Antikacı | Bahadır Yenişehirlioğlu | Birazoku


Romanları ve oyunculuğu ile Türkiye’de ve dünyada büyük ilgiyle takip edilen Bahadır Yenişehirlioğlu bu kez şaşırtıcı bir romanla çıkıyor okurlarının karşısına.

Her şeyi geride bırakıp çekip gitmek kolay mı? Kurmak için yıllarca uğraştığı düzeninden bir çırpıda vazgeçebilir mi insan? Geride bıraktıkların ne olacak? Sorumluluklarını ne yapacaksın? Gözünün içine muhabbetle bakanlar ne yapacak sensiz?
Peki ya hayallerin? Gerçekten yaşadığın hayatı istiyor musun? Bu kısacık ömrünü başkalarının istediği gibi mi sürdüreceksin? Benliğini bulmak için hiç mi uğraşmayacaksın? Gidebilirsen eğer, gittiğin yerde seni neler bekler? Gidemezsen kimdir aslında bunun sorumlusu?

Üsküdar’ın sırtlarından İstanbul’u sessizce izleyen o ev, içinde Antikacı Cemil Bey’in hikâyesiyle birlikte neler barındırır?
Dün ve bugün arasında geliş gidişlerle ilerleyen hayat insanı sonunda nereye çıkarır?
Bir yanıyla babasının izdüşümü bir yanıyla onunla hesaplaşması bitmeyen bir karakter olan Cemil Bey’in yaşadığı esrarengiz bir geceyle bütün hayatı adeta yeniden kurulur.
Belki aradığımız şey, bakmaya hiç cesaret edemediğimiz yerdedir.

Bahadır Yenişehirlioğlu, Antikacı’da sarsıcı bir kendiyle hesaplaşma hikâyesini bir Türkiye panoraması üzerinden ustalıklı bir kurgu ve etkileyici bir üslupla anlatıyor.

CEMİL BEY’İN EVİ

GECE
KUTSAL KİTAPLAR

Boğaz’dan gelen esinti ikinci katın ardına kadar açılmış balkon kapısından girerek tül perdeyi sahnedeki sihirbazın elindeki ipek şal gibi dalgalandırıyordu. Gökyüzünde ay, önünden koşarcasına geçen koca koca bulutlar arasında göz kırpar gibi bir görünüp bir kayboluyordu. Antikacı olarak bilinen ve nedense babasının kulağına fısıldadığı ismi pek de kullanılmayan Cemil Bey, çalışma masasının üzerinde sayfalarının aralarına küçük not kâğıtları iliştirilmiş, yer yer satırlarının altı çizilmiş Tevrat’ı kapattı. Hemen yanında duran İncil’i açtı.
MATTA 13
Tohum Benzetmesi
(Mar.4:1-20; Luk.8:4-15)
1 Aynı gün İsa evden çıktı, gidip göl kıyısında oturdu.
2 Çevresinde büyük bir kalabalık toplandı. Bu yüzden İsa
tekneye binip oturdu. Bütün kalabalık kıyıda duruyordu.
3 İsa onlara benzetmelerle birçok şey anlattı. “Bakın,”
dedi. “Ekincinin biri tohum ekmeye çıktı.
4 Ektiği tohumlardan kimi yol kenarına düştü. Kuşlar gelip
bunları yedi.
5 Kimi, toprağı az, kayalık yerlere düştü; toprak derin olmadığından hemen filizlendi.
6 Ne var ki, güneş doğunca kavruldular, kök salamadıkları
için kuruyup gittiler
7 Kimi, dikenler arasına düştü. Dikenler büyüdü, filizleri
boğdu.
8 Kimi ise iyi toprağa düştü. Bazısı yüz, bazısı altmış, bazısı
da otuz kat ürün verdi.
9 Kulağı olan işitsin!”
10 Öğrencileri gelip İsa’ya, “Halka neden benzetmelerle
konuşuyorsun?” diye sordular.
11 İsa şöyle yanıtladı: “Göklerin Egemenliği’nin sırlarını
bilme ayrıcalığı size verildi, ama onlara verilmedi.
12 Çünkü kimde varsa, ona daha çok verilecek, bolluğa
kavuşturulacak. Ama kimde yoksa, elindeki de alınacak.
13 Onlara benzetmelerle konuşmamın nedeni budur. Çünkü,
‘Gördükleri halde görmezler,
Duydukları halde duymaz ve anlamazlar.’
14 “Böylece Yeşaya’nın peygamberlik sözü onlar için gerçekleşmiş oldu:
‘Duyacak duyacak, ama hiç anlamayacaksınız,
Bakacak bakacak, ama hiç görmeyeceksiniz!
15 Çünkü bu halkın yüreği duygusuzlaştı,
Kulakları ağırlaştı.
Gözlerini kapadılar.
Öyle ki, gözleri görmesin,
Kulakları duymasın, yürekleri anlamasın.
Ve bana dönmesinler. Dönselerdi, onları iyileştirirdim.’
16 “Ama ne mutlu size ki, gözleriniz görüyor, kulaklarınız
işitiyor! 17 Size doğrusunu söyleyeyim, nice peygamberler,
nice doğru kişiler sizin gördüklerinizi görmek istediler,
ama göremediler. Sizin işittiklerinizi işitmek istediler, ama
işitemediler.
18 “Şimdi ekinciyle ilgili benzetmeyi siz dinleyin.
19 Kim göksel egemenlikle ilgili sözü işitir de anlamazsa,
kötü olan gelir, onun yüreğine ekileni söker götürür. Yol
kenarına ekilen tohum işte budur.
20-21 Kayalık yerlere ekilen ise işittiği sözü hemen sevinçle kabul eden, ama kök salamadığı için ancak bir süre
dayanan kişidir. Böyle biri Tanrı sözünden ötürü sıkıntı ya
da zulme uğrayınca hemen sendeleyip düşer.
22 Dikenler arasında ekilen de şudur: Sözü işitir, ama
dünyasal kaygılar ve zenginliğin aldatıcılığı sözü boğar ve
ürün vermesini engeller.
23 İyi toprağa ekilen tohum ise sözü işitip anlayan birine
benzer. Böylesi elbette ürün verir, kimi yüz, kimi altmış,
kimi de otuz kat.”
Deliceler Benzetmesi
24 İsa onlara başka bir benzetme anlattı: “Göklerin Egemenliği, tarlasına iyi tohum eken adama benzer,” dedi.
25 “Herkes uyurken, adamın düşmanı geldi, buğdayın arasına delice ekip gitti.
26 Ekin gelişip başak salınca, deliceler de göründü.
27 Mal sahibinin köleleri gelip ona şöyle dediler: ‘Efendimiz, sen tarlana iyi tohum ekmedin mi? Bu deliceler
nereden çıktı?’
28 Mal sahibi, ‘Bunu bir düşman yapmıştır,’ dedi.
‘Gidip deliceleri toplamamızı ister misin?’ diye sordu köleler.
29 ‘Hayır,’ dedi adam. ‘Deliceleri toplarken belki buğdayı
da sökersiniz.
30 Bırakın biçim vaktine dek birlikte büyüsünler. Biçim
vakti orakçılara, önce deliceleri toplayın diyeceğim, yakmak
için demet yapın. Buğdayı ise toplayıp ambarıma koyun.’”
Hardal Tanesi ve Maya Benzetmeleri
(Mar.4:30-34; Luk.13:18-21)
31 İsa onlara bir benzetme daha anlattı: “Göklerin Egemenliği, bir adamın tarlasına ektiği hardal tanesine benzer” dedi.
32 “Hardal tohumların en küçüğü olduğu halde, gelişince
bahçe bitkilerinin boyunu aşar, ağaç olur. Böylece kuşlar
gelip dallarında barınır.”
33 İsa onlara başka bir benzetme anlattı: “Göklerin Egemenliği, bir kadının üç ölçek una karıştırdığı mayaya benzer. Sonunda bütün hamur kabarır.”
34 İsa bütün bunları halka benzetmelerle anlattı. Benzetme
kullanmadan onlara hiçbir şey anlatmazdı.
35 Bu, peygamber aracılığıyla bildirilen şu söz yerine gelsin
diye oldu:
“Ağzımı benzetmeler anlatarak açacağım,
Dünyanın kuruluşundan beri
Gizli kalmış sırları dile getireceğim.”

Cemil Bey kitaptan başını kaldırdı, havada salınan tül perdeyi izlemeye başladı. Yıllar önce Manisa’ya gelen sirkteki sihirbaz, başından çıkardığı melon şapkanın içini seyircilere bir baştan bir başa sekerek gösterdikten sonra önündeki masanın üzerine koymuştu. Daha sonra üzerinde payetli ve uçları püsküllü mayo tarzı bir kıyafet bulunan gösterişli ve gözlerindeki abartılı makyaj sebebiyle sıranın en arkasında oturan seyirci tarafından bile göz süzüşlerindeki zorlama eda fark edilen asistanın getirdiği ipek şalı şapkanın üzerine zarif ve büyülü bir edayla bırakmıştı. Herkes pür dikkat şapkanın içinden çıkacak olan şeye kilitlenmişti. Ne kadar güçlüdür merak hissi. Nietzsche’nin de söylediği gibi, “İnsan, hayvan ve Tanrı arasına gerilmiş bir iptir.” Akıl ve irade sahibi bir varlık.

Neden şimdi yıllar önceki bu anıya gittiğini garipsedi Cemil Bey, düşünmeye başladı. Hobbes’un sözü geldi aklına. “Gördüğü olayların sebeplerini araştırmak insanoğlunun doğasına özgüdür. Bazıları daha çok araştırır, bazıları daha az; ama herkes kendi iyi ya da kötü kaderinin sebeplerini araştıracak kadar meraklıdır.” Okumakta olduğu İncil’i kapattı. Başında uzun zamandır geçmeyen ağrının şiddeti ense köküne kadar uzanmıştı. Şakaklarını ovalamaya başladı. “Neden Cemil, neden? Alışkanlıklarını terk etmen bu kadar zor mu? Huylarını değiştiremez misin? Çok zor olduğu için mi? O eski yerine, zincirlerine dönmek mi istiyorsun?” Çalışma masasının ikinci gözünden uzanıp Kur’an-ı Kerim’i aldı. Sayfalarını hürmetle çevirdi, aradığını buldu, okumaya başladı:

BAKARA 2/223
Eşleriniz sizin nesil yetiştiren tarlanızdır. Tarlanıza dilediğiniz şekilde varın. Kendiniz için ilerisini düşünerek
hazırlık yapın. Allah’ın haram kıldığı şeylerden korunun
ve O’nun huzuruna varacağınızı iyi bilin. (Ey Resulüm)!
Müminleri müjdele!

Düşünmeye başladı. Aklından pek çok soru geçiyordu. Bir müddet gözlerini sabitlediği duvarı izledi. Adeta put gibiydi. Bir iki dakika öylece kaldıktan sonra duvara sabitlediği bakışlarını sabitlediği yerden zorlukla ayırdı. Önünde açık vaziyette duran Kur’an-ı Kerim’i kapattı. Öpüp alnına götürdü. En üste Kur’an-ı Kerim gelecek şekilde İncil’i ve Tevrat’ı üst üste koyup masanın üst gözüne, vazonun yanına yerleştirdi. Ahşap sandalyeden kalkıp yatağının üzerindeki Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin el yazması nüshasını aldı. Tekrar masasına döndü. El yazması nüshayı masada açılan yere özenerek koydu. Esintinin etkisi ile masanın ikinci kat gözünün üstünde, bir tarafında kutsal kitapların, diğer yanında Muhyiddin Arabi’nin İlahi Aşk’ının durduğu vazodaki kurumuş lavanta demetinden taneler, kitabın üzerine düştü ve hafif bir lavanta kokusu odaya yayıldı.

Tam o esnada şöminenin pervazı üstünde, çifte fanuslu küçük antika saat zamanın 20.00 olduğuna dair gongunu vurmaya başladı. Yedi adım genişliğindeki bu oda, içinde barındırdığı onca antika eşya ve kitaplar ile duvarlarından çatlayacak gibi görünüyordu. Odanın ortasında İtalya’ya göçmüş bir ailenin nakliye masraflarının yüksekliğinden yanlarında götürmekten vazgeçip satmaya karar verdikleri eşyalardan alınmış gül ağacı kaplamalı bir çalışma masası yer alıyordu.

Lakin masanın üzerindeki sağa sola istiflenmiş kitaplardan, gelişi güzel duran kalemlerden ve üzeri yazılı not kâğıtlarından kitap açacak yer yoktu. Cetvellerden, büyüklü küçüklü makaslardan, mutfaktan odaya taşınıp kullanıldıktan sonra tekrar mutfağa geri götürülmeyi bekleyen muhtelif boy ve genişlikteki bardaklardan, uzun zamandır sulamayı unuttuğu menekşeden, çeşitli boy ve renkteki kaktüslerden ve daha bir sürü eşyadan neoklasik döneme ait masanın etsiz işleme diye tabir edilen işlemelerini görmek mümkün değildi. Bütün bunlar yetmezmiş gibi masanın ikinci katının üzerinde yer alan vazonun yanında Fas işi bir kafeste kanatlarındaki tüyleri yeşilden maviye çalan başının tepesindeki tüyleri ise sarı, bir gözü kör papağan, tüneğinde tünemiş Cemil Bey’i seyrediyordu.

Masa, ayva çürüğü, mor, koyu kahve, güllerle bezeli karabaş diye tabir edilen siyah bir kilimin üzerine duruyordu. Odanın tavanında alçı döküm nakışlar ve kuş motifleri yer alıyordu. Lakin iki köşede yer alan kuşların kafaları kırıktı. Diğer iki köşedeki kuşların kafaları vardı fakat onların da kanatları kırılmıştı. Her iki köşede saplı süpürgeyle alınmayı bekleyen örümcek yuvaları göze çarpıyordu. Kapıdan girildiğinde sağ duvara yaslanmış uzun seneler hizmet vermekten yer yer derisi çatlamış, kenar kısmında oturanın içinde bulunduğu ruh halini ele veren önce küçük bir parça, kendini tutamayarak ardını getirdiği daha büyük bir parça ile yara alıp soyulmuş deri bir koltuk yer alıyordu. İki kişinin ancak oturabileceği büyüklükteydi ve sırt kısmındaki düğmelerin bir kısmı kopuktu. Koltuğun üzerinde eski tarihli istiflenmiş gazeteler ve muhtelif büyüklükte dört adet yastık vardı.

Lakin yastıkların hiçbiri diğerinin eşi değildi ve bir tanesinin çepeçevre çevrelendiği püskülleri açılmış ve ipleri sarkmaktaydı, diğerleri de uzun zamandır kabartılmadığı için yassı görünüyordu. Koltuğun koluna gelişigüzel bırakılmış gri zeminde siyah çizgili battaniye ve zaman zaman balkon kapısından girip bu battaniyenin üzerinde uyuyan kedinin tüyleri duruyordu. Yaslandığı duvardaki raflardan yüzlerce kitabın ağırlığını taşıyamayarak üzerine dökülmesi an meselesiydi. Masanın hemen karşısında ise pencere yer alıyordu.

Manzarası harikaydı. Uzun zamandır camları silinmediği için bir hayli tozlu ve lekeliydi. Ne olursa olsun Boğaz’ı seyretmek için buradan daha iyi bir yer de yoktu. Duvarlarda Cemil Bey’in anne ve babasının fotoğrafları, kendisinin Manisa’da gençlik yıllarından kalma stüdyoda çekilmiş bir fotoğrafı ve karısı ile yan yana otururken poz verdikleri düğün fotoğrafları asılıydı. Kapının hemen solundaki duvarda ise aynalı bir vitrin yer alıyordu. İçinde pek çok kitap, ansiklopedi, el yazması, fincanlarının ikisinin kulpları kırıldıktan sonra yapıştırılmış Fransız porseleni bir çay takımı, kenarları gümüş çerçeve ile çevrilmiş gül desenli, porseleni boydan boya çatlamış bir tepsi ile küçük oyma bir kutunun içinde bir adet cep saati ve minik mantar tıpalı küçük bir şişe yer alıyordu.

Ve daha pek çok şey. Lakin tepsi, saat ve mantar tıpalı küçük şişe aynalı vitrinin içindeki rafların en üst kısmında yer alıyordu ve bu rafta başkada herhangi bir şey yoktu. Aynalı vitrinin her iki tarafına dayalı, neredeyse boyu kadar pek çok kitap üst üste Pisa Kulesi gibi her an yana devrilecek ve odanın ahşap tabanına dağılacak gibi duruyordu. Odadaki kitaplar ve antika eşyalar ile varlığı kuşatılmış Cemil Bey’in gönlü ne acı ki çok daralmıştı. Varlık ve yokluk arasında denge kurmaya çalışan bir ip cambazı kadar tedirgindi. Cemil Bey bu evi almaya karar verdiğinde önceki sahibinin yaşadığı o büyük acı bir an için evi almaktan vazgeçmesine neden oluyordu. Satıcı paraya ihtiyacı olduğunu büyük bir çaresizlik ve samimiyet ifadeleriyle, kimi zaman durup düşünüp kimi zaman da bir alıcı bulmuş olmasının verdiği coşku ile dile getirmişti.

Benzer İçerikler

Yanlış Yatak – Katee Robert – Online Kitap Oku

yakutlu

Kimi Seçtiğine Dikkat Et – Jennifer L. Armentrout Online Kitap Oku

yakutlu

Arafat’ta Bir Çocuk – Zülfü Livaneli Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy