Dayımın Eve Erken Dönüşü
Bir pazar günü, 24 Mayıs 1863’de, dayım Profesör Lidenbrock, eski Hamburg’un en eski sokaklarından biri olan König-Strasse 19 numaradaki küçük evine aceleyle dönmüştü.
Yemekler ocakta henüz kaynamağa başladıkları için, hizmetçi Marthe gecikmiş olduğunu zannetmişti.
Ben de: «Dünyanın en sabırsız adamı olan dayım, eğer acıktıysa, şimdi bağırmağa başlayacaktır!» diye düşünmüştüm.
Marthe, yemek odasının kapısını aralayarak: «Mösyö Lidenbrock erken döndü!» diye seslendi.
– Evet Marthe, diye cevap verdim. Fakat, yemeklerin henüz pişmemiş olmasının önemi yok. Daha saat iki olmadı. Saint-Michel’in saati yarımı biraz önce vurdu.
– Acaba Mösyö Lidenbrock neden erken döndü?
– Bize sebebini izah edecektir.
– İşte geliyor! Ben, kaçıyorum! Siz, onu teskin etmeğe çalışın Mösyö Axel!…
Bunları söyledikten sonra Marthe, bir laboratuvardan farksız olan mutfağına döndü.
Yalnız kalmıştım. Mütereddit bir insan olduğum için, çok çabuk öfkelenen dayımı teskin edeceğimi bilemiyordum. Bu sebeple, sokak kapısı rezelerinde gıcırdarken, üst kattaki odama sessizce çekilmeğe hazırlandım. İri adımların altında tahta basamaklar çatırdadı. Birkaç saniye sonra dayım, yemek odasından geçerek, aceleyle çalışma odasına girdi.
Fakat, bu süratli geçiş sırasında madenî başlı bastonunu odanın bir köşesine, iri tüylü şapkasını masanın üstüne fırlatmıştı. Bana da
– Axel, benimle beraber gel! diye seslenmişti. Yerimden kımıldamağa vakit bulamamıştım. Tereddüt içinde bocalarken, dayımın sabırsız sesi tekrar duyulmuştu:
– Hâlâ buraya gelmedin!…
Telâşla dayımın odasına gittim.
Açık söylemek zorundayım ki, Otto Lidenbrock fena bir adam değildi. Fakat, kimseye benzemeyen, garip huylu bir insandı. Bununla beraber, hakikî bir bilgindi. Telâşlı ve sert hareketlerle koleksiyonundaki değerli örnekleri parçalamasına rağmen, dehaya ulaşan bir jeolog, mükemmel bir madenciydi.
Fizik yapısını anlamanız için, elli yaşında, uzun boylu, zayıf, demir gibi sağlam, kendisini on yaş genç gösteren sarı saçlı bir insanı hayalinizde canlandırmanız lâzımdır. Kocaman gözleri, mübalağalı gözlüklerinin gerisinde mütemadiyen fırıl fırıl dönerdi. Uzun ve ince burnu, sivri ve keskin bir bıçağa benziyordu. Alaycı kimseler, bu burnun bir mıknatıs gibi demir talaşlarını çektiğini iddia ederlerdi. Enfiyeden başka (hem de bol miktarda) bir şey çektiğini görmediğim için, bu iddiaların tamamıyla iftira olduklarını söyleyebilirim.
Yürürken uzun ve ölçülü adımlar atışma, yumruklarını sıkışına bakarak öfkeli bir insan olduğunu anlamak mümkündü. Böyle bir kimseyle arkadaşlık yapmanın kolay olmayacağı muhakkaktı.
Dayım, bir Alman Profesörü için zengin bir adam sayılmazdı. Ev, içindekilerle beraber onun malıydı. Bu evde dört kişi yaşıyordu. Dayım, vaftiz kızı Graüben, ben ve hizmetçi Marthe. Beni öksüz olarak yanma alan dayım, kendi mesleğinde yetiştirmiş, en sonunda kendisine yardımcı yapmıştı. Tecrübelerinde ona faydalı olmağa çalışıyordum.
Jeoloji bütün benliğime hâkim olmuştu. Hakikî bir madenci kanı taşıdığım muhakkaktı. En önemli eğlencem, özel koleksiyonumla meşgul olmaktı.
Sonuç olarak şunu söyleyebilirim ki, König-Strasse’deki bu küçük evde, Profesör Otto Lidenbrock’un sabırsız ve sert hareketlerine rağmen mesut olarak yaşanabilirdi. Dayımın beni sevdiğine emindim. Bütün kusuru beklemesini bilmemesiydi. Doğuştan aceleci bir insandı.
Nisan ayında saksılara diktiği çiçekleri her sabah kontrol ediyor, büyümelerini çabuklaştırmak için dallarını ve yapraklarını çekiştiriyordu.
Böyle garip huylu bir adamla geçinebilmek için, itaat etmekten başka çare yoktu. Bu sebeple, dayımın ikinci defa sesini duyunca, çalışma odasına koştum
Kitap Meraklısının Keşfi
Utreck kadifesiyle kaplı kanepesine gömülmüş olan dayım, elinde tuttuğu kitaba hayranlıkla bakıyor ve sık sık:
– Ne kitap! Ne kitap! diye söyleniyordu.
Bu hayran ifade, Profesör Lidenbrock’un aynı zamanda kitap meraklısı olduğunu bana hatırlatmış oldu. Dayımın nazarında bir kitabın değer taşıması için zor bulunan cinsten veya silik, satırlarla dolu olması lâzımdı.
Dayım:
– Bak! dedi. Bu sabah yahudi Hevelius’un dükkânında ne buldum. Paha biçilmez bir hazine…
Kitaba bakmadan:
– Fevkalâde! diye cevap verdim.
Dayım konuşurken kitabı mütemadiyen açıp, kapatıyordu. Beni hiç ilgilendirmediği halde, sahte bir dikkatle:
– Kitabın ismi ne? diye sordum. Dayım, heyecanlı bir sesle:
– XII. asırda yaşayan İrlandalı yazarlardan Snorre Turleson’un Heims-Kringlas’ı, diye cevap verdi, İzlanda’da saltanat süren Norveçli prenslerin hayatlarını anlatıyor.
Bu, beni asla ilgilendirmeyen bir konuydu. Buna rağmen:
– Çok güzel! dedim, içindeki yazılar nasıl?
– Yazılar mı?. Sersem çocuk!.. Sana yazılardan bahseden kim!… önemli olan yazılar mı zannediyorsun?!. Bu, matbaa baskısı bir kitap değil ki!… En eski İskandinav lisanında elle yazılmış bir kitap…
Dayımın en son cümlesini bir papağan gibi tekrarladım. Dayım, kendinden emin, heyecanlı bir sesle:
– Hayır… Başka izahat istemeyeceğim!…
Bu konu beni hiç ilgilendirmiyordu. Fakat, dayım bunu düşünecek halde değildi. Buluşunun heyecanı içindeydi, izahatına devam etti:
– Bu yazı çok eskiden İzlanda’da kullanılırdı, icat eden de Odin’in kendisiydi. Şu yazının güzelliğine bak sersem çocuk! ilâhların ellerinden çıkmış gibi değil mi?
Cevap vermek niyetinde değildim, ilgi duyulmayan konularda susmanın ilâhlar kadar kralları da memnun edeceği muhakkaktı, işte bu karışık durumdayken, önemli bir olay dikkatimizi başka bir noktaya çekmiş oldu.
Bu, kitabın göze çarpmayan bir yerinden, kirli bir kâğıdın yere düşmesiydi.
Dayım, anlaşılması kolay bir heyecanla bu pis kâğıdın üzerine atıldı. Çok eski bir kitabın içinden düşen, tarihi meçhul bir kâğıdın dayımın gözünde sonsuz değeri olacağı muhakkaktı.
Kâğıdın üstüne atılırken:
– Nedir bu!… diye bağırdı.
Kâğıdı masanın üstüne yaydı. Boyu on beş santim, eni on santimdi.. Anlaşılması imkânsız olan o harfler, çapraz satırlar halinde bütün kâğıdı kaplamıştı.
İşte, Profesör Lidenbrock’la yeğenini, XIX uncu asrın en garip seyahatine sürükleyen yazının tam örneği:
Dayım yazıya birkaç saniye baktı. Sonra gözlüklerini çıkartarak:
– Bunun kitaptaki yazıyla aynı olduğuna eminim, dedi. Fakat… mana çıkartmak imkânsız.
Dayımın bu yazıyı okuyamamış olduğuna sevindiğimi söylersem yalan olmaz. Fakat, dayımın asabileştiği de gözümden kaçmıyordu. Parmaklarının, masanın üstünde trampet çalması buna en mükemmel işaretti. Dişlerinin arasından:
– Eski İzlanda lisanı olduğuna eminim! diye mırıldanıyordu.Dayımın yanılmış olmasına imkân yoktu. Çeşitli lisanları bütün incelikleriyle biliyordu. Hakikî bir lisan uzmanıydı. Buna rağmen, kâğıdın üstündeki yazıyı okuyamamış olmasına ben de hayret ediyordum. Huyunu çok iyi bildiğim için, biraz sonra öfkeleneceğini tahmin ediyordum. Bu sırada şöminenin üstündeki saat ikiyi çaldı.
Aynı anda çalışma odasının kapısı aralandı.
Marthe:
– Yemeğiniz hazır, dedi. Dayım öfkeyle:
– Yemek de, yemeği pişiren de, yiyenler de cehennemin dibine gitsinler! diye bağırdı.
Marthe kaçtı. Ben de onu sessizce takip ettim. Nasıl olduğunu bilemiyorum, bir anda kendimi masadaki alışık olduğum yerde buldum.
Birkaç saniye bekledim. Dayım gelmedi. Kendisini tanıdığımdan beri ilk defa, sofraya karşı alakasızlık gösterdiğini görüyordum. Hele o günkü nefis yemeklere lakayt kalmayı hayalimden geçirmeğe bile cesaret edemezdim.
İşte pis bir kâğıdın dayıma neye mal olduğuna mükemmel bir misal. Saygılı bir yeğen olarak kendimi onun hesabına, hem de şahsım için yemeğe mecbur hissettim. Vicdanımın sesini dinleyerek, iki kişilik yemeği mideme aktarma, ettim.
Marthe;
– Şimdiye kadar böyle şey görmedim! diye söyleniyordu. Mösyö Lidenbrock’un sofraya gelmemesi imkânsız bir şey!
– Ben de inanamıyorum!
– Göreceksiniz mösyö Axel!… Hepimizi önemli olaylar bekliyor!
Bana kalırsa en önemli olay, dayımın yemeksiz kaldığını gördüğü zaman, öfkeyle ortalığı birbirine katması olacaktı.
Yemeğin son kırıntılarını çiğnemeğe çalıştığım sırada dayımın beni sabırsız bir sesle çağırdığını duydum. Derhal yerimden fırladım. Çalışma odasına koştum.
Saknussem’in Şifreli Yazısı
İçeri girdiğim zaman, dayım kaşlarını çatmış:
– Bunun eski İzlanda yazısı olduğuna eminim! Diye söyleniyordu. Fakat, bu satırların arasında bir sır saklı. Ya bu sırrı bulacağım… Yahut da…
Sert bir el hareketiyle konuşmasını yarıda kesti. Bana:
– Şuraya otur! dedi. Söyleyeceklerimi yaz!…
Birkaç saniye içinde her şeyi hazırladım. Dayım:
– Bu eski İzlanda yazısındaki her harfin, Almanca karşılığını söyleyeceğim, diye sözlerine devam etti. Sonra ne yapacağımızı düşünürüz. Fakat, Allah’ını seversen dikkatli ol!
Dayım yazdırmağa başladı. Yanılmamak için bütün dikkatimi sarf ediyordum. İşte anlaşılması imkânsız yazının tam örneği:
Yazma işi sona erince dayım, önümdeki kâğıdı sert bir hareketle çekip aldı. Uzun bir süre dikkatle tetkik etti.
Mütemadiyen:
– Bu, ne olabilir acaba? diye mırıldanıyordu.
Ben de ona fikir verecek burumda değildim. Zaten bana bir şey sormuyordu. Kendi kendine konuşmakla yetiniyordu:
– İşte hakikî şifreli bir yazı!… Anlatılmak istenen şey, kasten karıştırılmış harflerin arasındadır. Bu harfleri belirli bir düzen içinde yeniden dizebilirsek, manası olan bir cümle meydana getirmiş oluruz. Bu karmakarışık harflerin arasında çok önemli bir keşfin izahatının mevcut olabileceğini düşünüyorum da…
Bana kalırsa, bu harflerin arasında hiçbir şey gizli değildi. Fakat, susmayı tercih ediyordum.
Dayım, kâğıtla kitabı karıştırdı. Sonra:
– Bu iki yazı aynı elden çıkmamış, dedi. Kâğıt, kitaptan sonra yazılmış. Bunu kat’iyetle iddia edebilirim. Şifreli yazının ilk harfi çift (M). Hâlbuki (M) harfi İzlanda alfabesine XIV. üncü asırda girmiştir. Kitapta (M) harfine rastlamak imkânsız. Böylece, şifreli yazıyla kitabın yazılışı arasında en aşağı iki asır geçmiş olduğunu söyleyebilirim.
Bu izahat bana oldukça mantıkî göründü. Dayım:
– Böylece, bu kitabı ele geçirenlerden birinin bu şifreli yazıyı yazmış olduğu sonucuna varıyorum, diye sözlerine devam etti. Fakat, bu şahıs kimdir? Acaba adını kâğıdın bir köşesine yazmış mıdır?
Dayım, gözlüklerini çıkarttı. Kuvvetlice bir büyüteç aldı. Kitabın ilk sayfalarını dikkatle gözden geçirdi. ikinci sayfanın arkasında, başlığın altında mürekkep lekesine benzeyen incecik, silik bir yazı keşfetti. Bir hayli uğraştıktan sonra yazıyı okuyabildi:
– Arne Saknussemm! Bir İzlandalı daha! XVI. asırda yaşamış olan şöhretli bir simyacı!…
Dayıma hayranlıkla bakıyordum. O, heyecanla devam etti:
– Avicenne, Bacon, Lulle, Paracelse… Bütün bu simyacılar, devirlerinin en ünlü, en hakikî bilginleriydi.. Hayranlığımızı gizle-yemediğimiz çeşitli mühim keşifler yapmışlardır… Saknussemm de önemle bir buluşunu bu şifreli yazının arasına gizlemiş olamaz mı? Böyle olduğuna eminim! Başka türlü olmasına imkân yok!
Bu teoriyle profesörün muhayyilesi genişledikçe, genişliyordu.
Mütereddit bir sesle:
– Bu bilginin, önemli bir buluşunu şifreli bir yazının içine neden gizlemek istediğini bir türlü anlayamadım, dedim.
– Neden? Neden? Nereden bileyim? Galile de aynı şekilde hareket etmemiş miydi? Bu sırrı muhakkak öğrenmeliyiz! Şifreyi mutlaka çözeceğim!… Çözmedikçe ne yemek yiyeceğim, ne de uyuyacağım!…
Aklımdan; «Mahvoldum!…» diye geçirdim.
Dayım:
– Sen de benimle beraber çalışacaksın Axel!… diye devam etti.
Elimde olmayarak: «İyi ki iki kişilik yemek yemişim diye düşündüm.
Dayım, heyecanla:
– İlk iş olarak şifrenin anahtarını bulmalıyız, dedi. Bunun güç bir iş olduğunu zannetmiyorum…
Hayretle dayıma baktım. Fakat o konuşmasına devam etti:
– Bundan kolay bir şey olamaz. Vesikada 132 harf var. Bunun 79’u sessiz, 53’ü sesli harf… Akdeniz memleketlerinin kelimelerindeki sesli-sessiz harf nispeti de böyledir. Kuzey ülkelerinin lisanları ise sessiz harf bakımından daha zengindir. Sonuç olarak elimizdeki vesikanın Akdeniz memleketlerinden birinin lisaniyle yazıldığını söyleyebiliriz.
Bu düşünce zinciri tamamıyla mantıklıydı. Dayım, konuşmama fırsat vermeden monoloğuna devam etti:
– Şimdi en önemli noktaya geldik: Bu lisan hangisidir? Saknussemm, iyi yetişmiş, çok bilgili bir insandı. Ana lisanıyla yazmadığına göre, XVI. asırda moda olan lisanlardan biriyle yazmış olması lâzım. En kuvvetli ihtimalle, Latinceyi seçmiş olabilir. Eğer bunda başarı sağlayamazsak, İspanyolca, Fransızca, İtalyanca, Yunanca veya İbraniceyi deneyebiliriz. Fakat, XVI. asır bilginleri Latinceyi tercih ediyorlardı. Bu bakımdan, elimizdeki vesikanın Latince olduğunu ısrarla iddia edebilirim.
Bu iddiayı duyunca gayri ihtiyarî irkildim. Latince en çok sevdiğim lisanlardan biriydi. Bu karmakarışık, eğri büğrü harflerle Latincenin yazılmış olması fikrine tahammül edemiyordum. Dayım
– Latince olduğunda ısrar ediyorum, diye sözlerini tamamladı. Fakat, iyice birbirine karıştırılmış bir Latince.
İçimden: «En sonunda doğru bir söz çıktı ağzından!» diye geçirdim. «Eğer bunun içinden çıkabilirse aşkolsun!»
Dayım, yazmış olduğum kâğıdı tekrar eline alarak:
– Dikkatle tetkik etmemiz lâzım, dedi. İşte karmakarışık bir halde 132 harf. Bazı satırlarda sessiz harflerden başkası yok. Bazısında ise sesli harfler ekseriyette. Meselâ (unteief) veya (oseibo) gibi. Bu karışıklık lalettayin meydana gelmiş olamaz. Matematik bir kaideyle karıştırılmış olduğuna eminim. Bu vesika ilk önce düzgün kelime ve cümleler halinde yazılmış olmalı. Sonra, belirli bir düzen içinde kelimeler ters çevrilmiş. Bu anahtarı bulan, vesikayı, okuyabilir. Fakat, bu anahtar nedir? Axel, bu anahtarı biliyor musun?
Bu soruya verecek cevap bulamadım. Sebebi de gayet basitti. Gözüm, şöminenin üstündeki Graüben’in resmine takılmıştı. O anda Graüben’i sadece düşünüyordum. Artık itiraf etmek zorundayım ki, kısa bir süre için Altona’ya gitmiş olan dayımın vaftiz kızını, bir Almana yakışacak sükûnet ve sabırla seviyordum. Dayımdan habersiz olarak nişanlanmıştık. Jeolojiden başka hiçbir şeyden anlamayan dayıma bu mutlu olayı bildirmeyi lüzumsuz görmüştük.
Graüben sarı saçlı, mavi gözlü, sert tabiatlı, ciddî ve şirin bir genç kızdı. Sert ve ciddî oluşu, beni sevmesine engel teşkil etmiyordu. Bana gelince, onu kelimenin tam manasıyla
seviyordum.
Sevgili Graüben’in resmi beni biran için hakikat âleminden, hayal âlemine sürüklemişti. Fakat, dayımın heyecanlanarak masaya vurduğu yumruğun sesiyle, tekrar hakikat âlemine dönmüştük. Dayım:
– Düşünmeğe devam edelim, diyordu. Bir cümleyi karıştırmak için ilk gelecek olan usul, kelimeleri yukarıdan aşağıya yazmaktır.
Aklımdan: «İnsanlar işleri karıştırmak için neler de düşünebiliyor!» diye geçirdim.
Dayım:
– Bu usulü denemeliyiz, diye sözlerine devam etti. Axel! Boş bir kâğıda, aklına gelen bir cümleyi yaz. Harfleri soldan sağa dizeceğine, yukarıdan aşağıya yerleştir. Sonra bunları beş veya altışar harflik gruplara ayır.
Dayımın isteğini derhal anlamıştım. Yukarıdan aşağıya şunları yazdım:
Dayım kâğıda bakmadan:
– Pekâlâ, dedi. Şimdi bunları, soldan sağa doğru sırala, itaat ettim ve şöyle bir şey elde ettim:
GENSO RNER A’ÇVTJ ÜSOİM BEKY!
Dayım kâğıdı elimden çekerek aldı ve:
– Mükemmel! dedi. İşte, öteki vesikaya benzeyen bir örnek… Sessiz ve sesli harfler, aynı karışıklık içinde beşli grupların arasına serpiştirilmiş halde… Kelimenin orta yerinde virgüle bile rastlıyoruz.
Bunlar benim için dâhiyane buluşlar değillerdir. Dayım, hararetle:
– Şimdi yazmış olduğun bu cümleyi okumaya çalışacağım, diye devam etti. Hangi cümleyi seçmiş olduğunu bilmiyorum. Fakat metodu bildiğim için, okumak çok kolay olacaktır. İlk olarak gurupların birinci harflerini alıp, yan yana dizeceğim. Sonra, ikinci ve üçüncü harfleri…
Bunları söyleyen dayım, şifreli olarak yazmış olduğum cümleyi yüksek sesle okudu:
«Graüben, seni çok seviyorum!»
Ve sonra hayretle:
– Nee! diye bağırdı. Demek, Graüben’i seviyorsun ha!
Âşıkların dalgın olduklarını bilirdim. Fakat benimki hepsinden baskındı. Graübenle aramda olanları bilmeyen dayıma bu cümleyi yazmakla büyük tedbirsizlik yapmıştım. Fakat dayım, okuduğu cümlenin manasını anlayacak durumda değildi. Kendini yaptığı işin heyecanına kaptırmıştı. Bir makine gibi:
– Aynı metodu Saknussemm’un yazmış olduğu vesikaya tatbik edelim, dedi. Yaz bakalım Axel!
İtaat ettim ve yazdım:
mmessunkaSenrA.icefdoK.segnittamurtn ecertser-
rett,rotaivsadua,ednecsedsadne lacartniiiluJsiratrac-
Sarbmutabiledmek meretarcsilucoYsleffenSnl
Yazmağa başladığım sırada, yan yana gelen bu harflerin hiçbir mana taşımadığına inanıyordum. Fakat, sona doğru bu inancım sarsıldı. Dayımın ağzından kusursuz bir Latinceyle, mükemmel bir cümlenin çıkmasını beklemeğe başladım.
Fakat, öfkeyle vurulan bir yumruk masayı sarstı. Hokkadaki mürekkep etrafa sıçradı. Kalem, elimden fırladı. Dayım:
– Hayır, bu değil! diye bağırdı. Bunun hiçbir manası yok! Sonra, çalışma odasından bir mermi gibi dışarı fırladı. Merdivenden çığ gibi yuvarlanarak aşağı kata indi. König-strasse’de bir deli gibi koşarak, gözden kayboldu.
Şifrenin Anahtarı
Yalnız kalınca, Besançon’lu bir madencinin bize göndermiş olduğu silisyumla taş örneklerini koleksiyona yerleştirmeğe başladım. Bu işle uğraşırken kafam, kitabın içinden çıkan kâğıtla meşguldü. Kuvvetli bir önsezi, bu kâğıdın bize felâket getireceğini haber veriyor gibiydi.
Bir saat sonra koleksiyon işim sona ermiş bulunuyordu. Dayımın koltuğuna oturarak, pipomu yaktım. Kulağım da kapıdaydı. Tahta basamaklardan aksedecek ayak seslerini bekliyordum. Fakat, bu bekleyişim neticesiz kaldı. Aşağı kattan hiçbir ses aksetmedi.
Dayım o anda nerede olabilirdi? Hayalimde onu, Altona’da güzel ağaçların altında dolaşırken görüyordum. Şifreyi çözmek için yeni bir metot araştırmakla meşgul olduğu muhakkaktı. Acaba geriye nasıl dönecekti. Yüzünde zaferin izlerini görebilecek miydim?
Farkında olmadan ben de mütemadiyen o kâğıdı düşünüyordum. Gayri ihtiyarî masaya uzandım. Kâğıdı aldım. Her harfin üstünde teker teker durarak fikir yürütmeğe çalıştım. Sonra harfleri yeni gruplara ayırdım. Her birinde, bildiğim lisanlara göre manalar aradım. İkişer, üçer, beşer ve altışar harflik gruplarda hiçbir anlam bulunmuyordu.
Yeni harf grupları yaptım. Her gurubun aynı yerine isabet eden harfleri yan yana getirdim. En sonunda İngilizce «ice = buz» kelimesini buldum. Başka bir gurupta da İngilizce «sir = bay» kelimesi çıktı. Daha sonraki guruplarda Latince «rota», «mutabile», «ira», »nec», «atra», «luco» ve İbranice «tabiled» kelimeleri çıktı.
– Allah, Allah! diye söylendim. Bu kelimeler, dayımın haklı olduğunu gösteriyorlar. Bu değişik lisanlardaki kelimelerin aynı cümle içinde ne işi olabilir? Deli olmak işten bile değil!
Bir harfin girdabı içinde boğulacak durumdaydım. Kafam, bir makine gibi çalışıyordu. Gözlerimi bu karmakarışık harflerden ayıramıyordum. Kâğıttaki yüz otuz iki harf etrafımda uçuşuyor gibiydi. Bunalmıştım. Odanın daraldığını, havanın azaldığını hissediyordum. Kâğıtla yelpazelenmeğe başladım. İşte o anda sanki bir mucize oldu. Kâğıdın önüyle arkası gözümün önünde gidip gelirken, Latince iki kelimenin meydana geldiğini görür gibi oldum. Aynı hareketi, ağır ağır, daha dikkatle tekrarladım. Kâğıdın arka yüzü bana doğru dönerken, Latince «craterem = krater ve terrester = arzî» kelimelerini açıkça okudum.
Birdenbire bütün hakikat gözümün önünde canlanıverdi. Bir tesadüf neticesi, şifrenin anahtarını keşfetmiştim. Son derece heyecanlıydım. Dayımın saatlerce uğraşıp da başaramadığı işi, birkaç saniyede başarmıştım.
Heyecanımın yatışması için birkaç saniye bekledikten sonra, kâğıdı masanın üstüne koyup, yüksek sesle okumağa başladım. Bitirince dehşetle irkildim ve:
– Olamaz! diye bağırdım. Dayım bu vesikanın içindekileri öğrenmemeli! Aynı seyahati yapmağa teşebbüs edecektir! Onu hiç kimse durduramaz! Üstelik beni de ya da sürükleyecektir!. Böyle bir seyahatten asla geri dönülemez! Asla! Asla!
Tarifi imkânsız bir heyecan içindeydim.
– Hayır! Hayır! Böyle bir şeye müsaade edemem!
diye söylenmeğe devam ettim. Buna engel olmalıyım! Kâğıdı elimden sağa sola çevirirken şifrenin anahtarını tesadüfen bulabilir. Vesikayı ve kâğıdı yok etmekten başka çarem yok.
Böyle söyleyerek vesikayla kâğıdı aldım. Ocağa doğru yürüdüm. İkisini de ateşle yakacaktım. Fakat buna muvaffak olamadım. Kapı açılmış dayım içeri girmişti.
Axel’in Tereddütleri
Allah’ın cezası vesikayla masanın üstüne koymaya ancak vakit bulabildim. Dayım çok dalgın görünüyordu. Şifreyi çözmek için duyduğu şiddetli arzu onu bir saniye bile rahat bırakmıyordu. Evden uzakta kaldığı zaman yeni metotlar düşünmüş olmalıydı. Bunları tatbik etmek için geri döndüğüne emindim.
Nitekim bana, bir kelime bile söylemeden koltuğuna oturdu. Kalemi eline aldı. Bir kâğıda, cebir denklemlerine benzeyen formüller sıralamağa başladı.
Titreyen elini bakışlarımla takip ediyordum. En ufak hareketini bile kaçırmıyordum. Acaba sonuca ulaşabilecek miydi? Heyecanımdan titriyordum. Tesadüfen bulmuş olduğum formülden başkasıyla şifrenin çözülemeyeceğini bildiğim halde, varacağı neticeyi şiddetle merak ediyordum.
Dayım, benimle konuşmadan, tam üç saat devamlı olarak çalıştı. Yazıyor, siliyor, tekrar yazıyordu. Bulduğu bir formülü, değişik şekillerde, defalarca deniyordu.
Vaktin süratle geçtiğinin ikimiz de farkında değildik. En sonunda akşam oldu. Sokaklardan akseden sesler yükseldi- Kâğıdın üstüne eğilmiş olan dayım ne işitiyor, ne de görüyordu. Marthe’nin yemeğe çağırışını bile duymamıştı…
En sonunda uyku bastırdı… Ağırlaşan gözkapaklarımı açacak halde değildim. Dayım çalışmasına devam ederken kanepelerden birinin üstünde derin bir uykuya daldım.
Ertesi sabah uyandığım zaman, dayım hâlâ çalışıyordu. Gözleri kızarmış, yüzünün rengi solmuş, saçları dağılmıştı. Bütün geceyi nasıl çalışarak geçirdiğini anlamak için bir kere yüzüne bakmak kâfiydi. Ona acıyordum. Şifreyi çözebilmek için her şeyi unutmuştu. Hatta bana öfkelenmeyi bile.
Bir tek kelimeyle onu cehennem azabından kurtarabilirdim. Fakat, susmayı tercih ettim.
Merhametsiz bir insan değildim. Niçin susmayı tercih etmiştim? Bu yine dayımın menfaati ve iyiliği içindi. Kendi kendime mütemadiyen: «Hayır! Hayır! diyordum. Konuşmayacağım! dayımı çok iyi tanıyorum. Oraya gitmek isteyeceğine eminim… Hiç kimse onu durduramayacaktır. Başka jeologların yapmadıkları bir şeyi yapmak için hayatını göz göre göre tehlikeye atacaktır. Susacağım… Bir tesadüf neticesinde öğrendiğim sırrı, sonuna kadar saklayacağım… Bunu açıklamak, dayımı bile bile ölüme göndermek olacaktır… Eğer bir tesadüfle sırrı o öğrenirse, öğrensin… ileride bir gün, dayımın ölümüne sebep olduğum için vicdan azabı çekmek istemiyorum.»
Kat’i kararımı vermiştim. Konuşmayacaktım,. Kollarımı göğsümde kavuşturarak, bekliyordum. Fakat, tahmin edilmedik bir olay, kararımı sonuna kadar tatbik etmeme engel oldu.
Hizmetçi Marthe, çarşıya gitmek için dışarı çıkmak isteyince Sokak kapısını kilitli bulmuştu. Anahtar üstünde değildi. Bunu kim almış olabilirdi? Bu işi dayımdan başkası yapamazdı. Acaba anahtarı kasten mi almıştı? Bizi aç mı bırakmak istiyordu? Böyle bir şeye hakkı var mıydı? Marthe’la ben hiç ilgimiz olmayan bir konu sebebiyle aç mı kalacaktık? Düşününce, dayımın böyle bir şey yapabileceğine inanmak zorunda kaldım. Birkaç sene önce, maden koleksiyonunu yaparken dayım, bütün ev halkını kırk sekiz saat aç bırakmıştı.
Açlıktan mideme kramplar giriyordu. Bir gün önce akşam yemeğini yememiştik. Öğle yemeğinin de tehlikeye gireceğini anlamak güç değildi. Buna rağmen kahramanca hareket etmeğe açlığa göğüs germeğe kati olarak karar verdim..
Marthe için yemeği hazırlayamamak kadar fena bir-şey tasavvur edilemezdi. Zavallı kadın üzüntüsünden ağlayacak gibiydi.
Dayım bütün bu olanları fark etmeden mütemadiyen çalışıyordu. Hayali, bir makine gibi işliyor, bir formülden diğerine geçiyordu. Yeryüzünden uzakta yaşıyor gibiydi. Dünya ile ilgili ihtiyaçları bir saniye bile düşünmüyordu.
Öğleye doğru midemdeki kramplar daha çoğaldı. Marthe bir gün önce evdeki bütün yedek malzemeyi sarf etmişti. Yemek pişirmek için bir kırıntı bile yoktu. Buna rağmen kararımdan vazgeçmek istemiyordum. Bu, benim için bir şeref meselesi olmuştu.
Saat ikiyi çaldı. Dayımın inatçılığı gülünç, hatta tahammül edilmez bir hal almıştı. Açlığa dayanmaz durumdaydım. Vesikaya lüzumundan fazla önem verdiğimi düşünmeğe başlamıştım. Bir süre sonra kendisi şifrenin anahtarını bulacak olursa, bu kadar zaman aç kalışıma hayıflanmayacak mıydım? Bu sebeple, gerçeği uygun bir şekilde anlatmağa karar verdim.
Bu iç mücadele sırasında dayımın dışarı çıkmağa hazırlandığını gördüm. Deli olmak işten bile değildi. Kendisi evden ayrılacak, bizi de açlıkla baş başa bırakarak dört duvar arasına hapsedecekti, öyle mi? Bu kadarı fazlaydı artık. Pürüzlü bir sesle:
– Dayıcığım! dedim.
Beni işittiğini anlamak mümkün değildi. Sesimi biraz daha yükselterek:
– Dayıcığım! diye tekrarladım.
Uykudan birdenbire uyandırılan bir adam gibi yüzüme baktı ve:
– Ne var? diye sordu.
– Şey… anahtardan bahsstiyordum da…
– Hangi anahtardan? Kapının anahtarından mı?
– Hayır… şifrenin anahtarından…
Dayım gözlüklerinin üstünden hayretle bana baktı: Yüzümde garip bir ifade sezmiş olacak ki, kolumdan tuttu, hiçbir şey söylemeden, bakışlarıyla beni sorguya çekti.
Başımı yukarıdan aşağıya müspet anlamda birkaç defa salladım. O da başını iki yana sallayarak, bir deliyle karşı karşıya olduğunu anlatmağa çalıştı.
Başımla daha kesin bir işaret yaptım.
Gözleri parladı. Elleri tehditkâr bir hal aldı. En sonunda bu sessiz konuşmadan kurtularak:
Evet!… diye mırıldandım. Şifrenin anahtarını bir tesadüfle…
Heyecanla:
– Ne diyorsun! diye bağırdı.
Üstünde çalışmış olduğum kâğıdı uzatarak:
– Okuyun! dedim.
Dayım kâğıda uzun uzun baktıktan sonra, buruşturup yere atarak:
– Bunun hiçbir manası yok! dedi. Sakin bir sesle:
– Baştan okursanız hiçbir şey ifade etmez, diye cevap verdim. Fakat sondan başa okursanız…
Cümlemi tamamlamağa fırsat vermedi. Kâğıdı yerden kaparak okudu ve:
– Ah! Şeytan Sannussemm! diye bağırdı. Demek cümleyi ters olarak yazmıştın, öyle mi?
İşte vesikanın tamamı:
«İn Sneffels Yoculis craterem kem delibat umba Scartaris Julü intra calendas descende, audas viator, et terrester centrum attinges. Kod feci. Arne Saknussem.»
Tercümesi ise şöyleydi:
«Cüretkâr yolcu, Temmuz ayının ilk günlerinden önce Scartaris’in gölgesi üzerine düştüğü sırada, Sneffels’in Yocul kraterinden içeri gir. Bu yol seni Dünyanın merkezine götürecektir. Ben de aynı şeyi yaptım. Arne Seknussemm.»
Dayım tarif edilemeyecek bir heyecan içerisindeydi. Odanın içinde deli gibi dolaşıyor, eşyaların yerlerini şuursuzca değiştiriyor, koleksiyondan kıymetli taşları atıp, tutuyordu.
En sonunda aşırı heyecanı yatıştı. Sinirleri yorgun bir halde kendini koltuğa attı. Kısa bir sessizlikten sonra:
– Saat kaç? diye sordu.
– Üç.
– Yemek vakti geçmiş… Açlıktan ölüyorum. Haydi sofraya… Sonra…
Bir papağan gibi tekrarladım:
– Sonra…
– Eşyalarımı hazırlayacaksın…Sakin bir tavırla:
– Eşyalarınızı mı? diye sordum.
– Tabiî kendilerininkini de…
Bu son cümleyi merhametsiz bir tavırla söyledikten sonra, süratle yemek odasına, geçti.
Yeğenle Dayı Arasında Münakaşa
Bu sözleri duyunca gayri ihtiyarî ürperdim. Bununla beraber hislerime hâkim oldum. Yüzümden hiçbir şey anlaşılmamasına çalıştım. Profesör Lidenbrock’u ancak ilmî deliller durdurabilirdi. Böyle bir seyahatin imkânsızlığını ortaya koyan yüzlerce delil vardı. Dünyanın merkezine gitmek! Bu delilikten başka bir şey değildi, itirazımı zamanında yapmak düşüncesiyle sakin sakin yemeğimi yemeğe başladım.
Çalışma odasından, yemek odasına geçtiği anda bomboş sofrayı gören dayımın hayal kırıklığını uzun uzun anlatmak istemiyorum. Bunun sebebini anlamakta gecikmedi. Marthe’a derhal sofrayı hazırlaması için emir verildi. Zavallı kadın telâşla çarşıya gitti. Bir saat sonra da masaya oturabildik.
Yemek yerken dayım çok neşeliydi. Gülüyor ve şakalar yapıyordu. Çerezleri de yedikten sonra, çalışma odasına gelmem için işaret etti.
İtaat ettim. Çalışma masasına karşılıklı oturduk. Yumuşak bir sesle:
– Axel! dedi. Zeki ve çalışkan bir çocuksun! Ümidimi kesmiş olduğum sırada, bana büyük bir hizmette bulundun. Sen olmasaydın, bu şifreyi çözemezdim. Bunu asla unutmayacağım. Ulaşacağımız zaferde senin de payın olacak.
İçimden: «Bu neşesinden faydalanmalıyım!» diye geçirdim. Zaferi münakaşa etmenin zamanıdır!»
Dayım bu düşüncelerimden habersiz olarak:
– Her şeyden önce senden bu sırrı saklamanı istiyorum, diye devam etti. Çalışmalarımı adım adım takip eden bilginler var. Bunlardan birisi, yapacağımız seyahati öğrenirse bizden önce harekete geçebilir.
İnanmamış bir tavırla:
– Böyle bir seyahate cüret edeceklerin sayısı bu kadar çok mudur? diye sordum.
– Bundan hiç şüphen olmasın Axel. Bu vesika bilinseydi, kocaman bir jeolog ordusu Arne Saknussemm’in izini takip ederdi.
– Sizinle aynı fikirde değilim. Her şeyden önce bu vesikanın gerçekle ilgisini bilmiyoruz ki…
– Vesikanın, böyle bir kitabın içinde bulunmuş olması, en mühim delil sayılmaz mı?
– Saknussemm’in bu vesikayı yazmış olduğunu kabul edebiliriz. Fakat, bu seyahati yapmış olduğunu bilmiyoruz ki… Saknussemm yalan söylemiş olamaz mı?
Bu sözleri söyledikten sonra, pişman oldum. Dayım kaşlarını çatmıştı. Konuşmanın geri kalan kısmını tehlikeye sokmuş olmaktan korkuyordum. Fakat, endişem hakikat olmadı. Sert muhatabım, dudaklarının kenarında beliren alaycı bir tebessümle:
– Saknussemm’in yalan söyleyip söylemediğini anlayacağız, diye cevap verdi.
Canım sıkılarak:
– Müsaade ederseniz, bu vesika hakkındaki düşüncelerimi sonuna kadar sıralamak istiyorum, dedim.
– Konuş yavrum. Sıkılma. Fikrini açıkça belirt. Çalışmalarımın yardımcısı olduğunu unutma. Haydi, seni dinliyorum.
– İlkönce Yoocul, Sneffels ve Scartarris kelimelerinin anlamlarını öğrenmek istiyorum.
– Bundan basit bir şey olamaz. Büyük kitaplığın ikinci gözü, (Z) serisi, dördüncü sırada duran, üçüncü atlası al.
Yerimden kalktım. Yaptığı tüm tarifle, istenilen atlası derhal buldum. Dayım:
– İşte İzlanda’nın en mükemmel haritalarından biri, dedi. Sualinin cevabını en iyi şekilde bunun içinde bulabilirsin.
Haritanın üzerine eğildim. Dayım izahatına başladı:
– Gördüğün gibi bu ada volkanlarla doludur. Hepsinin adı da «Yocül» dür. Bu kelimenin tam karşılığı buzdağıdır. Bütün yanardağlar, buz kitlelerinin altında faaliyet göstermektedirler..
– Pekâlâ, Sneffels nedir?
Bu sualime cevap veremeyeceğini ümit ediyordum. Çok geçmeden aldandığımı anladım. Dayım:
– Parmağının ucunu batıya doğru takip et, dedi. Reykjawik’i gördün mü? Fiyordlardan yukarıya doğru çık. Altmış beşinci arz dairesinin altında ne görüyorsun?
– Üstündeki etler sıyrılmış ayak kemiğine benzeyen bir yarımada görüyorum.
– Benzetişin çok doğru yavrum. Şimdi söyle bakayım… Bu yarım adada gözüne hiçbir şey çarpmıyor mu?
– Denize doğru uzanıyormuş gibi görünen bir dağ var…- İşte bu Sneffels’tir…
– Sneffels mi?
– Tâ kendisi… 1650 metre yükseklikte, bir yanardağ. Eğer krateri dünyanın merkezine kadar uzanıyorsa, dünyanın en meşhur dağlarından biri olabilir…
İsyankâr bir sesle:
– İmkânsız!… diye bağırdım. Olamaz. Dayım, sert bir tavırla:
– Niçin imkânsızmış? diye sordu.
– Krateri lâvlar, kızgın kayalarla doludur…
– Sönmüş bir yanardağsa, bu bahsettiklerine rastlamak mümkün değildir. Böyle sönmüş yanardağlar yeryüzünde pek çok… Hâlen faaliyette 300 yanardağ var…Fakat bu sayıdan daha çok da sönmüş yanardağ bulunmaktadır.
Sneffels bunlardan biridir. En son 1219 yılında faaliyeti görülmüştür. O tarihten sonra hiçbir canlılık işaretine rastlanmamıştır.
Bu kadar açık ve kat’i bilgi verebileceğini tahmin etmiyordum. Başka bir konuya geçmek mecburiyetini hissederek:
– Scartaris nedir? diye sordum. Temmuzun ilk günlerinden önce ibaresiyle neyi kastetmek istiyor?
Kısa bir süre düşündükten sonra:
– Sana karanlık görünen noktalar, benim için tamamıyla aydınlık, dedi. Saknussemin, ufak bilgilerle keşfini daha hassas bir tarzda izah etmek istemiş Sneffels’de pek çok krater bulunmakta… Bunların içinde hangisinin arzın merkezine giden yola sahip olduğunu belirtmesi icap etmez miydi? Bunu tam olarak açıklamak için İzlandalı bilgin ne yapmış? Temmuz ayının ilk günlerinde, Scartaris tepesinin gölgesinin bahsi geçen kraterin üstüne düştüğüne dikkati çekmek istemiş. Bundan daha açık bir tarif tasavvur edebilir misin? Söylenilen günlerde Sneffels’in üstüne çıkınca, Saknussemm’in bahsettiği krateri bulmak zor olacak mıdır zannediyorsun?
Dayım bütün suallerime kolaylıkla cevap veriyordu. Onu vesikadaki kelimelerin manalarını sorarak mat edemeyeceğimi anlamıştım. Bu sebeple, bu suallerden vazgeçerek, bana göre daha ciddî olan ilmî itirazlara geçtim:
– Saknussemm’in açık bir lisan kullandığını ben de kabul ediyorum. Fakat, bahsi geçen kraterden girerek, dünyanın merkezine gitmiş olabileceğine inanamıyorum.
– Neden?
– İlmi bütün teoriler, böyle bir yolculuğun imkânsız olduğunu ispat etmektedir.
Dayım alaycı bir sesle:
– Sen bu teorilere inanıyor musun? diye cevap verdi.
Cesaretle cevap verdim:
Aşağı doğru inildikçe her yirmi üç metrede, ısının bir derece arttığı herkes tarafından biliniyor. Dünyanın yarıçapı altı bin kilometre olduğuna göre, merkezde sıcaklığın iki milyon derece olması icap eder. Buna göre, çok derinlikteki madenlerin yanar gaz halinde olduğu kabul edilebilir. Zira en sert madenin bile bu kadar yüksek bir ısıya dayanabilmesine imkân yoktur. Bütün bunları bildikten sonra, böyle bir seyahati düşünmenin delilik olduğunu siz de kabul etmez misiniz?
– Senin gözünü sıcaklık mı korkutuyor?
– Gayet tabiî. Kırk kilometre aşağıya inebildiğimizi kabul edecek olursak, yer kabuğunun sınırı olan bu noktada bile ısı 1300 derecenin üstündedir.
– Yani buhar olmaktan mı korkuyorsun?
– Bu sorunun cevabını size bırakıyorum… Kararı siz vereceksiniz…
Dayım neşeli bir sesle:
– İşte kararım, dedi. Hiç kimsenin kilometrelerce aşağıda neler olduğunu bilmesine imkân yoktur. Yeryüzünden itibaren beş kilometre aşağısını bile kati olarak tanıyamıyoruz. İlim her an yeni buluşlarla gelişmektedir. Teorileri, başka teoriler yıkabilmektedir. Buna çeşitli misaller verebiliriz. Arzın merkezinde iki milyon derecelik ısı olabileceği gibi, tahammül edilebilecek derecede bir soğukluk da olabilir. Meselâ, şöhretli bilginlerden Poisson’un teorisine göre, arzın merkezinde iki milyon derecelik birisi olursa, yeryüzü kabuğu, içerde sıkışan gazların basıncına dayanamayıp, bir buhar kazanı gibi infilâk edebilir.
– Bu Poisson’un fikri…
– Başka jeologlar da onun gibi düşünüyorlar. Onların görüşüne göre, arzın merkezinde ne gaz, ne su, nede ağır madenler vardır.
– Rakamlarla her şey ispat edilebilir.
– Fakat, olaylarla ispat edilebilir. Kati olarak bilinen bir şey varsa, o da dünyanın kuruluşundan bu yana faaliyet halinde olan yanardağların sayısı iyice azalmıştır. Bu da arzın merkezindeki ısının gün geçtikçe azaldığını göstermektedir..
Yavaş yavaş dayımın tesiri altında kalmağa başlıyordum. İkna kabiliyeti son derece kuvvetliydi. Canlı ve neşeli bir sesle:
– Görüyorsun ki, arzın merkezi birçok jeologu meşgul etmiş, ve çeşitli faraziyelerin çatışmasına yol açmış bulunuyor, diye sözlerine devam etti. Merkezdeki ısı henüz ispatedilmiş sayılmaz. Çünkü ben de aksini iddia ediyorum. Gidip görülmedikçe, oradaki ısı hakkında hiçbir iddianın ilmî kıymeti olamaz. Bu muazzam problemi, Saknussemm gibi halledeceğiz.
Dayım beni mat etmişti. Tehlikelerle dolu bu maceranın heyecanı beni de hükmü altına almıştı. Sabırsız bir sesle:
– Evet! diye bağırdım. Gidip göreceğiz!…
– Etrafımızı aydınlatmak için elektrik enerjisinden faydalanabiliriz… Merkeze doğru yaklaştıkça hava basıncı daha azalacağı için, aydınlığı daha kuvvetli olacaktır.
– Her zorluğa rağmen, başarabiliriz…
Muzaffer bir tavırla:
– Başaracağımıza inanıyorum! dedi. Fakat, bu başarı için her-şeyden önce, son derece sessiz hareket etmemiz lâzım. Projemizi herkesten gizli tutacağız.
Hareket Hazırlıkları
Hayatımızda önemli bir rol oynayan bu konuşma, böylece sona ermiş oldu. Dayımın çalışma odasından sersemlemiş bir halde çıktım. Yalnız kalmağa ihtiyacım vardı. Sessizce evden çıktım. Hamburg’un caddeleri de bana bunaltıcı göründüler. Buralarda nefes alabilmem için yeter derecede hava yok gibiydi. Kendime gelebilmek için Elbe’nin kıyılarına gittim.
Kafamın içinde birbirine zıt çeşitli faraziyeler dans ediyordu. Bunlardan hiçbirisine tam manasıyla bağlanamıyordum.
İlk anlardaki heyecanım yatışmış olmasına rağmen, dayımın ikna edici sözlerinin tesiri altındaydım. Düşünmeğe devam edersem cesaretimin kırılacağını hissediyordum. En iyisi, vakit kaybetmeden valizlerimi hazırlamaktı.
Bir iki saat sonra tamamıyla ayılmıştım. Hangi tarafından bakarsam bakayım, bu yolculuk bana saçma hatta delice görünmeğe başlamıştı. Kısa bir süre sonra da: «Fena bir rüya görmüş olmalıyım, diye düşünüyordum. Aklı başında bir insan olan dayım, genç yeğenini göz göre göre ölüme sürükleyemez. Bana böyle bir teklifte bulunmuş olamaz. Bütün bunlar hayalimin mahsulü olmalı…»
Elbe’nin kıyısını takip ederek şehre döndüm. Limandan geçtim. Altona caddesine ulaştım. Bir önsezi beni oraya sürüklemiş olmalıydı. Zira, kısa bir süre sonra Graüben’i gördüm. Hamburg’dan dönüyordu. Onu uzaktan tanır tanımaz:
– Graüben!… diye bağırdım.
Genç kız şaşkın bir tavırla durdu. Kalabalık bir caddede kendisine bu şekilde seslenmiş olmama hayret etmiş olduğu belliydi. Koşarak yanına gittim. Graüben, soğuk bir sesle:
– Axel! dedi. Buraya kadar beni görmek için mi geldin?»
Fakat yüzüme bakınca, iş karışıklığımın derecesini anlayarak, yumuşak bir tavırla:
– Neyin var? diye sordu.
– Neyim mi var?
Dayımın ikazlarını unutarak her şeyi Graüben’e anlattım. Kalbi benimki gibi heyecanla çarpıyor muydu? Bilemiyorum. Fakat, avucumun içinde olan eli titremiyordu. Kısa bir süre sessizce yan-yana yürüdük. En sonunda:
– Axel! dedi. Bu, çok güzel bir yolculuk olacak! Bu sözleri duyunca, hayretle irkildim. O:
– Evet Axel! diye sözlerine devam etti. Büyük bir bilgine lâyık bir yeğen olduğunu ispat etmelisin! Bir insanın kendini göstermesi için, böyle büyük teşebbüslere girişmesi lâzım…
Şaşkın bir tavırla:
– Fakat, Graüben! diye itiraz ettim. Beni yolculuktan geri çevirmek için çalışmayacak mısın?
Hayır, Axel… Dayın isterse, sizinle beraber gelmeyi çok isterdim… Tabiî, size zorluk çıkaran bir engel olmamak şartıyla…
– Samimi misin Graüben?
– Tamamıyla samimiyim…
Şaşkın bir haldeydim. Doğrusunu söylemek icap ederse, o anda kendi kendimden utanıyordum. Kısa bir sessizlikten sonra:
– Graüben! dedim. Yarın da bu tarzda konuşup, konuşmayacağını çok merak ediyorum!…
Graüben, kendinden emin bir sesle:
– Yarın da bugünkü gibi konuşacağım! diye cevap verdi.
Elele tutuşarak, sessizce yolumuza devam ettik. İçimden:
«Temmuza kadar bir hayli zaman var, diye geçirdim. Bu arada çeşitli olaylar olabilir, dayım bu delice fikrinden vazgeçebilir.»
König-Strasse’deki eve geldiğimiz zaman hava kararmış, gece olmuştu. Herkesi uyur vaziyette bulacağımı tahmin ediyordum. Fakat, dayımın sabırsızlığını çok geçmeden anladım. Hamallara bağıra bağıra emirler vererek, bazı eşyaları taşıtıyordu. Zavallı
Marthe, ne yapacağını, nereye koşacağımı bilemez bir haldeydi. Dayım beni uzaktan görünce:
– Şimdiye kadar neredeydin? diye bağırdı. Çabuk gel buraya!… Daha hiçbir şey hazır değil!… Bavullar, notlarım, anahtarım, tozluklarım!… Hepsi darmadağınık bir halde!.
Şaşkın bir halde, olduğum yerde donmuş gibiydim. Konuşmamak için dudaklarımı kıpırdatacak kuvveti bulamıyordum. Zorlukla:
– Gidiyor muyuz? diye seslendim.
– Evet sersem çocuk!, gidiyoruz!…Zayıflayan bir sesle:- Gidiyor musunuz? diye tekrarladım.
– Evet… Öbür gün, sabahın en erken saatinde…Dayımı daha çok dinleyemedim. Küçük odama koşarak, sığındım.
İşin şakaya gelir tarafı yoktu. Dayım, o gün öğleden sonra yolculuk hazırlıklarıyla meşgul olmuştu. Lüzumlu eşya ve malzemeleri satın almıştı. Evin avlusu merdivenler, düğümlü ipler, meşaleler, su mataraları, demir çengeller, çeşitli kazmalar, demirli bastonlarla geçilmez bir haldeydi. Bunları on iki kişi zor taşıyabilirdi.
Korkunç bir gece geçirdim. Ertesi sabah, çok erken saatlerde dışarıdan Graüben’in seslendiğini duydum. Kapıyı açmamak kararındaydım. Fakat, onun tatlı sesine tahammül edebilir miydim?
Kapıyı açtım. Yan yana, dayımın çalışma odasına doğru yürüdük. Böyle bir yolculuk yapacağımıza hâlâ inanamıyordum. İçeri girince, öfkelendirmemeğe çalışarak:
– Dayıcığım! dedim. Bu yolculuğa kat’î olarak karar verdiniz mi?
– Nasıl?!… Yoksa, şüphe mi ediyorsun?!…
– Hayır!… Fakat, bu kadar acele edişinizin sebebini anlayamıyorum da!…
– Zamanımızın olmadığını anlayamıyor musun?
– Fakat, dayıcığım… Bugün Mayısın 6’sı… Haziranın sonuna kadar önümüzde bir ay var.
– Cahil çocuk!… İzlanda’ya o kadar çabuk gidileceğini mi zannediyorsun?!… Dün, deli gibi evden uzaklaşmamış olsaydın, seni Liffender Şirketinin Kopenhag bürosuna götürecektim. O zaman, Kopenhag’dan Reykjavik’e ayda bir vapur seferi olduğunu öğrenmiş olacaktın.
– Fakat!…
– Ne demek fakat?!… 22 Haziranda kalkacak vapuru bekleyecek olursak, Scartaris’in Sneffels’deki gölgesini göremeyiz… En süratli vasıtayla Kopenhag’a gitmek zorundayız. Oradan da, İzlanda’ya gitmenin çarelerini araştıracağız… Haydi git, çabuk eşyalarını hazırla!…
Cevap vermeğe cesaret edemeden odama döndüm. Graüben de benimle beraber geldi. Eliyle bavulumu hazırladı. Son eşya da bavula konunca, aşağı kata indim.
O gün fizik âletleri, silâh ve elektrik malzemeleri satanlar eve devamlı olarak gelip gittiler. Zavallı Marthe aklını kaybedecek haldeydi. Bana:
– Acaba Mösyö delirdi mi? diye sordu.
Başımı sallayarak bu suali tasdik ettim. Merakla tekrar sordu:
– Sizi de beraber mi götürüyor?
– Evet…
Elimle arzın merkezini işaret ettim. Zavallı Marthe anlamayarak:
– Şarap mahzenine mi? diye sordu. Gülerek:
– Hayır, dedim. Daha aşağılara… toprağın derinliklerine…
Marthe yine bir şey anlamamıştı. Fakat, ısrar etmedi.
Akşam oldu. Zaman mefhumunu kaybetmiştir. Dayım:
– Yarın sabah, tam altıda hareket edeceğiz, dedi. Saat onda, yatağa ölü gibi yattım. Gece, korkunç bir kâbus bastırdı. Karanlık uçurumlardan aşağıya yuvarlanıyordum. Sayıkladığımı zannediyorum. Dayımın sert ve amansız eliyle sürükleniyor, uçurumlara itiliyor, bataklıklarda boğuluyordum. Devamlı olarak karanlık boşluklarda uçuyorum.
Sabah saat beşte uyandım. Korku ve yorgunluktan bitkin bir haldeydim. Yemek odasına indim. Dayım sofradaydı. İştahla yiyordu. Ona korkuyla baktım. Fakat Graüben de oradaydı. Hislerimi açıklayacak hiçbir şey söylemedim. Yemek de yiyemedim.
Saat beş buçukta sokaktan bir gürültü aksetti. Bizi Altona tren istasyonuna götürecek olan büyük bir araba gelmişti. Eşyalar kısa bir zamanda buna yüklendi.
Mukadderatla mücadele edecek halde değildim. Bavulumu odamdan getirerek, arabaya yerleştirdim.
Bu sırada dayım, Graüben’e evin bütün idaresini devrediyordu. Dayımla kucaklaşırken her zamanki gibi sakindi. Fakat, yanaklarımdan öperken, dudaklarının kenarlarına kadar inen gözyaşlarını hissettim. Heyecanla:
– Graüben! diye feryat ettim. Okşayıcı bir sesle:
– Git, sevgili Axel’im, git! diye kulağıma mırıldandı. Şu anda nişanlını terk ediyorsun. Dönüşünde karını bulacaksın!
Graüben’i uzun uzun kollarımın arasında sıktıktan sonra, arabadaki yerimi aldım. Graüben’le Marthe, kapının önünde durarak son olarak ellerini salladılar. Birkaç saniye sonra, araba süratle Altona’ya doğru uzaklaştı.