Aşkın Gözyaşları / Tebrizli Şems

Yedinci ve en tesirli bıçak darbesi ensesine gelir boynu sağa doğru bükülmüştür. Dervişler yere kapanmasını bekleye dursun. Şems Hz. Peygamberin şu hadisini sesi boğuk mırıldanır: “Allah’a kavuşmayı isteyeni Allah da sever” Dervişlerden birisi sırtına tekmeyi vurur. Yüzüstü taş zemine kapanır, dudağı patlamış, dişleri zemine dökülmüştür Siyah feracesi kanlar içinde bordoya dönmüştür. Saçlarından tutarak kafasını kaldıran dervişin niyeti Şemsin başını gövdesinden ayırmaktır
Baş derviş engeller. Bırakın son nefesini versin. Sonra da en yakın bir kuyuya atın. Kıyafetine sarp atın.
Avluyu yıkayın. Sabah ile yola çıkarız. Şems hala son nefesini vermemiştir Sille taşının üzerindeki başını hafifçe göğe kaldırır ve: “Allah ne güzel sevgilidir. Rabbim sana aşığım. Ve bu canı sana hediye ediyorum.” Mevlana içeri girer, mendili koklar eli titreyerek açar. İçinden san kağıda yazılmış bir not çıkar: “Yemin ederim ki ölümümün gözlerinin önünde olmasını isterdim. Gör ki aşk için
ölmek ne demekmiş.” Mevlana olduğu yere düşüp bayılmıştır.Geceden sonra doğan ve kalplerin çöllerini cennetlere çeviren bir gözyaşı bu. Çoraklaşmış ve çöle dönmüş kalpler; açın sadrınızı! Aşkın gözyaşları, serin serin, sağanak sağanak, üzerimize damlıyor; bakın gökyüzüne, nasılda aşk yağıyor..

ÖNSÖZ

Şems: Beni bu güne kadar doğru yazmayan kalemlere ses

Bugünün kalemleri, sözü kendilerinden önce yaşamış hakiki kalemlerden ödünç almadan yazamıyorlar. Ancak o zaman okunabilir sanıyorlar yazdıklarını. Ay gibi onlar. Kendi ışıkları yok… Güneşleri, (Şems’leri)!

Asıl kaynakla ilişkiye girmekten nedense korkuyorlar bu yansıtıcı kalemler. Ya çarpılırsak o ışıktan. Gözlerimiz kamaşırsa. Bu güne kadar bildiğimizi sandığımız Her şey doğru değilse… Bütün yazdıklarımızın bir yanılsama olduğu ortaya çıkarsa.

Sahte hayatların içinde yaşayarak nasıl varılır hakikate! Bir ses, bir sözcük nasıl gelir senin kalemine… O zaman hemen sarılırsın işte daha önce yaşanmış, yazılmış o hakiki yazılara… Ve hakikatle doğrudan ilişki kurmak yerine, o meşakkatli yolculuğu yapanların üzerinden bir defa daha yazmaya kalkışırsın, her sahte sözünüzle eksilttiğiniz gibi gerçeği. Beni yazmaya niyetlenen, beni tanımadan nasıl taşıyabilir deryamı çöllerine?

Tasavvufun tozunu yutmayanlar, Konya’nın yolunu tutmayanlar ne derece doğru anlayabilirler beni. Beni anlamayanlar, bana ait olmayan sahte düşlerini benim üzerimden taşıma cüretini nasıl bulabildiler? Yediğim bıçak darbelerinden daha derin acılar verir ruhuma beni olduğum gibi görmeyen yazılar. Ben ki kuralları yıkmaya gelmiş Şems, ben ki dünya nimetlerini elinin tersi ile itmiş Şems, nasıl olur da 40 kural yaftasını yakıştırırlar bana. Neden kendi entrikalarının ortasına yerleştirirler beni?

Karşılıksız sevgi yaşamak gerekiyormuş. Birini sevmenin, delice bir aşkla bağlanmanın, güzelliğini yaşamanın hazan mevsimine gelmek olduğunu bilmiyordum. Meğer hayatta ne çok şey kaçırmışım… Ya ben erken geldim, ya sen çok geç kaldın vuslata…

Cemşid, rüyasında görüp var olduğunu bilmediği maşuku için tahtından vazgeçerek Anadolu’yu karış karış gezdi. Ben Mevlâna için bahtımdan vazgeçmişim çok mu? Hangi kelam Kimya’nın sırrını çözmüş ki kalemleri ile Kimya’mı yazma cesareti bulmuşlar? Beceremedikleri acemilik yanılgısı aşk senaryolarında benim ismimi ve sevenlerimi kurgulamak hangi vicdanın sesidir? Aşkın kök salmış çınarından korkan, mum titrekliğinde kalemler taşıyan bu insancıklar ateşi avucunda taşıyan beni ve çınarlaşan aşkı nasıl açıklayabilirler?

Ateş (Aşk), ağaç. su sadece birer kelimedir sizin için… Bir hikâye kurup, içine yerleştirmeye çabalarsınız hemen bu kelimeleri… Onların kendi hakikatlerini hiç merak etmezsiniz… İç seslerini harflerin… Kanat çırpmalarını, kâinatın ahenkli zikrine katılışını her birinin… Ve sizi nasıl değiştirdiklerini göremezsiniz yaşarken… Siz sadece hikâyelerle ilgilenirsiniz… Hayatınızın bir hikâyesi olmadığı için kelimeleri zorla, o kurdurunuz derme çatma hikâyelerin içine sokmaya zorlarsınız.. Emrivaki bir yazım şeklidir bu! Kelimelerin gönlünü almayı bilmezsiniz! Onlara verilen canı hissetmeden, siz, kim olduğunuzu nasıl hissedeceksiniz… Aşkı bilmeden bir kelimeye dokunabilir mi insan? Onu yazıya nasıl sokabilir… Bahçeyi hazırlamadan ağaç fidanını toprağa nasıl dikeceksiniz… Yazının mümbit bahçesi için toprak gereklidir…

Aşkın sizin yazı bahçenize nur yağdırmasına ihtiyaç vardır… Aşkı bilmeyen bahçe, toprak, su olabilir mi? Bir kelime olabilir mi? Aşkı bilmeden bir insan yazıya oturabilir mi?

ŞEMS İÇİN ÖZEL MUKADDİME (NEVİ ŞAHSINA MÜNHASIR):

Şems ki Mevlâna’yı Mevlâna yapandır. Şems ile karşılaşıncaya kadar Mevlâna bir âlimdir. Konya’nın sevgilisi, olgun ve makul baş müderrisi. Aklın ve onun çocuğu olan, bilimin dairesi içinde dolaşan mantıklı bir İslâm âliminden bir cezbe adamı çıkaran Şems’tir.

Şems ansızın gelir. Yaşı kırkı bulmuş olan Mevlâna’nın belki de hiç beklemediği ve ümit etmediği anda. Ama kırk, peygamberi bir yaştır. Üstelik son fırsattır.

Çalınır kapı. Ardına kadar açılır kapı. Girer içeri sessizce yolcu. Geçiyordur. Uğramıştır. Kalır.

Gariptir Şems. Bu aniden gelen mağrur adam, mağrurluktan başka bir imlâyla mağrurdur. Sahte tevazuyu kibir ile eş tutar ve ondan bu yüzden nefret eder. Kabiliyet bir Allah vergisiyse onu saklamanın da sahtecilik anlamına geldiğini düşünerek mağrurdur. Dili bu yüzden bu kadar keskindir. Kaide dışı ama harikuladedir. Üstelik her kelâmında “belâ”ya bir davet vardır.

Karanlık ve siyaha ait yabana. Durak şaşırtan yolcu. Yolcuyu yolundan eyleyen dilber.

Kimliği belirsiz. Ama olsun: Şems’in saçları Tebriz’in gecesidir. Yüzü İsfahan’ın güneşi. Mihr ve mah onun kelâmından dökülür. Çünkü Şems hatırlatır. Ezelde büyük bir karşılaşma olmuştur.

Şemstir. Şems güneş demektir. Öyle bir taşkın yaratır ki Mevlâna’nın engin denizlere benzeyen ama henüz rüzgâr görmemiş sakin ve emniyetli ruhunda, Ay’ın küçük denizler üzerinde yarattığı gelgitlerin onun taşkını yanında esamesi bile okunmaz. Çünkü Mevlâna bir okyanustur. Şimdiye değin denizlerin, kamerlerin ardı sıra yürüyüp durmuştur da ancak şimdi güneşin cazibesine tutulmuştur.

Gündelik hayatın dağdağasından farklı bir boyutta, suyun toprağa kavuşması gibi değil, iki suyun birbirine kavuşması gibi kavuşurlar. Şems hem canı, hem cananı olur Mevlâna’nın Müridi ve mürşidi. Aslında bereketin taşkını bu çoğullukta. Kim âşık kim maşuk, bu kavuşmada belli değildir Ne gam! Aşktır aralarındaki. Zamanın, mekânın ve cinsiyetin sınırlarım çoktan aşmış, bu aslanlıkla aşkın kaynağına dayanmış, küstah nazarlarca kavranması mümkün olmayan bir aşk. Anlamayanlar da anlayışsızlıklarında mazur, nereden anlasınlar ki?.

Sonu o kadar kanlı geleceği için belki, Şems bir bıçak gibi böler Mevlâna’nın ömrünü tam orta yerinden ikiye. Öncesinde Mevlâna ne idiyse artık o değildir. Temkinliyse temkini bifakır, makul idiyse aklın sınırlarını çatlatır.

Şems sükûnet değildi. Mevlâna bu kadar fırtınayı nasıl taşıdı? Nasıl bu kadar yandı da yanmadı?

Şüphe yok ki Tebrizli’nin bariz vasfı karanlığıdır. Ama onun karanlığı karanlık değil sır olduğu için böyle aydınlatandır. Kim olduğu, ailesi, sülâlesi, mahiyeti belli olmamakla birlikte bu harikulade karanlığa en uygun düşen isim yine de Şemstir. Şems. Söylemiştim ki güneş demektir. Belki de bu yüzden Mevlevi ayininin rengi önce siyah, beyaz tennure sonra açılır.

Adı: Muhammed, Babası: Ali, Memleketi: Tebriz.

Sadece bu kadar. Başka hiçbir şey yok. Ne olur öyle kalsın! Çünkü başkasına gerek yok. Bu ne kadar içli bir kelamdır böyle. Ve ki, Şems’e ne kadar iyi yakışmaktadır.

İki kubbe var İslâm âleminde ki, ikisi de yeşil, Kubbe-i Hadra. Biri Peygamberin, biri Mevlâna’nın. Şimdi Mevlâna, Kubbe-i Hadrasının altında. Babası, oğlu, çelebisi ve kâtibi, Selâhaddin’i ve Hüsameddin’i ile üzerine titreyen zarif kalabalığının arasında. Dokunmaya kıyılamayacak denli soylu bir gül; nazlıdır, nazında. Vakurdur, vakarında. Şehirlidir, inceliklidir; nezaketinde, zarafetinde. Ve daha fazlasında, zamana uzanırken. Şems, uzakta. Karanlığında. Bir köşede. Tenhalığında. Yalnız yatıyor.

Yalnızlık aşkın vekâletidir. Ölüm aşkın kefaretidir.

Her aşk bir baş götürür. Bu kez baş veren Şems olmuştur.

(Nazan Bekiroğlu / Cümle Kapısı)

AİLEM

“Her şey insanoğluna feda iken, insanoğlu ise      kendine cefa olmuştur.”

Ben Ali oğlu Muhammed. Tarihin andığı üzere: Tebrizli Şems. Dedem Azeri Türküdür. Babam Melekdadoğlu Ali,

Dedem Horasanlıdır. Dedem Alamüfte yetişip büyümüş daha sonra, Hasan Sabbah’ın talebelerinden olmuştur. Horasan’da dedemin ticari bir husumeti nedeniyle ailem Tebriz’e göç ederek oraya yerleşmiş. Ben burada 1183 yılında dünyaya gelmişim. Bana Muhammed ismini vermişler.

Soyum Şia’nın İsmailiyye mezhebinden, fıkhi olarak da Caferiyye ekolünü benimsemişlerdir. Dedemin çok hırçın, sivri dilli olduğunu söylerler. Çocukluğumda çok kavgacı ve sözünü esirgemeyen bu yapımdan dolayı annem beni hiç göremediğim dedeme benzetirdi. İnsanların iki yüzlülük ve yalakalıklarına tahammül edemiyordum. Yanlış yapanı gördüğümde öfkeleniyor lafımı esirgemiyordum. Babam bu özelliğimden dolayı:

— Deden dilinden belaları üzerimize çekti. Hiç kimse ile geçinemediğinden oralardan buralara göç etmek zorunda kaldık. Bari sen dilini tutmasını bil oğlum. Derdi.

Babam iflah olmam ve eğitim almam için beni medresede Kur’an öğrenmeye yolladı. Yaşıtlarım doğru dürüst cümle kuramazken ben yedi yaşında hafızlık eğitimine başlamıştım. Medrese hocası bana sıska çelimsiz olduğumdan “Tarla kuşu” lakabını vermişti. Oysa ben başlangıçta şahinleşecek sonra rüyalar kuşu üveyik olacaktım, onların haberleri bile yoktu. Sınıftakiler bir ayda cüzden Kur’an’a geçememişlerdi ben geldiğim günün ertesi Kur’an-ı Kerim’e başlamıştım. Hocam şaşırdı.” Sen normal değilsin tarla kuşu” demeye başladı. O gece babam teheccüd namazı kılmaya kalkmıştı. Abdest aldım arkasında namaza başladım. Selamdan sonra:

— Oğlum teheccüd cemaat namazı değildir, uykudan kalkınca kılınır üstelik sen mükellef yaşta değilsin. Ama namazı kılmana sevindim. Diye yanağımdan öperek odasına geçti. Rahlenin üzerindeki Kur’anı elime aldım okumaya başladım. Gecenin ortasında başladığım Kur’anı güneşin doğuşuna yakın bitirmek üzereydim. Gözüm yoruldu dinlenmek için uzandığımda içim geçmiş rüyamda melekler bana okuduğum âyetleri okuyordu. Uyandım. İçim sevinç dolu uyanışımla Kur’an’ı kapattım. Okuduğum âyetleri unutulmamak üzere ezberlediğimi fark ettim. Kur’anı tekrar elime aldığımda parmağım tevâfuken Şems sûresini açtı. Ayetleri okurken onuncu âyete gelince göğsümün balon gibi şiştiğini hissettim. Oraya bayılmışım. Kendime geldiğimde parmağım hâlâ onuncu âyetin üzerinde duruyordu. “Onu arındırıp temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp saran da elbette yıkıma uğramıştır.” Bu âyete çarpıldım. Tutuldum. Vurgun yedim. Şems sûresine âşık oldum. Bu âyetteki arıtmayı herkes nefsi köreltme anlar. Oysa nefsi olgunlaştırma şeytanı tökezletmedi. Toprağa tohum ekildiğinde yabancı her şeyden arıtıldığı gibi nefis de İlâhi ümitlerle arınır ve Allah’ın lütuf ve inayetine bırakır kendini.

Sabahleyin aileme:

— Bugünden sonra bana Şems diye seslenin. Kuran’daki Şems sûresine aşık oldu evladınız. O günden sonra ismim Şems olarak anıldı. Doğum yerimden dolayı Tebrizli Şems olarak tanındım. Dini ilimler hocam Rukneddin Secasi, derslerden sıkılıp pencereden bahçeye kaçtığım için, uçan mânâsında Parende demeye başladı. Haklıydı da Ömrüm boyunca hiçbir yere bağlanmaksızın oradan oraya uçan bir Şems i Parende olacagımı sezmiş olmalıydı.

Benim yetişmemde emeği geçen hocalarım: Ebu Bekir Selfebaf. Şeyh Kirmâni ve Rukneddin Secasi’dir. Ancak hocalardan faydalanmam ders tarzından ziyade, sohbet ortamında soru cevap şeklindedir. Genelde de münazara şeklinde geçiyordu ilim meclisimiz. Ruhumu tam mânâsı ile doyuran tek hocam Mevlâna’dır. Hoca dediğin hem öğrencin olmalı hem öğretmenin. Dostun olmalı. Sırdaşın olmalı. Hoca dediğin gönüldaşın olmalı. “Ben söyleyeyim sen dinle” dememeli. Söylemeden anlamalı. Hoca dediğin haldaş olmalı. Vaaz verir gibi konuşmamalı. Gönlüne ipotek koymamalı. Bazen hamur etmeli mânâyı. Bir kelime söylemeli ki ciltlerce kitaplardaki mânâyı akıtmalı. Damlada deryayı sunmalı hoca dediğin. Arayan olmalı. Aranılan olmalı. Hoca dediğin adayan olmalı.

ÇOCUKLUĞUM

“Sen teninle hayvan, ruhunla meleksin. Bunun için hem toprağa hem feleğe gidersin.”

Çocukluk çağlarında bana garip bir hal gelmişti. Gece hiç uyumuyor sabahtan akşama kadar ağzıma bir lokma koymuyordum. Üstelik ne uykusuzluk çekiyordum ne de açlık. Sanki gizli bir el beni güçlü bir halde ayakta tutuyordu. Annem sıcak tandır ekmeği, yağlama, haşlanmış et ve tatlı getiriyor ağzıma bir lokma aldığımda çıkarıyordum kendimi tıka basa doymuş gibi hissediyordum. Günlerce açlık hissetmeden yemek yemediğim su içmediğim oluyordu. Yaşıtlarım oyun oynarken ben bir ağacın altında güneş doğduktan batana kadar oturuyordum. Babamın dediğine göre görülmeyen varlıklarla sayıklama halinde konuşuyormuşum. Benim bile anlamakta zorlandığım bu halimi kimseler de anlayamadı. Babam bile ne olduğunu bilmiyordu. Bana diyordu ki:

— Sen deli değilsin, bilmem ki bu gidişin sebebi ne? Sende bu yola girmek için gerekli olan ne terbiye ne riyazet var. Ne de başka bir şey. Annen ve teyzen senin bu haline üzülüyorlar, sana cinlerin musallat olduğunu düşünüyorlar. Benden seni okutmam için hocaya, türbeye götürmemi istediler. Oğlum ne mecnun ne meczup, oturun oturduğunuz yerde diye susturdum. Muhammed’im nedir bu ahvalin? Babama dedim ki:…

Benzer İçerikler

Sürü – Frank Schatzing – PDF ve ePUB İndir

yakutlu

Kemikler | Cem Uğur | Birazoku

yakutlu

Evrenin Taşları | Ferhan Yıldız

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy