Arafta Yedi Gece | Cihan Çetinkaya


Kaygı yarın ve esaret de dün demek; her ikisi de ölerek kavuştular hürriyete nihayet. Lakin yarım kaldı sevda, yarım kaldı aşk; dünyada her ne varsa, yarım kalmaktan yaratılmıştır. Tamamlanan sadece, bazen kısa ve bazen de uzun, zıtlar arasındaki ince çizgidir.

Eşini elim bir hastalıktan kaybeden, dostlarını arayıp sormayan, depresif, yalnız ve yorgun bir kitap çevirmeni olan Kenan’ın eline eski bir kitap geçer: Râzabad’a Yolculuk. Pehlevi alfabesiyle yazılmış fakat hangi dilde olduğu tam anlaşılmayan bu gizemli kitabı çözmeye karar veren Kenan’ın hayatı bir daha eskisi gibi olmayacaktır…

Hiçbir yere ait olmadığını düşünen Kenan kitabı anlamaya, çözmeye çalışırken kitap Kenan’a hükmetmeye başlar. Artık istese de geri dönemeyeceği bir bilmecenin peşine düşmüş, uzun ve meşakkatli bir yolculuğa çıkmıştır… Kitabı çözmeye çalışırken kendi varlığının eserdeki yansımalarını görür. Başına gelen olaylarla hasret ile vuslat, karanlık ile aydınlık, varlık ile yokluk, ölüm ile yaşam, geçmiş ile gelecek, zalim ile mazlum ve zahir ile batın arasındaki zıtlıkları çözmeye çalışır.

Cihan Çetinkaya, Arafta Yedi Gece’de insanın iç dünyasını ve varlığın temelindeki zıtlıkların birliğine uzanan keşif yolculuğunu eşsiz bir kurgu ve şiirsel üslubuyla taçlandırıyor.

*

Arafta Yedi Gece

Kuşlar güzeldir, çünkü yeryüzüne mümkün olduğunca az temas ederler. Uçuyorlardı; kimi zaman bir dama konuyor, ötüyorlardı. Onunsa çevresinde üç duvar ve de bir pencere. Sonra bir masa, eski ihtiyar koltuk ve bir de kitaplar. Bütün hayatı küçücük bir odadan ibaretti; havada buhurdanın kesif kokusu, küllükte yine yarım izmaritler. Bazen karıncalanan bacaklarını açmak için yürürdü pencereye doğru; müebbet bir hükümlü gibi adımları tekinsiz ve kalbinde olan biteni kabullenerek, boynu eğri yürürdü. Yürürdü, hani o küçük hayat temaşasına doğru; uzaklara kavuşma gayretine, bekleyişlerin dirsek askısı pencereye doğru yürürdü. Uzun uzun bakar ve izlerdi oradan; kaldırım taşları üzerinde eksik gedik, nereye gittiğini bilmeden ilerleyen insanları. Soğuk bir kış günü, yağan karı paltolarına sarılarak karşılayan şehrin insanları.

Şehrin insanları, derdi eskiler; düşlerden geriye kalanlar. Büyük umutların küçük tortusu, olmadık hayallerin müflis tacirleriydi onlar. Halk için halka rağmen hükmedenlerin tebaası şehrin insanları. Bir akşam vakti, kardan örtülü ev yolunu arayanların hikâyesi. Fabrikalar, işhaneler, beton kuleler ve otobüs durakları arasında deveran eden bir hayatın, tütmeden tükenen tezahürüydüler.

Kimdi kaybeden ve kimdi kazanan? Sofrada bir ekmek vardı, kimse payına razı olmadı. Kiminin doydu karnı, lakin bir türlü doymadı gözleri. Kimiyse çifte yedi, tekme yedi kimi; boğazından bir lokma olsun geçtiyse de kusturuldu. Lakin nedense o da ayrılmadı sofradan, bekledi. Bu çetin mücadelenin var mıydı bir galibi? Dünyada galibiyet arayanın, var mıydı merhametten bir payesi? Yürüyorlardı caddelerde; soğuk bir kış günü, yağan karı paltolarına sarılarak karşılayan şehrin insanları.

***

Kaçardı aynalardan ya da bir göl kenarında suya nazardan. Ve fakat bazen pencere camında kendi aksi ile karşılaşır, yüzleşir ve öylece takılı kalırdı gözleri. Başkaları hakkında hüküm sahibi olmak kolaydır elbet. Peki aynı acımasız düşünceleri, bir hançer gibi kendi göğsüne de saplayabilir mi insan? Yeterince dürüst müdür? Var mıdır bir cesareti? Hakikat ile yüzleşmek ve onu dosdoğru kabul etmek, mümkün müdür? Kandırılmadı insan, kandırılmak istedi! Yalanlar avutsun onu istedi belki de. Fakat hakikat ile yüzleşince, kendini değil de başkalarını suçladı. Böylesi daha kolaydı çünkü, daha makul. İnsan kendine itiraf edemese bile kandırıldığının çoğunlukla farkındadır. Peki aynı acımasız düşünceleri, bir hançer gibi kendi göğsüne de saplayabilir mi? “Cesur bir kimse değilim, olmayacağım da” dedi, kendi kendine. Nedenleri vardı. Binlerce korku içinde, korkular da onun içinde yaşıyordu. Mütemadiyen kendi sesini duymaya ihtiyaç duyuyor; konuşmayı unutmaktan, belki de sesini bir daha duyamamaktan korkuyordu. Değişen zamanın karşısındaki aczi anlıyor ve boyun eğerek kabul ediyordu. Takati yoktu karşı koymaya, bunu da kavrıyordu. Artık ihtiyarlıyorum sanırım, derdi bazen, aynalardan kaçardı. Çünkü aynaların hafızası yok; hatırlamıyorlar hiçbir şeyi. Mazi ile ati arasında bir perde gibi. Bazen de mazideki genç adamı özlüyordu; deli dolu, gözü kara ve hesapsız adamı, kendini! Ondan uzaklaştıkça, korkuları daha da artıyordu.

Korku, insanın kendine tutsak olmasıdır. Fakat bu bir müebbet değil elbet. Gösterebilirse cesaret, firar edebilir veya savaşabilir; kendinden kendine başkaldırabilir! Onunsa ellerinde kör kelepçeler, ayaklarında prangalar, dilinde düğüm ve zihninde uçurumlar. Mahkûmdu kendine! Kaçmak mı? Fakat nereye!

***

Bugün onun kırkıncı yaş günüydü. Yalnızdı. Ne bir pasta vardı çikolatalı ya da meyveli ne de üç beş tane mum. Sarıldı paltosuna ve oturdu koltuğuna usulca. Sonra birkaç antidepresan, bir bardak da su. Neredeyse yarım asrın muhasebe defterinde, mürekkep artık kuruydu. Üç duvara örülü raflar arasında yığınla kitaplar, bugün konuşmuyorlardı onunla. Bugün nedense suskundu zaman. Herkes ve her şey bir başka sessizdi sanki. Sükûnun dizginleyen tesiri artık zehirdi! Hatıraları, kendinden geriye kalanı; tütün kokan eski bir sayfanın kim bilir hangi satırları arasında kayboluyordu şimdi. Düşünüyordu ve düşündükçe katran gibi ağır, yağ gibi bulaşkan kaygıların koynuna savruluyordu. Bu sırada eski gramofonda, Charles Aznavour’dan La Bohéme çalıyordu. Yakın bir sıcaklık umarak kahve doldurduğu fincanı elinde, buharı yükselmeden, değmeden henüz tavana teni, kristalleşiyordu. Birkaç adımlık yolu boyunca kaçtı pencere kıyısından, civarından. Kitaplarına tutunarak, onların muştuladığı huzura inanarak erişti eski koltuğuna. Miskin bir hava kuşatıyordu dört bir yanını; berhava bir yalnızlığın çemberinde kaçıyordu insanlardan. Elinde fincanı, kitaplara sığınıyordu.

Dışarıda yağan kar ve içerisi soğuk. Düşünceler karışık, kalp çeperiyse kaskatı. Kendinden kendine çarpan ve yankılanan ses, buğulu ve tuhaf. Valéry’den birkaç dize de hatırlayabilirdi. Fakat, eve dön, diyordu şair. Ev neredeydi? Bir menzili var mıydı, bir yolu veya bir sanı, adımların ulaşacağı? Yukarıda, gri gökyüzünden boşanan kar taneleri, biliyorlar mıydı mesela, evlerinin yolunu? Şimdi sokakta, asfalta değen yorgun ayaklar biliyorlar mıydı? Şehrin insanları biliyorlar mıydı ev nedir, nerededir biliyorlar mıydı? Gözleri bir medet umarak orada, kitaplığı cevelan ediverdi. Bir refleks veya alışkanlık gibi ya da her neyse, ne zaman buhranlara atılsa, tutunacak bir daldı kitaplar. Fakat konuşmuyorlardı onunla, suskunlardı. Gel, demiyorlardı uzun zamandır, el uzatmıyorlardı artık. Kıpırdamadan ve oradan ayrılmayarak, nasıl terk edebilirlerdi onu? Ne tuhaf değil mi; neden bazı ayrılıklar beklemekten hâsıldır? Bekledi Kenan, bekleyecekti. Lakin ne bir kelime ne de cümle, tek bir ses bile vermediler. Ölüm gibi bir sessizlik oldu orada, ama anlıyordu Kenan; bahtından yana emindi bazı durumlara. Henüz küçük bir çocukken, bir çukura düşerek ölen rahmetli amcasının adını vermişlerdi ona. Babacığı, anneciği yahut dedeciği bir muhasebe yapmışlar mıydı kendi aralarında, bilinmez. Fakat bir ölünün ardından adını almak, onun kaderinden de pay almaktır sanki. Nefes alıyordu ama ömrü boyunca yaşamamıştı Kenan.

Bir kitapta, insan ait olduğu yeri bulana dek gurbettedir, yazıyordu hani. Ait olduğu bir yer yoktu. Fakat belki bir zamanlar vardı. Hatırlayamıyordu şimdi, ama bir zamanlar vardı! Bütün aidiyetleri kaybetmenin teessürü ile bir yabancı gibi yürüyordu dünya yüzeyinde. Binlerce kervan arasında, tanıdık bir sima bulamamak gibi arafta; mahzun, masum ve mahrumdu. Küçük bir çocuğun nihayet bir yerde, büyüdüğünü anladığı o an gibi sarsıcı bir hal üzere yaşıyordu.

***

Derken orada ilk defa, sanki yerine yeni konulmuşçasına duran eski bir kitap, dikkatini çekiverdi. Simsiyah cildi vardı, yaprakları sarımsı ve kalınca bir kitaptı. Elinde kahvesi, kalktı ayağa Kenan. Bir süre dokunmadı ona, suretine yerleşen tebessümle seyretmeye devam etti. Sanki konuşuyordu onunla; gel, diyordu belki. Neden olmasın! Kalpten kalbe ulaşan tılsımlı bir lisanı olabilirdi. Diğer kitaplar gibi vefadan nasipsiz değildi belki.

Yaklaştı Kenan, heyecanın sebebini sorgulamıyordu. Aralarındaki mesafe gitgide tükeniyor, artık bir koku, bir de temas ırak kalıyordu ondan. Nedense tanımıyordu onu; daha evvel bir yerlerden satın aldığını hatırlamıyordu. Emanet olsaydı mesela, muhakkak iade ederdi.

Çok uzaklardan teşrif eden bir yabancı gibi oradaydı, karşısındaydı bu kitap. Onca aşina çehre arasında yeni bir çehre, yerlilere muttasıl bekliyordu.

Dokundu parmak uçlarıyla kitaba, okşadı tenini ve yavaşça kavradı sonra. Bir çeşit deri gibi ya da ona benzer suni bir kabın muhafazasında, saklıyordu kendini. Eski demek bile yeni kalırdı herhalde onu görünce; bir asırlık mı, yoksa daha mı fazlası? Nahif bir tavırla çekti kendine doğru onu ve yasladı göğsüne. Kenan hissediyordu onu, kokladı; edepte kusur etmiyordu.

Koltuğuna oturduğunda kapattı gözlerini. Sadrına yasladığı kitabı önüne koyarken, karşılaşacağı manzarayı bütün ecramı ile tahayyül ediyordu. Birileri görse ya da duysa, aklından şüphe ederlerdi belki. Belki de biraz daha ileri giderler de bir tımarhaneye kapatırlardı onu. Sade bir kitaba bunca reverans, görülmüş iş değildi.

Açtı gözlerini sonra, yavaşça ve de umutla. Pencere önünde beyaz bir güvercin, bir ileri bir de geri durmadan yürüyordu. Zaman yavaşlıyor, sesler susuyordu. İnceliyordu kitabı Kenan; bir müellifi yoktu, basım tarihi ve yayınevi de. Sayfaları birbirine bağlayan kökünde bir nizam yoktu; belli ki şirazesi de yoktu. İsmi iki kelimeden müteşekkil, cezbedici bir simyası vardı. Yalnız iki kelime, “Râzabad’a Yolculuk” Bütün gece seyredecekti onu, hikâyesini bilmeden.

***

Ertesi gün. Sahaflar Çarşısı’na doğru yürüyordu. Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş gibi şiir, kar ile adımlarına aynı zamanda sirayet ediyordu. Yürürken tasavvurun ve de tahayyülün en nadide beyitleri, kime ait olduğu belli olmayan bir nağme ile kalbinde cereyan ediyordu. Tecelliyi başka bir mecrada aramak ne cüret, işte oradaydı! Askılı siyah çantasında, henüz önceki gün keşfettiği bir muamma, sorularına bir cevap bulma ümidiyle yürüyordu. Yokuş tırmanıyordu. Eski bir han, cumbalı ahşap konak, kaldırım taşları ve vakur camiler arasında yükselen yokuşun, alçalan yeniye karşı takındığı tavra hayret ediyordu. Tevazu sahibiydi, edepli ve bir o kadar da görkemliydi. Kuşlar, sarmaşıklar, kar taneleri ve hatta haylaz kediler bile yalnız ona, o dik yokuşa sığınıyorlardı. Yazık ki beşerin kıymeti idrakten nasibi azdır; kimsecikler yoktu yokuşta, yalnız ve sakindi. Aniden gelen bir istimlak kararına kadar, huzurla dinlenebilirdi.

***

Elini mütemadiyen çantasına yaslıyordu Kenan. Kitabın hâlâ orada olduğundan emin olmak, bir uzvunun hâlâ bedenine tutunduğundan emin olmak gibi bir histi onun için. Önceki gün ve bugün ne bir satır okumuş ne de bir kelimeye dokunmuştu henüz. Zira, yara görünmeden tabib görünmez, derdi eskiler. Çantasında kitabı, ivedi adımlarla tabibe doğru ilerliyordu.

Kar yağışı durmuştu. Hangi vakitte yahut hangi merhalede tekrar yağar, bilinmez. Sakindi civar, kimsecikler yoktu çevresinde. Zaten sevmezdi de Kenan, insanların içine karışmazdı; bir muhavere veya tesadüften daima kaçardı. İz bırakmazdı ardında, görünmezdi; merdümgiriz bir hal ile yaşar ve kimselere belli etmezdi. Oysa karla kaplı zemine bıraktığı ayak izleri, bir sonraki yağışa kadar anlatacaktı onu. İnsan bir şeylerden kaçıyor olsa bile bir yerde ele veriyor kendini galiba.

***

Nihayet Sahaflar Çarşısı’nın eşiğine vardığında, bu eski yapının sade ve fakat heybetli kapısından içeri giriyordu. Mekânların insan ruhu üzerindeki tesirine inanıyordu. Duvar dibinde işgalci birkaç mağaza reyonu, beride biraz çöp yığını görse de görmezden gelebilirdi. İlerledi; belki de ilk defa hiçbir tezgâha uğramadan, saatlerce temaşa etmeden yeni eserleri, hızla ilerliyordu. Eli çantasının üzerinde yürüyordu.

Yalnızca eski kitaplar alan ve de satan kırk yedi numaralı dükkânın önü, her zaman olduğu gibi sakindi. Eski yazma eserler, nadide dokümanlar ve yazarı olmayan muamma kitaplar üst üste alt alta yığılı, bir aradaydılar. Zirveyi ileride arayanların unuttuğu mazide, bir başına yaşıyordu burası. Sanki asırlar evvelinden bir rivayet gibi küçük ve fakat sevimli, kitaplar mı onun içinde, yoksa o mu kitapların içinde, bilinmez bir meskendi burası.

“Kenan Efendi, buyurun gelin,” dedi derken bir ses içeriden, tanıdıktı. Kenan -kabzeden heyecanın da tesiriyle- hemen birkaç adım sonra içerideydi. Selam verdiğinde, muhatabı da içten bir selam ile karşılık veriyordu ona. Muhabbetle oturdu bir tabureye. Çevresinde sayfalardan, cümlelerden örülü surlar, yabancıların girmesine imkân yoktu. Kırk yedi numaranın sahibi ihtiyar adam, iki demli çay söyledi sonra çaycıya. Henüz çaylar gelmeden, tatlı bir sohbet başlamıştı.

***

Bahtiyar Efendi, kırk dokuz yıldır sahaflık mesleğinde iştigal ediyordu. Başta Osmanlıca, ardından Farsça, Arapça ve Fransızca yazın eserlerinde ehil, hatta bugün hâlâ hayatta olan sayılı üstadlardan bir tanesiydi. Alaylıydı; usta çırak ilişkisinin tezahürlerinden biri olarak, bizzat ilmin bendesinden tedrisatını görmüştü. Henüz yirmi beş yaşında, bir çırak olarak başladığı meslekte, bugün en yetkin kimselerden biriydi. Hafızası oldukça kuvvetli bir kimseydi Bahtiyar Efendi; okuduğu bir kelimeyi veya cümleyi asla unutmaz, ezberine alırdı. Nesir eserler üzerindeki hakimiyeti, manzumu idrak kabiliyeti ile çağın gizlediği bir cevher olarak kırk yedi numaralı dükkânda ömür tüketiyordu. Bahusus onu diğer üstadlardan ayıransa, şüphesiz sır çözmekteki hüneriydi. Rahmetli ustası Galip Efendi, bir İstanbul beyefendisiydi. Arapça, Farsça, Fransızca ve de Rumca dillerine ve alfabelerine hâkim, yazma eserlerin menşei ve çağları hususunda derin bir müktesebata sahipti. Henüz öz vatanında parya muamelesi görürken, beynelmilel mesafelerden, uzak batıdan veya yakın doğudan, birçok kimseler ziyaretine gelir ve çözemedikleri muammaları onun takdirine sunarlardı. Bahtiyar Efendi de ne öğrendiyse ondan öğrenmişti. Rahmetli ustasından bir emanet olarak edindiği, artık sadece adı kalmış ahiliği, bir akide olarak benimser ve öyle yaşardı. Her gün ve her çalışmasına, evvela ustasına bir Fatiha okuyarak başlardı.

“Sebeb-i ziyaretim malûmunuzdur,” dedi Kenan, tatlı bir sohbetin ardından. “Malûmdur,” dedi Bahtiyar Efendi, “Hangi lisanda?” diye sordu, mizacındaki ağırlıkla. Kenan’ın elindeki kitabın hangi lisan ile yazıldığını merak ediyordu. “Lisanı bilemiyorum, lakin Pehlevî alfabesi ile yazılı sanırım,” dedi Kenan. Küçük bir kömür sobası, çatırdayan pervanelerin sesi ve kitapların cezbedici kokuları arasında baş başalardı. Yudum yudum azalan çayların deminde yola revan olacaklardı. Kime, nereye, nereden veya neden, ne fark eder! Yola çıkan kimselere, evvela yolun kendisi yol gösterir. Kapı kapalıydı; dışarıda esen yel ve yersiz çamurun haberi yoktu onlardan. Zamanın ve de mekânın haberi yoktu. Tabiat bir beyaz gelinlik giyinmiş gibi masum, onları saklıyordu fırtınalardan. Şimdi dışarıda, nevbaharı arayan kar, yine eski bir şiir oluveriyor, yükseliyordu semadan. Yere düşen her kar tanesi, Kenan’ın ayak izlerini biraz daha örtüyordu. “Râzabad’a Yolculuk” dedi Kenan, çantasından çıkardığı kitabı Bahtiyar Efendi’ye uzatıyordu.

Bahtiyar Efendi aldı eline kitabı, bakışlarındaki tedirgin hal, konuya vâkıf olduğuna dair mühim bir delaletti sanki. Suretinde cevhere dokunan bir sarrafın saadeti vardı. Kaskatı kesilen kaslarında, hükmü okunmak üzere olan bir mahkûmun çaresizliği. Tanıyor muydu yoksa bu kitabı?

“Nereden buldunuz bunu?” diye sordu dehşetle. Sesinde ilk defa bir coşku, dikkat çekiyordu. “Kitaplığımda buldum,” dedi Kenan, “Nereden ve nasıl geldiğini bilemiyorum,” dedi. Bahtiyar Efendi sustu sonra, konuşmadı. Derin bir sessizliğin sadrı ardındaki gizi arıyordu belki de. Gözlüklerini düzeltti birkaç defa, hiçbir ayrıntıdan mahrum kalmak istemiyordu. Baktı kitabın önüne, çevirdi sonra, arkasına baktı. Okudu ismini, dokundu eliyle cildini yokladı. Derken masası üzerindeki bütün çalışmaları itti öteye doğru. Sakallarını sıvazladı bir süre, bir süre başını kaşıdı. Nihayet kara kaplı kitabı önüne koyuverdiğinde konuşacaktı. “Belli ki o sizi buldu,” dedi bu defa, ağır ağır. Kitabın kapağını açıyordu. Her temas, peşinden de bir hikâyeyi sürükler. Mazide hükmü olmayanın, istikbalden de nasibi yoktur. Dokunuyordu Bahtiyar Efendi kitaba; sayfalar arasında serazad geziniyor, seyir ediyordu. Mütemadiyen dalıyordu dipsiz bir kuyuya, bile isteye içinde kayboluyordu. Her haliyle ayan beyan kelimelerin tesirindeydi; kâh tebessüm ediyor kâh dudaklarını büküyor ya da kaşlarını çatıyordu. Bazen eliyle sakallarını sıvazlıyor, gözlüğünü yokluyordu. Bazen de bakışlarını oradan uzaklara, çok uzaklara adıyordu. Maziden bir hatıra, eski bir söz, bir rivayet duyar gibi dinliyordu her heceyi; dokunuyordu kitaba! “Râzabad!” dedi sessizce, derin bir nefes çekti ciğerlerine.

***

Zaman ağır akıyordu. Kırk yedi numaralı dükkânda iki adam, cihanın henüz varlığından haberdar olmadığı bir hakikat ile yüzleşiyorlardı. Yazgının kaleminden dökülen bir bilgiye sahip değillerdi. Lakin kelimelerden örülü urgan, yakalıyordu onları boyunlarından. Kim bilir farkında mıydılar bu tecellinin, şevkinde, fevkinde miydiler, bilinmez. Sade bir his vardı orada; henüz keşfedilmemiş, yurdu muğlak, ayak basılmamış bakir bir topraktan biten his, gönüllerden terennüm ediyordu.

Baharı bekleyen buz sarkaçları gibi damla damla çoğalıyordu Bahtiyar Efendi. Birikiyordu içinde, katlanarak artıyordu. Hatırlıyordu, düne dair ve düne ait ne varsa. Kelimeler, cümleler dili ucunda müheyya, harekete tereddütlüydüler. Hatırında kalan, daha doğrusu aklına adeta bir mıh gibi çakılı olan sözlerin tesiri hırpalıyordu onu.

“Kadim tarihin suretinde delili olmayan ve fakat varlıktan uzaklarda bir yerde mukim, eski bir ülke vardır,” dedi. Kıstı ihtiyar gözlerini, kitabı incelemeye devam ediyordu Bahtiyar Efendi. Şaşırdı Kenan, ismini ilk defa duyduğu bu ülkenin varlığından haberdar olmadığına şaşırıyordu. Tarihin kaygan zemininde geziniyor, kâh binlerce asır evvele kâh düne gidiyor, hafızasında belli belirsiz vesikalar arasında, tanıdık birkaç satır bulamıyordu. “Bu bir masal mı?” diye sordu. Durdu, “Yoksa hakikat mı?” diye sordu Kenan, şaşkındı.

Sözün nihayet sadrından taşacağı aşikârdı. En koyu gecelerin ve de en derin kuyuların bir yıldızla aydınlanacağı aşikârdı. Yağmura gebe bulutlar gibi tebessüm ediyordu Bahtiyar Efendi. Toprağın altında bir cevher, uzun vakitler sonra şavkını gösteriyor, keşfedilmeyi bekliyordu. “Zamanın ötesinde bir yerde,” dedi. Toparladı sözlerini ve devam etti, “Dört başı mamur ülkenin eşsiz güzellikteki mimarisi, taşa lisan bahşeden kemerleri, eyvanları, çeşmeleri ve de bahçeleriyle görenleri hayrete sevk ederdi,” dedi. “Selâmet, muhabbet, emek ve ibadet mefkurelerinde birleşen halk, bolluk ile bereket içerisinde yaşardı,” dedi Bahtiyar Efendi, çayından bir yudum aldı ve gözlüklerini düzeltti, “Orada kaidelere boyun eğen bir nizam yoktur; sık ve gövdeli ağaçlar, çölün kaskatı kanunlarını reddederler. Bütün bir zemini örten yeşilin türlü tonu, bir yekte eriyerek yeşerirler. Sular yerin altından kaynar, kuşlar bir başka cıvıldar. Çiçekler en nadide renkleri ahenk ile açarlar. Behemehâl orada kış hâsıl olmaz; her mevsim bahardır! Yüce dağların bir diğerine omuz vererek sakladığı bu uçsuz bucaksız vadide, daha evvel görülmemiş türlü böcekler, nebatat ve insanlar bir arada yaşarlar,” dedi, anlatırken heyecanla anlatıyordu. Sanki oradaydı. Bir cennet tasvirine nazar eden bu cümlelerin tahayyülü zordu. Fakat nedendir bilinmez, belki de sözün simyası olsa gerek, anlıyordu Kenan. Toprak denince toprağı, su denince suyu tanıyordu; kavrıyordu gizin güzelliğini. Şayet bu bir masalsa bile, bitmesin istiyordu.

***

Mütemadiyen kapıyı yoklayan rüzgâr, birkaç kelime olsun duymak için çaba gösteriyordu. Sicim sicim bükülen kar taneleri, hemen her nesneye temas edebilmek için şiddetlerini artırıyorlardı; muhtemelen renge olan vuslatlarıydı onları böylesine divane eden, kim bilir. Sonra üç beş kimse geçiyordu önlerinden, ağır, yılgın ve netamelilerdi. Ve fakat kimse bilmiyordu kışın tadını, kimse anlamıyordu ondaki manayı ve de kerameti.

Bahtiyar Efendi, camdan kapının ardı ile hemhâl olurken, hakikat ile kendisi arasındaki ayrımı anlıyordu. Lübnanlı şairden birkaç mısra geliyordu aklına, ne zaman heyecanı hurucetse, aynı şey oluyordu. Hakikat ile insan arasındaki ilişki ne tuhaftı; yakın ama uzak, dokunacak gibi, fakat fezada bir şule sanki. Tıpkı camdan kapının iki yakası gibi. “Üzerindeki muhayyel örtü, kadim varlığını gizliyordu,” dedi sonra, “Yalnızdı orada; ezel ile ebed arasında, zamanın delili de yoktu. Bir gizdi ve açmadı ziynetini alelade kimselere. Bu sebeple ona, şahsına münhasır bir isim verdiler elbette,” dedi.

Benzer İçerikler

İktidar – Güç Sahibi Olmanın 48 Yasası – Online Kitap Oku

yakutlu

Anne Yarası | Hüma Zeybek

yakutlu

Erkek Lisesi – Bengisu Sıla Gürbüz Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy