Tebrizli Şems’in dilinden Hallac’ı okumak…
Aşk; bir elif miktarı sevilmek için gelen her çileye kimi zaman darağacında kimi vakit kör bıçaklar arasında bir vav gibi hamuş olabilmektir.
Hamuş yani susmak. Susmak halvetti Hira’da, susmak En’el Hak’tı Hallac-ı Mansur’da, Hamuş olmaktı yârin alfabesiz halinde Mevlana’ca.
Ve susmak visal orucuydu maşukta, iftarını şehadet şerbeti ile açan Şems misali.
Suskunuz. Kin ve garazdan uzaktayız. Biraz dargın biraz da boz bulanığız o kadar. Aldatıldık biz de aşk yolunda. Yâre kırıldık ama yolu terk etmedik Şems. Sen yüreği yaralı olana gelirsin. Bize neden gelmiyorsun Şems? Hem vuslat hem hicransın dost yüreklim! Yanımızda bizimleyken yaramızda olmayan… Bizler de Mevlâna misali alıp kalemi elimize “Hamuş” yazsak düşer miydin yollara? Gelir miydin acılarımıza? Dokunur muydun yüreklerimize?
Ha: Hallac, Mim: Mevlana, Şin: Şems… Hamuştu onlar. En Sevgiliye sevdalıydılar. Aşkın uzun yol arkadaşları. Tüm kötülükleri güzellikle savuşturanlar, susanlar, iyilik kardeşleri, aşka namzet secde kardeşleri, susayanlar, ölüm sözcüğünü aşkın soluğundan içenler… Aşkın “Hızır”ları…
KADİM KELAMA SELAM İLE
‘Biz bu Kur’an yoluyla, İnananlar İçin hep şifa ve rahmet olacak şeyler indirmekteyiz.” (lsra/83)
Hepimiz “Aşk”ta başarısız olduk. Ancak veliler, Aşk’ın okulundan yüreklerinin akı ile icazet aldılar. Aşk, kendini keşfetmeyi arayanları arıyor. Arayışın kolaylığı manevi bir yaren, dost, gönüldeş yani seni sana getirecek, seni olması gerektiği gibi değil olduğun gibi gören bir mürşit sağlar. Aşk’a kendi başımıza ulaşamayız. Yolumuza bir yolcu düşmeli. Ve iki yolcu: biri irşat diğeri irfan.
Mürşid istiyoruz. Sadece İstemekle kalıyoruz. Mürid olmaya talibiz; ama kefaretine hazır değiliz. Aşk yolunda yürüyen kim mürit, kim mürşit bilerek yürümeli.
Peygamberlerin bile mürşidi, dostu, yareni vardı. Hz. Musa’ya Harun, Hz. Yusuf’a Hz. Yakub, Hz. Isa’ya Mecdelli Meryem, Hz, Muhammed’e Hatice, Ali, Ebubekir ve Cebrail.
Veliler birbirine mürşit oldu: Mevlâna’ya Şems, Şems’e Mevlâna, Hallac’a Bestami, Bestami’ye Bağdadi.
Peki, aşk yoluna giren bizlerde? Oysa çamurda nur aramaktayız.
Arıyoruz: kendimizi, aşkımızı, maneviyatımızı, özümüzü, asıl vatanımızı.
Arıyoruz: anlayış, sevmek, sevilmek, anlaşılmak, olduğumuz gibi görünmek, aldatılmamak, insaf, izan, insan. Evet, insanlığımızı arıyoruz. Içselliğlmizin güzelliğini keşfetmek istiyoruz. Av değil, avcı hiç değil sadece aşk istiyoruz. Aşk!
Arıyoruz. Ne kadar arasak da yine yalnızız. Aradıkça yanlı; anlaşılıyoruz, yargılanıyoruz.
Bilmiyoruz ki insan; iki dünya, iki gerçeklik arasındaki bir eşiktir: Benlik kapısı, fena makamı. Kapıya kadar geliyoruz, kınlıyor benlik. Ancak o makama geçemiyoruz. Çünkü rabıta yok.*Ene”den °Hakk”a yolculukta en emin, en cezbedar usûl rabıtadır.
Rabıta: Rab ile konuşmak.
Rabıta: Acizliğini bilip Aziz’e sığınmak.
Rabıta: Vahiy ile bildirilen iç denetim, iç deneyimdir.
Rabıta: İçinden çıkmakta zorlandığımız, bunaldığımız, tarifi imkânsız iç sıkıntılarımızı Kuran yoluyla, Peygamber soluğu ile şifalandırmak, zahmeti rahmete dönüştürmektir.
Arayan, adayan, bulan, susan, yüreğe yürek olan… Sahte “Ben’in esaretinden kurtulmak için manevi bir dostluk bağı ile rabıtada bulunmamız vardır. Dost dediklerimiz hani neredeler?
“Ya Hayy’ile’Ya Hû’yolculuğundaki “Seni Allah için seviyorum.” diyen yolcundur dost. Yanına aldığın değil yarana basandır dost.
Maneviyat istiyoruz. Mürşit bekliyoruz. Mürşidin gelmesi için insanın kendi manevi kaderinin gereğini yerine getirmesi lazım. Kalbin kelamıdır:
[1]Ne gelirse senden kabulümdür. Kahrın da hoş lütfün da. Hayra da talibim şerre de.”
Maneviyata vuslatın dört kapısı vardır:
İlme’l Yakîn
Ayne’IYakîn
Hakk’alYakîn
Aşk’el Yakîn
Bu kapıları günümüzden ‘Mutluluk Asn’na kadar açabilmek için manevi büyüklerin yolundan geçmek gerek: Muhammed Zahid Kotku, Bediuzzaman Said Nursi, Ahmed Rufai, Abdulkadir Geylani, Rabiatul Adeviyye, Hallacı Mansur, Beyazıd Bestami, Mu- hiddin Arabi, Şahı Nakşibendi, Yunus Emre, Mevlâna, Şems, Ahi Evran Veli, Seyyid Burhaneddin, Hacı Bektaşi Veli, Hz. Ebubekir, Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hatice, Hz. Muhammed (s.a.v)…
Nebilere velilerden uzanan dostluk yolu…
Muhabbetsiz hayatımız kurgu ve kuşku ile örülü. Üzerimizde Ankebut ağı, ağzımızda aşk terennümleri… Maneviyatsız kuru bir hayat içinde bengisu arıyoruz. Ayrılıklar, aldatmalar, bencillikler, kınamalar, başa kakmalar ve yalnızlıklardan ibaret bir seraptayız. Varlığın içindeki yokluktayız. Yoksulluğumuz ve yoksunluğumuz: Aşk. Aşkımız yok, aşk gözümüz yok. Aşkın gözleri ile bakamıyoruz birbirimize.
Aşkın gözleri ile bakamadıkça, yürekleri olduğu gibi göremeyiz. Aşkı hep yanlış yerlerde aradık. Kendimizi büyütmekle, kendimizi daha özel, daha kusursuz ve güçlü sanmakla aşk’ı kullandık. Dünyayı yürüten, yüreklerimizin sahibi olan Allah’ın sıfatlarıdır.
Aşk, kendi kendinden memnun olma; maneviyat, bir çeşit kendini iyi hissetme yolu değildir. Aşk iman, maneviyat ibadet. İnsan kul, aşk tek hakikat. Hakikate aşık olmayan hayal ile avunup, yalan ve talan ile haşır neşirdir.
Gökten tek bir yıldız düşürmekle kâinatı keşfettiğini sananların yanılgılarını hangi kalem yeterince anlatabilir ki?
Yalnız insanda değil, bütün canlılarda ilahi aşkın izleri gizlidir, görmek isteyene.
Bir toz zerresinin bile ağırlık taşıdığı Ulu Divan’da herkes taşıdığı değer kadardır. Bunun ölçüsü de’Ene’l Hak” demeyi ne kadar hak ettiğiyle doğrudan ilgilidir.
Kişi, ancak maddeden arındıkça insanlaşma sürecini tamamlayabilir. Sevgi ve aşk, bu uzun yürüyüşün tek doğru yoludur Ne göz kalır aşka düşen de ne de köz. Yanmaktır meczup dervişin en akıllı hali. Teninden ruhuna semazenler savrulur. Aşk damıtır sevda pınarlarından. İlmek İlmek açılır gönül oyukları. Gecedir derdi. Gece gibidir kalışının rengi. Ve çoktan kefenlenmiştir aşk mevsiminin gülleri. Gidiştir ya aşk kendinden kendi uzağına, gölgenden başka bir gölgenin küflü kucağına. Gidiştir ya aşk hani özünden can ocağına.
‘Sende bulduklarım değil; sensiz kaybettiklerimdir feryadıyla inlemektir aşk. Kimsenin göremediği bir semada kimsenin dokunamadığı bir yıldızı bağrına basmaktır aşk. Bulut bulut savrulmaktır yağmur mevsimlerine. Titretmektir cihanı tek bir dokunuş ile. Ve sonra başladığın yerde bulduklarındır aşk. Senden sana kalanları toplarken sensizlikle yaşamaktır aşk. Sükûnetin en keskin feryadıdır aşk. özlemektir, beklemektir, gelmektir aşk. Attığın adımlar yoldaki buzu topuklarınla eritse de gitmektir aşk. Ne adres aramak ne adres sormak sadece adres olmaktır aşk. Yolların en tenha yalnızlığında kalabalık bir maveraya tutunmaktır aşk. Aşk vazgeçiştir aslında şendeki senlikten. Ve aşk avuçlarımıza kalandır güneşten.
Her tövbekâr aslında bir günahkâr değil midir haddi zatında? Diye sorar demir çarıklı topuklarım. Hangi çölün serabında saklı kalan Leyla ya da hangi çölde saklanan mecnunum bilemedim. Yusuf gibi kokar şimdi bana dipsiz her kuyu. Aynalardan izlerim Züleyha’nın aşkını. Yüreğimde mühürlenir Süleyman. Ve Eyüp gibi kenetlenir özümde zaman. Anlıyorum ki bendeki aşk mevsimi gamlı bir hazan.
Aşkın vahasında suyun serabıdır sevgili,
Her adımında kumlar sesi ile yonar tutuşur.
Aşkımın zekâtı ise her dökülen gözyaşı,
Şimdi bir elif miktarı sus sevgili.
Seni susarak özlemeyi bahşet.
Susarak özlemek zamanını üflüyor ruhumun neyzeni. Dille susmak, yürekle susmak ve susmak. Sahi sustuğun yerde başlamaz mı yaşamak? Düşmez misin Şemsin suskun yüreğine, mağrur bir aşk olmaz mısın Mevlâna’nın bekleyişinde. Sustuğun vakitlerde aralanmaz mı sana aşkın oymalı kapısı? Eşiklerden düşmez mi nefsin kör satıcısı? Susmak nedir bilir misin?
Susmak halvetti Hira’da,
Susmak En’el Hakti Hallac-ı Mansur’da,
Hamuş olmaktı yârin harfsiz alfabesiz halinde Mevlâna’ca,
Ve susmak visal orucuydu maşukta, iftarı şehadet şerbeti ile açılan.
Suskunuz. Kin ve garazdan uzaktayız. Biraz dargın biraz da boz bulanığız o kadar. Aldatıldık biz de aşk yolunda. Yâre kırıldık ama yolu terk etmedik Şems. Sen yüreği yaralı olana gelirsin. Bize neden gelmiyorsun Şems? Hem vuslat hem hicransın dost yüreklim! Yanımızda bizimleyken yaramızda olmayan… Bizler de Mevlâna misali alıp kalemi elimize “Hamuş’’ yazsak düşer miydin yollara? Gelir miydin acılarımıza? Dokunur muydun yüreklerimize?
Aldık kalemi elimize seni, sana yazıyoruz Şems.
“Kâh sinede boy gösteren kâh ruhta ortaya çıkıveren kâh hicrana yönelen…
Gönül kazanını kaynatan sen, suyu çamuru yakan sen…
Sen ki esrarın en has şarabı, akıl âleminden yansıyan aydınlık…
Gecelerimizin, Hud perdesi…
Misk ve amber… Rüyalarımızdan kaçırılmış Yusuf’tun Şems!
Pas giderici… Turi Sina’nın çırası… Güle gömlek yırttıransın.
Maden/erden daha madensin Şems!
Lahzalardanevvel var olan an… Yeryüzünde bir ay, gece yarısında şafak…
Tehlike anında siper… Şeker yağdıran bulut… Mücevher dolu derya…
Gece yolcularının meşalesi Şems, gel ve gönül yarası olanların ayağındaki zincirleri kiri Hem yol kesensin hem de rehber. Her dertlinin Isa’sı… Sabrı darmadağın kılan… Akıl hırsızı…
Damla ve deniz… Lütuf ve kahır… Şeker ve zehir… Su ve testi… Yakarış meyvesi… Güneşin hücresi… Yem ve tuzak… Meyve bade… Pişmiş ve ham… Asayiş ve yıpranış… Süzülerek yürüyen… Put kıran…
“Aşıkların tabibi, âlemi ıslah eden, perişan kılan, alıp götüren sel, aşk yetiştiren şah…
Gündüzün aydınlığı, gam gideren neşe, yeni âlemin âlemi…
Kana boyanmış yürek, Nuh’un nefesi, ruhun hevesi, yaralıya merhem, nehirde akan su, feleği gösteren cam, lafın belini doğrultan, coşku içre coşku, yontan ok, feleğin av amiri, gökküreye sığmayan güneş…
Deryadan dahaçok olan inci, ovalara sığmayan dağ, büyülü şişeye sığmayan periler şahı, yaşam suyu, hem saki hem sarhoş, hem meşhur hem mestur…”
“Aşkı bir Elif miktarı sevilmek, için gelen der çileye kimi zaman darağacında, kimi vakjt kör bıçaklar arasında bir vav gibi harmuş olabilmektir.”
HOŞ AMADÎ
“Aşk davasına giriştim, yeminler içtim. Aşk yüzünden malımı, mülkümü, adımı sanımı yitirdim, uHu aşk” diye yoluna düştüm. Ey Hızır bekleyen, hazır mısın?”
Bekle Mevlâna, geliyor yolcun. Bekleyişinin ısrarı ile yolcunu yola çıkardın. Yoldan çıkanlara ümit suskunu olacaksın Mevlâna, bekle. Bil ki beklediğin de seni beklemekteydi.
Gözlerin, yolcusunu gözler… Gözlersen, gözlediğin de seni gözler. Göze geleceksin Mevlâna. Suskunluğunda gözleri ele, çile eleğinden. Tennurenin eteğini sür sarkıklara eğilsin başaklar, yolcu geliyor.
Allah’ı zikrederek geliyor yolcu. Aradığını bulmaya geliyor. Ey yolcu ara) Arala sır kapılarını esrarı aşk terlesin. Titresin yıllardır yanı başlarındaki maşuk Mevlâna’yı görmeyenler.
Ara yolcu! Ama sadece aramak için arama! Adanmak olsun arayışın.
Ada yolcul Rüyanda aldığın müjde için adadığını hatırla. Kesilsin başın aşkın yoluna. Atılsın taş zeminlere başın. Ah etsin başından akan kan taş ile öpüştüğünde. Ayrılsın başın gövdenden. Ve götürülsün bileklerinden kesilen ellerin ta uzaklara. Sonra bir mektup gelsin hamuşuna. Alsın, okusun, ağlasın, yansın. Senin yaktığından daha derin yansın. Mazruf başın olsun, zarf kanın.
Bul yolcu! Bil ki, birbirini bulanlar birbirlerini cezbederler. Cezb aşktır, aşk aradığındadır, bul yolcu.
Dua dua gel yolcu. Duası tutmayanlar görsün aşk için ölmek nasıl olurmuş!
Ey seyyahım! Ey mecalim! Durma menzile yürü. Kimin kime vardığı değil, kimin kimde yandığı önemli.
Şemsim!
Dostum!
Ardına bakmadan yürüyen yolcum! Kalanın hesabına, hiçliğini düşüren gözyaşım, gel.
Gel. Aşka, sus çiçeğine renk vermeye gel. Aşıkmış gibi davranan yalancı bahara ahu zar dikenini batırmaya gel.
Yolsuzlara yol olmaya gel. İster hercai ister hayal ol, yeter ki yürü.
Dosdoğru gel. Doğru yolun insanların çoğunun gittiği yol değil, aşkın çizdiği yol olduğunu kaderciliğini kader görenlere göster. Yol göster güneşim.
Mola vermeden yürü, tevbeleri toplayarak yürü. Dağlar mevsimini unutmuş, yollar yönünü ıskalamış. Aşk dediğin koskoca bir suskunlukmuş. Yönü, mevsimi, suskunluğu anlat bize.
Bir adam meçhule tırmanıyordu topraktan: arkası uçurum, yanları duvar. Bir adam ölümü tırpanlıyordu: önü şahadet, cesedi kuyulara emanet.
Bir adam geliyordu Konya’ya. Hiç saymamıştı, hiç bilmiyordu kaç sabah güneşle selâmlaştığını, kaç gece yıldızlarla bakıştığını.
Bir adam yola düşmüştü, Musa’nın gözünü kamaştıran ateş…