaynaklanmıyor; içinde bulunduğumuz yüzyılın başlangıcını bizlere zehir eden -ve bu arada doğduğum ülkenin harap olmasına da neden olan- kültürel inatlardan tiksinmeme de bağlı değil sadece. Benim eleştirim bu iki “uygarlık alanı”nın yüzyıllık uygulamalarına yönelik; korkarım onların varoluş nedenlerini de kapsıyor. Bu saygıdeğer uygarlıkların sınırına vardığını; dünyaya artık yıkıcı öfkelerinden başka bir şey vermediklerini; bir yandan da tıpkı insanlığı bölen bütün özel uygarlıklar gibi manevi anlamda iflas ettikleri ve artık onları aşmanın zamanının geldiğini düşünüyorum temel olarak. Ya bu yüzyılda herkesin kendisiyle özdeşleştirebileceği, aynı evrensel değerlerle bütün haline getirilen, insanlık serüveninde güçlü bir inancın rehberlik ettiği ve bütün kültürel çeşitliliklerimizle zenginleşecek bir uygarlık kurmayı başarırız ya da ortaklaşa bir barbarlığın içinde yok olup gideriz.
Bugün Arap âleminde eleştirdiğim şey, ondaki manevi bilincin
eksikliği; Batı’da eleştirdiğim şeyse, manevi bilincini bir egemenlik aracına dönüştürme eğilimidir. Bunlar çok ağır suçlamalar, üstelik bana iki kat daha fazla acı veriyor; ama bağıra bağıra geliyorum diyen gerilemenin kökenlerine karşı savaş açma iddiasındaki bir kitapta bunlara değinmeden edemem. Birilerinin söyleminde etik bir kaygı ya da evrensel değerlere bir gönderme arıyoruz ama boşuna; ötekilerin söyleminde de, tamam bu kaygılar, bu göndermeler var, ama seçilerek ve sürekli bir siyasetin hizmetinde saptırılarak kullanılıyor. Bunların sonucunda da Batı, manevi inandırıcılığını durmadan yitiriyor, ona karşı olanlarsa bu inandırıcılıktan bütünüyle yoksun durumda.
Bununla birlikte, “benim” iki kültürel evrenimin bunalımlarını aynı planda değerlendirmiyorum. Binyıl, üç yüzyıl ya da elli yıl öncesiyle karşılaştırıldığında, Batı’nın kimi alanlarda hâlâ devam eden, hatta hızlanan, göz alıcı ilerlemeler kaydettiği yadsınamaz. Oysa Arap âlemi bugün dibe vurmuş durumda; evlatlarını, dostlarını ve aynı şekilde tarihini utandırıyor.
Buna verilebilecek son derece aydınlatıcı bir örnek, insanların birlikte yaşamasını sağlama yetisi: Benim gençliğimde, Ortadoğulu cemaatler arasındaki ilişkiler, eşitlikçi ve kardeşçe olmasa da, en azından nazik ve incelikliydi. Şiiler ile Sünniler birbirlerine kimi zaman kuşkuyla bakıyorlardı bakmasına ama iki cemaat arası evliliklere sık rastlanıyor ve Irak trajedisinin artık sıradanlaştırdığı gündelik karşılıklı kıyımlar akıldan bile geçmiyordu.
Hıristiyan azınlıklara gelince, onların durumu asla harika olmadı, ama her rejimde genel olarak ayakta kalmayı, hatta gelişmeyi başarıyorlardı; Müslümanlığın başlangıcından beri, hiçbir zaman bu derece toplum dışına itilmiş, ezilmiş, hatta bugün Irak’ta ve birtakım başka ülkelerde görüldüğü üzere, yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda hissetmemişlerdi kendilerini; yüzyıllardır yaşadıkları topraklarında yabancı haline gelen bu topluluklar önümüzdeki yirmi yıl içinde yitip gidecekler ve bu, ne onların Müslüman yurttaşlarında ne de Batılı din kardeşlerinde büyük bir üzüntüye neden olacak.
Arap âlemindeki Yahudi topluluklarının ortadan kaldırılması işi zaten tamamlandı; yalnızca bazı yerlerde, yetkililerin ve halkın hâlâ küçük düşürmeye ve işkence etmeye çalıştığı bir avuç cesur Yahudi kaldı, o kadar.
İşlerin bu hale gelmesinde Amerika ile İsrail’in bir sorumluluğu yok mu, diye sorulabilir bana. Var, kuşkusuz; ama bu, Arap âlemi için, değersiz bir mazeret. Bugün gözümüzün önündeki Irak örneğini alalım yine. Amerikan işgalcilerinin istikrarsız tutumunun bu ülkede cemaatler arası şiddete katkıda bulunduğuna inanıyorum; hatta, böylesi bir ahlaksızlık bana dehşet verici gelse de, Washington’daki ve birtakım başka yerlerdeki, ne türlü felaketlere yol açabileceklerini bilmeyen büyücü çıraklarının bu kan gölünden kendilerine çıkar sağladıklarını bile kabul edebilirim. Ama bir Sünni militan, Şii ailelerin gittiği bir pazar yerini havaya uçurmak üzere bomba yüklü bir kamyonun direksiyonuna geçince ve bu katil, bazı fanatik vaizler tarafından “direnişçi”, “kahraman” ve “şehit” olarak adlandırılınca, başkalarını suçlamak artık hiçbir işe yaramaz, asıl vicdan muhasebesi yapması gereken, Arap âlemidir. Neyin savaşını
vermektedir? Hâlâ hangi değerleri savunmaktadır? İnançlarına nasıl bir anlam yüklemektedir?
Peygamber’in şu sözü bilinir: “İnsanların en iyisi, insanlara en çok yararı dokunandır”; bugün bireylerin, liderlerin, halkların kendi içlerinde sorgulamaları gereken güçlü bir söz bu: Başkalarına ve kendimize ne getirmekteyiz? “İnsanlara nasıl yarar” sağlıyoruz? Dinde yeri olmayan aykırılıkların en büyüğü, intihara götüren umutsuzluktan başka kılavuzumuz var mı?
Benim diye nitelediğim öteki uygarlığa, Batı uygarlığına gelirsek, onda bu tür düzensizliklere rastlanmıyor, çünkü hâlâ, insanlığın bütünü için, model ya da en azından başvuru kaynağı olmayı sürdürüyor. Gelgelelim, bugün o da, kendine göre, davranışlarına etki eden ve dünyanın çivisinin çıkmasına katkıda bulunan tarihsel bir açmaz içinde.
Bu yüzyıl başında, dönüp dönüp açığa çıkan ve hâlâ çözülme yolunda gözükmeyen bir “Doğu sorunu” varsa, bir de “Batı sorunu” olduğu yadsınamaz; Arapların yaşadığı trajedi, dünya ulusları arasındaki yerlerini kaybetmelerinden ve onu bir daha ele geçiremeyeceklerini düşünmelerinden ileri gelirken; Batıkların trajedisi, her yönüyle üstlenemedikleri, buna karşılık yakalarını da sıyıramadıkları, dünya çapındaki bir role soyunmuş olmalarından kaynaklanıyor.
Doğal olarak, Batı, insanlığa diğer uygarlıkların tamamından daha fazla şey verdi. Atina “mucize”sinden beri, iki bin beş-yüz yıldır, özellikle de son altı yüzyılda, hiçbir bilgi, yaratıcılık, üretim ya da organizasyon alanı yok ki bugün Avrupa ve onun Kuzey Amerika uzantısının damgasını taşımasın. İyisiyle kötüsüyle Batı bilimi, bilimin Kendisi, oldu kısaca; Batı tıbbı tıbbın Kendisi; Batı felsefesi de felsefenin Kendisi; en özgürlükçü olanlarından en totaliter olanlarına kadar, çeşitli Batı öğretilerinin yansımalarına en uzak ülkelerde bile rastlanıyor. Batı etkisine karşı mücadele eden insanlar bile Batı’nın icat edip dünyanın geri kalanında yaygınlaştırdığı maddi ya da entelektüel araçlarla yapıyorlar bunu öncelikle.
Soğuk Savaş’ın bitimiyle, Batılı güçlerin salt üstünlüğü yeni bir istikrar dönemine girmiş gibiydi. Onların ekonomik, siyasal ve toplumsal sistemleri üstünlüğünü kanıtlamıştı, bunların bütün dünyaya yayılması bekleniyordu; kimileri daha o günlerde “tarihin sonundan” söz ediyorlardı; öyle ki bütün dünya bundan böyle mücadeleden zaferle çıkmış Batı’nın kalıbına sessiz sedasız biçimde uyacaktı.
Ama tarih ideologların düşlediği gibi yumuşak başlı ve bilge bir bakire değildir.
Örneğin, ekonomik alanda, Batılı modelin zaferi, tuhaf biçimde, Batı’nın zayıflamasına yol açtı.
Güdümcülüğün boyunduruğundan kurtulan Çin, ardından Hindistan birden kalkınma atılımına girdiler; ölçülü ama dünya dengelerini kalıcı biçimde değiştirmek üzere olan kişiler tarafından, gürültüsüz patırtısız biçimde, iki devrim gerçekleştirildi.1978’de, Mao Zedong’un ölümünden iki yıl sonra, iktidar Kültür
Devrimi’nin tasfiyelerinden mucize eseri yakasını kurtarmış, yetmiş dört yaşında ufak tefek bir adama kaldı: Deng Xiaoping; kendisi daha önce ortak mal olan toprakların bazı köylülere dağıtılmasını sağladı ve bu köylülerin ürünlerinin bir bölümünü satmalarına izin verdi. Elde ettiği sonuç inandırıcıydı; üretim, köylere göre, ikiye, üçe, dörde katlandı. Çinli lider, bir adım daha atarak, köylülerin hangi ürünleri ekeceklerini artık kendilerinin belirlemesine karar verdi; oysa o zamana dek, bunu yerel yetkililer belirliyordu. Üretim daha da arttı. İşte her şey böyle başladı. Küçük hamlelerle, yankı uyandıran açıklamalar olmaksızın, insanlar sokaklara dökülmeden, eski verimsiz sistem yavaş yavaş parçalandı. Hem yavaş yavaş hem de hiç kuşkusuz ülkenin nüfus boyutlarına bağlı çarpan etkisi nedeniyle ışık hızında. Sözgelimi, yetkililer köylerdeki küçük aile işletmeleri -bakkallar, dükkânlar, onarım atölyeleri vb – üstündeki yasağı kaldırdıklarında, yirmi iki milyon işletme açıldı, bunlarda yüz otuz beş milyon kişi çalışıyordu. Çin söz konusu olduğunda, sürekli bir rekorlar kitabının sayfalarını karıştırdığı izlenimine kapılıyor insan; Şanghay’daki gökdelen sayısı da buna verilecek örneklerden biri: 1988’de on beş gökdelen varken, yirmi yıl sonra bunların sayısı yaklaşık beş bine ulaştı, New York ile Los Angeles’taki gökdelenlerin toplamından daha fazla demek oluyor bu.
Ama aşırı gelişmeye bağlı olmayan ve hatta aşırı gelişmenin daha güçleştirdiği durumlar vardır, tıpkı brüt iç üretim artışı gibi; bu artış otuz yıl boyunca, ortalama yüzde on civarında seyretti ve bu da Çin ekonomisinin sırasıyla Fransız, İngiliz, ardından da Alman ekonomilerini 21. yüzyılın ilk on yılı içinde geride bırakmasını sağladı.
Hindistan’daki güdümcülüğün parçalanması da aynı şekilde sessiz sedasız şekilde gerçekleşti ve bir o kadar şaşırtıcı sonuçlar doğurdu. Temmuz 1991’de, hükümet ülkeyi iflasın eşiğine getiren büyük bir mali krizle karşı karşıya kalmıştı. Maliye Bakanı Manmohan Singh, işletmelerin hareket kabiliyetlerini sınırlayan kısıtlamaları esnetmeye karar verdi. Ülkede o zamana dek, her ekonomik etkinlik için önceden izin alınmasını şart koşan, son derece zorlayıcı yasalar bulunmaktaydı: dışalım izni, kambiyo izni, yatırım izni, üretim artışı izni vb. Ekonomi, önündeki engellerden kurtulmaya başladıkça, kalkınma atılımı başladı…
Birkaç kısa paragrafta değindiğim bu durum, bütün insanlık için, tarihteki en heyecan verici, en büyük ve en beklenmedik ilerlemelerden birini oluşturuyor aslında; “Üçüncü Dünya” olarak adlandırmayı alışkanlık haline getirdiğimiz kesimin yarısını temsil eden, dünyanın en kalabalık nüfuslarına sahip iki ülke az gelişmişlikten kurtulmaya başlarken; başka Asya ve Latin Amerika ülkeleri de aynı ilerleme yoluna girmiş görünüyorlar; sınai Kuzey ile yoksul Güney arasındaki geleneksel ayrım yavaş yavaş ortadan kalkıyor…
Doğu’nun büyük uluslarının ekonomik uyanışı, zaman geçtikçe bürokratik sosyalizmin iflas ettiğinin en göz alıcı sonucu olarak görülecek kuşkusuz. İnsanlık serüveni açısından bakıldığında, buna yalnızca sevinilebilinir; Batı açısından bakıldığındaysa, bu sevince korku karışır, çünkü bu yeni sanayi devleri, yalnızca ticari ortaklar
olmakla kalmayıp çekinilmesi gereken rakipler, gizil hasımlardır.
Düşük maliyetli, ancak niteliksiz bir işgücü sağlayan Güney’e ilişkin geleneksel düşünceden uzaklaşıldı bile. Çinli ve Hintli işçiler artık çok fazla rağbet görmüyorlarsa da ve bu durum bir süre daha sürecekse de, bu işçiler gitgide daha nitelikli oluyor, çok daha istekliler. Batı’da, kimi zaman kültürel ya da etnik önyargılarla üstü kapalı biçimde sık sık yinelendiği gibi yaratıcı mı değiller? Bugün hâlâ öyleyse bile, Güneyli erkekler ile kadınların kendilerinden daha emin olmaları, kendilerini daha özgür hissetmeleri, toplumsal hiyerarşilere ve entelektüel konformizmlere daha az takılmaları halinde, bunun değişeceğini öngörmek gerekir; bunlar gerçekleştiğinde, bir ya da iki kuşak içinde, öykünmeden uyarlamaya, oradan da yaratıcılığa geçilir. Bu büyük halkların tarihi, yaratıcılık konusundaki becerilerini açığa vurmaktadır: Porselen, barut, kâğıt, dümen, pusula, aşı ve sıfırın icadı bunun kanıtıdır; bu Asya toplumları, kendilerinde eksik olan şeyi de, yakın zamanlarda Batı okulunda edindiler, ya da ediniyorlar; keyfiliği de, tutuculuğu da bir kenara bırakıp, bozgunlardan, küçük düşmelerden, yoksulluktan ders çıkararak, en sonunda geleceğe meydan okumaya hazır görünüyorlar.
Batı kazandı, kendi modelini başkalarına da benimsetti; ama tam da bu zaferi yüzünden, kaybetti.
Hiç kuşkusuz burada evrensel, yaygın, örtük, bütün dünya uluslarının ruhunu kuşatan Batı ile özel, coğrafi, siyasal, etnik Batı’yı; Avrupa ile Kuzey Amerika’nın beyaz uluslarının Batı’sını birbirinden ayırmak gerek. Asıl bu son sözünü ettiğimiz Batı’dır açmazda olan. Bunun nedeni, başkalarının uygarlıklarının onunkini geride bırakması değil, başkalarının onun uygarlığını benimsemesi ve böylelikle şimdiye dek Batı’nın özgünlüğünü ve üstünlüğünü oluşturan şeyden onu yoksun bırakmasıdır.
Zaman içinde, Sovyet sisteminin Güney ülkelerine çekici gelmesinin, çelişkili biçimde Batı’nın gerilemesini geciktirdiği söylenecektir belki. Çin, Hindistan ve Üçüncü Dünya’nın başka güdümcü ülkeleri, etkisiz bir ekonomik modelin tutsağı olarak kaldıkları sürece, Batı’nın ekonomik üstünlüğü için bir tehdit oluşturmuyorlardı – üstelik bu şekilde onunla mücadele ettiklerini sanırken; “beyaz adam”ın tahtını gerçek anlamda sarsmaya başlamaları için bu yanılsamadan kurtulmaları, kararlı biçimde dinamik kapitalizm yoluna girmeleri gerekti.
Sonuç olarak, Batı ulusları, başarılı sonuçlar veren bir ekonomik sisteme yalnızca kendilerinin sahip olduğu bir dönemde, farkında olmadan bir altın çağ yaşıyorlardı; çevrelerinde yaratmak için ellerinden geleni artlarına koymadıkları küresel rekabette, kendi ekonomilerinin duvarlarını -neredeyse imalat sanayisinin tümü ve hizmet sektörünün gittikçe büyüyen bir bölümü- yıkmaya mahkûm olmuş gibiler şimdi.
Bir şekilde iki ateş -kısaca Asya ve Amerika- arasında kalan Avrupa için durum daha hassas. Demek istediğim şu: Avrupa, yükselişte olan ülkelerin ticari rekabeti ile ABD’nin -etkileri havacılık ve askeri amaçlı sanayilerin tümü gibi ileri sanayi sektörlerinde hissedilen- stratejik rekabeti arasında kalmış durumda.